Geçtiğimiz aylarda SALT Beyoğlu'nda bir konuşma gerçekleştiren “Modern ve Sürgün” kitabının yazar Bernd Nicolai ile erken Cumhuriyet mimarisine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bernd Nicolai: Bu çalışma yaklaşık 20 sene önce 1990’da İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi programı ve Berlin Teknik Üniversitesi Sanat Tarihi programı arasındaki iletişim sonucunda başladı. İstanbul’a geldim ve 1916’da Almanların katıldığı “House of Friendship” yarışmasıyla ilgili de olmak üzere bazı konuşmalar hazırladım. Bu yarışma Birinci Dünya Savaşı sırasında bir Alman-Türk derneği tarafından geliştirilmişti ve Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya arasındaki dostluğu pekiştirmeyi hedefliyordu. Buraya geldikten kısa bir süre sonra yarışmaya katılan mimarların çoğunun, 20 sene sonra, 1930’larda ve 40’larda Türkiye’de çalışmaya başladığını farkettim. Mete Tapan gibi konu üzerine çalışanlar olmuştu ama konunun tam bir analizi yapılmamıştı. Ben de sorunun farklı aşamalarını incelemek istedim. Zor bir araştırma olacaktı. O dönemde Cumhuriyet Arşivi adeta bomboştu. Modernizm, mimarinin transferi ve sürgün hakkında bir kitap yazmak istedim ve bu 1990’larda çalışılmayan bir konuydu. Mimari öğelerin transferi konusu her ne kadar çalışılmış olsa da modernizm ve sürgün kavramları hiç tartışılmamıştı.
BN: Özellikle Zeynep Kuban bana çok yardımcı oldu. Arazi gezileri yaptık. Arşivde neredeyse hiçbir şey bulamadık fakat Anıtkabir gibi önemli yarışmalar hakkında oldukça çarpıcı belgeler bulduk. Günümüzde zannedersem arşivler o döneme nazaran daha gelişmiş durumda.
Anıtkabir Uluslararası Mimari Yarışması – Emin Onat ve Orhan Arda Önerisi
BN: Bu transfer Atatürk ve Kemalist bürokrasinin önde gelenleri tarafından başlatıldı ve yabancı mimarlar Türkiye’ye çağrıldılar. Clemens Holzmeister, Ernst Egli gibi mimarlar direkt olarak davet edildiler ve ilk yıllarda Atatürk ile birebir diyalog içerisindeydiler. Atatürk’ün kendisi de birşeyleri değiştirmek istedi. Örneğin Kemalettin Bey’in “Gazi Eğitim Enstitüsü”nü Egli modern bir binaya çevirdi. Bunun yanı sıra 1930’larda bürokrasi olgunlaşmıştı. Berlin’deki üniversitelerle Türk öğrenciler için görüşmeler yapıldı. Alman mimarlarla antlaşma yapmak için görüşülüyordu. Ancak Türkiye’ye kimse davet edilmeden ya da resmi olarak kabul edilmedikten sonra gelmedi. Bahsettiğimiz insanların çoğu baskı altında kaldıkları için Almanya’yı terketmek durumunda kaldılar.
Örneğin Egli’nin ardılı olan Hans Poelzig Ankara’ya davet edilmişti çünkü mimarlık dünyasında oldukça iyi biliniyordu. 1936 senesinde vefat ettiğinde kadroda bir açık oluştu ve yine onun kadar önemli birinin arayışına girildi ve bu kişi de Bruno Taut oldu. Özellikle Martin Wagner gibi kişiler Bruno Taut’un davet edilmesini özellikle tavsiye ettiler. Bu durum kişilerin sosyal ağları ve resmi iş görüşmeleri arasında diyalektik bir süreç olduğu gibi, 1933’teki Üniversite Reformu ile de başa baş giden bir süreçti. Başta İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi olmak üzere yeni üniversiteler kurulmaya başlandı. Sürgün edilen akademisyenler için ayrı bir “Kurtarma Komitesi” kuruldu ve bu kişilerin direkt olarak Türkiye’ye geçişleri sağlandı. Yaklaşık 100 akademisyen bu dönemde Türkiye’ye geldi. O dönem için oldukça önemli bir rakam.
BN: Bence başvurmalarının sebeplerinden birisi İstanbul’da çalışmak olabilir. Burası sihirli bir şehir. Batı ve Doğu’nun birleştiği yerde ve yüzyıllar içerisinde Constantinople ve İstanbul’la ilgili çok fazla bilgi aktarıldı, çevrildi. Herkes buraya gelmek için heyecanlıydı. Şehrin gelenekleri ve potansiyellerinin heyecanı vardı. Ayrıca Wagner, Poelzig ve Taut, yeni Cumhuriyet’in Üniversite Reformu için gösterdiği çabayı görmüşlerdi ve heyecanlıydılar.
BN: Bu konuda iki noktaya değinmek gerekiyor. Egli’nin Üniversite Reformu ile yeni mimarları yetiştirmesi tamamen yeni geliştirilmiş bir sistemle gerçekleştirildi. Bunu Taut eğitimi bir üst seviyeye taşıdı. Bauhaus’un eğitim sistemini benimsemişti. İkinci konu ise modernizmin Türkiye gibi bir ülkede nasıl uygulanacağı, nasıl tohumlarının atılacağını, spesifik geleneksel bir formun nasıl modernizme uygulanabileceğini göstermektir. Bu ilginç geleneksel öğeleri modernist bir bakış açısıyla ele alma sürecini dönemin genç Türk mimarları Sedad Hakkı Eldem, Seyfi Arkan, Kemali Söylemezoğlu ve diğerlerinde görüyoruz.
Özellikle Bruno Taut bu konuda ilginç kişilerden birisi. İkinci Ulusal Mimarlık akımının önünü açanlardan diyebiliriz. Ayrıca büyük kentlerin dışındaki, örneğin Trabzon ve Balıkesir’deki okul tasarımlarıyla yeni bir yerellik, eleştirel bir yerel mimari ortaya koydu. Genellikle 1940’lardaki İkinci Ulusal Mimari akım, totaliter anlayışlarla özdeştir ancak Taut bu akımda da yerini bulmuştur. Her zaman için yeniliklere açık bir mimardır, kendisine özel bir mimari üslubu ve sözlüğü vardır, fakat hiçbir zaman Anıtkabir’in konseptinde görüldüğü gibi otoriter bir mimari dile sahip olmamıştır.
BN: Atatürk bir dönüm noktası yaratmak istemişti ve Birinci Ulusal Mimari akımını benimsemiş, İttihatçı ideolojiyle oldukça yakın geç dönem Osmanlı mimarlarıyla çalışmak istemiyordu. Kemaleddin Bey, Giulio Mongeri ve Vedat Tek gibi mimarlar artık iş alamıyorlardı.
BN: Evet, yeni mezun olmuşlardı ve Sedad Hakkı Eldem gibi Avrupa’ya gönderilmişlerdi. Berlin ve Paris’te eğitim gördüler. Döndüklerinde ise henüz mimarlık pratiğini yapmamış mimarlardı. Toplu konut gibi yapılar için sosyal bilinçleri oluşmamıştı. Bu konuda hükümetin ilk tercihi de Alman değil Avusturyalı mimarlar oldu. Bu ilginç bir konu. Clemens Holzmeister ve o dönem çok genç olmasına rağmen Holzmeister’ın ofisinden geldiği için Egli çok deneyimli mimarlardı.
BN: Sayar’ın Arkitekt’in 1938 senesindeki bir sayısında oldukça meşhur bir makalesi vardır. Burada Sayar “Neden yabancı mimarlık?” “Neden yabancı mimarlar anlamadan Türk motiflerini tasarımlarında kullanıyorlar?” gibi sorular sorar. Bu tartışma genel olarak sadece Arkitekt’te yer alır. Ayrıca 1930’larda ulusalcılık akımı da vardır. Bunun bir örneği olarak hükümet Sedad Hakkı Eldem’e Cumhurbaşkanlığı Köşkü Projesi’ni ısmarlar. Aslında şunu belirtmeliyiz ki, genç Türk mimarların hepsi yabancı mimarlarla çok yakın çalıştılar. Örneğin Güzel Sanatlar Akademisi’nde Egli’nin asistanları Sedad Hakkı ve Arkan’dı. Birlikte çalıştılar, fikir alışverişinde bulundular. Eldem “Türk Evi” kitabını Egli’nin girişimiyle yayınladı. Bunu yapmasını ve konunun çok önemli olduğunu belirtmişti. Kemali Söylemezoğlu, Emin Onat ve Orhan Arda gibi diğer mimarlar da Paul Bonatz’a oldukça yakınlardı. Taut’un ayrıca birçok genç Türk mimarla çalıştığı büyük bir ofisi vardı.
BN: Ortada bir anlaşmazlık vardı ve bu anlaşmazlığın sebebi de büyük kapsamlı tasarım siparişleriydi. Burası tamamen açık. Genç mimarlar da “Hazırız, tasarlamak ve inşa etmek istiyoruz ve bunu yapabiliriz” diyorlardı. 1937’de Türkiye Büyük Meclisi Binası için Atatürk uluslararası bir yarışma açılmasını sağladı ve Holzmeister birincilik kazandı. Hatta bu Avusturyalı otoritelerin Holzmeister’ın yıldız mimar olduğu dönemin bittiğini belirten bir zaman diliminde gerçekleşti. Ancak Atatürk Holzmeister’ın birinci olması için ısrar etmişti. Türk mimarların hiç şansı yoktu. Bu durumun değişmesi ise Anıtkabir için açılan yarışma ile oldu. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden sonra bir Türk mimara sipariş edilen ilk işti. Bunlara rağmen, bence Zeki Sayar’ın editörü olduğu, uzun dönemde büyük katkısı olan Arkitekt’te yabancı mimarlara bir meydan okuma söz konusu değildi. Bu o dönem içerisindeki Türk ve yabancı mimarların diyalog biçimiydi diyebiliriz.
BN: Evet, tabii ki. Örneğin Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi hiçbir zaman Arkitekt’te basılmadı.
Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi – Bruno Taut
BN: Son yirmi sene içerisinde çok fazla şey değişti. Türkiye’deki mimarlık üretimi çok büyük bir ivme kazandı. 1950’ler ve 1960’larda bir süre, Cumhuriyet’in erken dönemlerindeki yabancı etkisi görülebildi, açıktı. Çünkü Türk mimarlar bu kişilerin asistanlığını yapmıştı. Fakat bu tarihten sonra University of Pennyslvania ve Louis Khan’ın etkisi başladı. Bu eğitim sistemini büyük ölçüde değiştirdi. Bugün ise global bir mimariden söz edebiliriz. Yalnız bazıları geleneğin izinden yürürken, bazıları daha çok ticari işler yapan mimarlar diyebiliriz. 1990’larda İTÜ’ye gelip değişim programıyla çalışmaya başladığımda incelediğim mimarinin çoğunun kaybolduğunu gördüm. Fakat İTÜ ve ODTÜ’nün belirli bir eğitim geleneği var, öğrencilerini bu anlayışta yetirştiriyorlar.
BN: Almanların yaptığı binalardan benim en çok beğendiğim Bruno Taut’un Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi. Planı, malzemeleri, formu ve yeni bir Türk kültürü yaratma hedefi doğrultusunda oldukça kompleks bir bina. Bu inanılmaz bir başarı. Türk mimarlardan ise dönem içerisinde işlerini en çok beğendiğim Seyfi Arkan. Florya Deniz Köşkü, Dışişleri Bakanlığı Hariciye Köşkü, Belediye Bankası Genel Müdürlüğü tasaımlarını çok beğeniyorum. Ayrıca gündemdeki Martin Elsaesser’in tasarladığı Ankara’daki Sümerbank binası da çok beğendiğim bir yapı. Günümüzde neredeyse boşaltıldı. Yapı çok titiz bir restorasyondan geçmeli, korumamız gerekiyor bu tip yapıları.
Florya Deniz Köşkü – Seyfi Arkan
BN: Şu anda üzerinde çalıştığım iki proje var. Birincisi Orta Çağ’a ait Romanesk bir katedral olan Santiago de Compostela üzerine. Ayrıca küreselleşmenin etkisi altındaki modern mimari hakkında küçük bir kitap yazıyorum.
3 yorum
Katılıyorum, söylemek istediğim buna benzer bir şeydi ancak “görüş” kelimesinin bir açı içermesi nedeniyle tereddütteydim. Bir pencereydi bir kapı değil.Bu yeni haliyle kesinlikle daha samimi bir ortamda her biri birer “tartışma”… Teşekkürler. Ayrıca bir kenti en iyi anlatanlar ne yazık ki mimarlar değil yazarlar o nedenle genellikle yazarlardan alıntı yapmayı seviyorum.
Ne güzel bir yazı olmuş, unutmuşuz yazılarını Simla, daha sık yazmanı bekleyebiliriz artık.
Eski Köşe Yazısı’nın yerine Görüş’ün gelmesinden ben şahsen çok memnunum, sana cevap olarak değil ama sırası geldiği için not düşmekte fayda var. Köşe Yazısı bizi disiplinli bir şekilde yazı istemeye iten, bir düzeni olan, formatı daha tanımlıydı. Yani biz kendimize öyle bir çerçeve çizmiş sonra da onu takip etmeye çalışmıştık. Görüş hem adıyla, hem çizdiğimiz çerçevesiyle çok daha rahat devam ettirebildiğimiz bir bölüm oldu. Niteliğin gündemin ve Arkitera’nın bu bölümüne olan ilginin kendisinin belirlediği bir bölüm. İyi oldu bence.
Sondaki iki link dipnota gülmedim diyemeyeceğim. Epeyce postmodern bir tavır olmuş.
Eline sağlık.
Haydarpaşa’nın otel olması meselesiyle ilgili ayrıca tartışabiliriz bu arada. Hiç bir çıkar grubu ile ilgim yok, mimarlık yapmam ama bence Haydarpaşa Gar işlevini sürdürmeli. Ana hat trenleri Gar’a gelmeli ve geri çıkıp gitmeli Avrupa’ya. Ama üst katlar da otel, lokanta, bar, kültür tesisi olabilir. Olmalı hatta bence.
Tartışmanın yeri burası değil o ayrı 🙂