“Mimarlığın dili gizemlidir”

ARKIMEET'in konuğu olarak 29 Ekim Salı günü İstanbul'da bir konferans veren Daniel Libeskind ile mimarlığın dili, binaların kent ile bütünleşmesi, projeleri ve iktidar ilişkileri üzerine Gülin Şenol'un yaptığı söyleşi.

Gülin Şenol: Genel olarak söylemlerinizde mimarlığın ve tasarımın iletişim gücü en yüksek üretim biçimleri olduğunu ve bu iletişimi kendi diliyle yaptığını belirtiyorsunuz. Mimarlığın dili olarak kast ettiğiniz şeyi açıklayabilir misiniz? Sizce “mimarlık”ın dilini neler oluşturuyor?

Daniel Libeskind: Evet, mimarlığın kendine has dili, elbette metaryallerden, temellerden, camdan, çelikten, tuğladan oluşuyor. Ancak en önemlisi bu dilin ışıkla ilgili olmasıdır çünkü bu dil, ışığın malzemenin yansıtılmasının ötesinde mimarlıktan birşeyleri yansıttığı bir dildir.

Mimarlığın dili gizemlidir çünkü diğer tüm dillerde olduğu gibi, materyal bir gerçeklikten oluşur ancak ruhani bir dili konuşur ve bu ruhani dil dünyanın kendisidir. Gökyüzüyle ilgilidir, dünya ve hafızayla ilgilidir. Düşlerin ateşi ile ilgilidir.

Mimarlığın gerçek söylemi budur.

GŞ: Her binanın bir hikâye anlattığını söylüyorsunuz. İçinde bulunduğumuz tüketim toplumunun hafızası çok zayıf, imgeler üzerine kurulmuş olan bu hafıza bu hikâyeleri sizce ne kadar aklında tutuyor ya da verilmek istenen mesajın ömrü ne kadar oluyor?

DL: Biliyorsunuz ben pek de karamsar değilim …

GŞ: Soruyu başka türlü de sorabiliriz, binalar da hem kullanım hem de mesajlarıyla zamanla birer tüketim metasına dönüşüyorlar mı?

DL: Sanmıyorum. Büyük ve önemli yazılara bakın, Kuran’ı ele alın, İncil’i ele alın ya da bir şiiri ve müziği… Bunlar için de birer tüketim maddesi diyebiliriz. Bir dükkana gider, parasını verir ve bunları satın alırsınız ama bu onların tüketim maddesi olduğunu göstermez çünkü ölümsüzlüğe sahiptirler. Bir yapının, iyi bir yapının, büyük bir kentin mutlaka zamanla yıkılmayacak ölümsüz öğelere sahip olması gerekir. Bahsettiğim şey yapının sadece fiziksel anlamdaki stabilitesi değil kuşakları geçmiş ve gelecekle bağlayacak olmasıdır da.

Evet, bu doğrultuda şunu söyleyebilirim: Mimarlık bir metaya dönüştürülemez. Eğer bir meta olması için inşa edilirse evet o zaman bir metaya indirgenebilir.

Ancak eğer siz mimarlığı bir meta olarak algılamıyorsanız, ki ben algılamıyorum, dünyadaki diğer tüm şiirsel şeyler gibi mimarlık da meta değilidir.

GŞ: “Imperial War Museum” için yazdığınız bir makalenizde de günümüz insanları tarafından binanın “yararcıl”, mimarlığın ise “anıtsal” olarak algılandığını söylüyor ve bundan uzak durduğunuzu belirtiyorsunuz. “Ground Zero” sadece bir master plan ya da bir mimarlık ürünü olmayacak, çok güçlü bir biçimde “anıtsal” yanı olan bir proje. “Ground Zero” ve “Freedom Tower”ı tasarlarken yararcıl mimarlıkla anıtsal mimarlığın ayrı şeyler olduğu fikrini nasıl kırmaya çalıştınız?

DL: Sanırım yapılması gereken şu: Yapının öğelerini fonksiyon, bağlantı ve kompozisyonun da bir araya getirir ve daha sonra bunları anlamlı, simgesel, mekanda ve zamanda insanlarla bağ kuran birşeye dönüştürürsünüz. Bu biçime de karar verme yöntemidir. Sadece fiziksel biçimden değil sembolik biçimden de bahsediyorum.

Bu sembolizm dünyanın tepesinde duran, dünyanın en önemli şeyi değildir ancak çalışanlar köklerini buna bağlar, hem fiziksel hem de kültürel olarak arada bağ kurarlar.

GŞ: “Potsdamer Platz” ve “Ground Zero” bir bakıma benzer kaderi paylaşan projeler. Kentin içerisinde izleri yok olan ve sadece hafızalarda kalan boş bir alanın yeniden yapılanması üzerine kuruluyor, biri Berlin Duvarı diğeri ise Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasından arta kalan alanı yapılandırıyor. Bu alanların komşularına, kente ve kentlinin hafızasına bütünleşmesini nasıl sağladınız?

DL: Herşeyden önce Potsdamer Platz, Ground Zero’dan oldukça farklı bir proje çünkü Potsdamer Platz’ın oldukça klasik bir master planı var. Ben Potsdamer Platz’ın planını bir 19.yy planı olarak adlandırıyorum.

Benim projem düz bir plan değildi, Potsdamer Platz özel, sembolik organizasyonu olan bir projeydi. Bu özellik sadece planın içinde de değildi, ilişkiler ve binaların komşularıyla olan bağlantısı da çok önemliydi. Elbette bu Potsdamer Platz’ın master planına oldukça değişik bir yaklaşımdır, geleceğin dinamikliği içerisinde inşa edilmesi de çok farklı bir yöntemdir.

Bu sadece kağıda çizilen ve sonra da farkedilen bir şey değil, kendisini bir çeşit momentum ve dönüşümle tanımlayan bir şeydir. Söylemek istediğim şey 21.yy’ın sözde master planı anlayışı. Master planlar artık lokasyonlara sahip bir kağıt parçası değiller.

GŞ: Berlin Yahudi Müzesi bir dönemin iktidarını ve sonuçlarını yansıtan ve sadece geçmişle değil bunun gelecekle bağlantısını kurmaya çalışan bir bina. Hem Alman Hükümeti tarafından açılan bir yarışma -bu açıdan iktidarla bir ilişkisi var- hem de eski bir iktidarı sorguluyor… Burada iktidarla ilişkinizi nasıl kurdunuz? Ya da bir ilişkiniz var mıydı?

DL: Hayır. Diyebilirim ki sadece “Ground Zero” kamusal bir tartışmanın parçasıydı. Hükümet gerçekte…

GŞ: Berlin Yahudi Müzesi’ni kastetmiştim …

DL: Evet, evet. Yahudi Müzesi, gerçekte, ben yarışmayı kazandıktan sonra, inşa edilip edilmemesi için hükümet tarafında oylandı. Daha sonra da bir tartışma başladı: Bu müze nedir? Almanya için ne ifade eder? Önemli midir değil midir? Ve daha sonra bir kamu tartışmasına dönüştü. Sanırım hükümetlerin ve politikacıların yapmak istediklerinin ötesine geçen, büyük bir kamuyla buluşan, bir tartışmaya dönüşen, şehirdeki her bireyle ayrı ayrı ilişki kuran binalar arasında bir benzerlik oluyor.

Bizim projelerimizin her zaman bir sürekliliği oldu çünkü bu projeler asla tepeden inme bir biçimde yapılmadı. Projelerimiz her zaman kente dair bir çeşit public-civic fikirle oluştu.

GŞ: Bugünün şehirleri hakkındaki genel fikriniz nedir? Yeni dünyanın oluşmasında kentsel sınırları nasıl değerlendiriyorsunuz?

DL: Dünya sürekli değişiyor ve gelişiyor. Dünyayı statik bir yer olarak tanımlayamazsınız. Tabii ki de mimarlık statik bir sanattır, değişimle çok yakından bağ kurmaz çünkü bir yapı bir yere, bir mekana inşa edilir. Fakat bana göre bir mimarlık ürünü kendisini, mekanın ne şekilde insan gelişiminin bir parçası olacağına dair yeni bir fikir olarak önermelidir. Bu anlamda mekan kalıcı, yapılandırılmış ve statik de olsa insanların ve kentin geleceğine dair fikrin bir parçası olmalıdır.

Ayrıca mimarlığın ne olduğuna dair fikirler geçen yüzyıldakilerle bile aynı değil, mimarlık bu anlamda sürekli değişiyor ve mekanı da değiştiriyor.

GŞ: Zamanınızı ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

DL: Çok zor ve iyi sorulardı. Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın