“Mutlu Kent” Umudu Gerçek Olur mu?

Çok disiplinli bir akademik serüveni olan Yaşar Adnan Adanalı, kent üzerine düşünen, üreten bir aktivist. Son dönemlerde "Mutlu Kent" blogunda yazdığı eleştirel yazılarla dikkat çeken Adanalı ile güzel bir sohbet gerçekleştirdik.

Bahar Bayhan: Öncelikle biraz kendinizden bahseder misiniz? Bugüne kadar nasıl çalışmalar yürüttünüz ve şimdilerde hangi konular üzerine çalışıyorsunuz?

Yaşar Adnan Adanalı: Şu an çalışmalarımda kente odaklanıyorum ancak buraya çok farklı kanallardan geçerek geldim. Önce İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde Toplumsal ve Siyasal Bilimler okudum. Sonra yüksek lisansımı Londra Üniversitesi’nda Kentsel Toplumsal Gelişme Pratiği üzerine yaptım. Doktoram da Uluslararası Şehircilik üzerine, şu sıralar tezimi bitirmeye çalışıyorum. Okurken de sonrasında da birçok farklı yerde gönüllü ve profesyonel olarak çalışma imkanım oldu. Genellikle kent üzerine yürütülen çalışmalarda yer aldım. Kent yoksulluğu ile başladım, devamında gecekondu mahalleleri, kent hakkı, konut hakkı, zorla tahliyelere karşı mücadele gibi konularda araştırma ve sahada örgütlü mücadeleye destek sağlamak şeklinde çeşitli deneyimlerim oldu. Üniversitede okurken bir araştırma için Güney Amerika’ya gitme fırsatım oldu, Che’nin Motorsiklet Günlükleri’nde çizdiği rotayı tersten izledim. Araştırma amacıyla gittiğim her başkentte sivil bir kuruluşta gönüllü olarak birkaç hafta çalıştım. Daha sonra kentin gecekondu mahalleleri, enformel gelişmesi konularına ilgim arttı.
 


Santo Domingo, Dominik Cumhuriyeti – Yıkım sonrası gecekondu hayatı

Yüksek lisanstan sonra Dominik Cumhuriyeti Santo Domingo’da 6 ay çalıştım. Orada Türkiye’dekine benzer neoliberal dönüşümler yaşanıyor ve kent yoksullarının oluşturduğu bir konut hakkı ağı mevcut. Burada kentsel dönüşümün gecekondu (barrio populares) mahalleleri üzerindeki yıkıcı etkisine karşı örgütlenen mahallelerle dayanıştım. Kent hakkı üzerine bir eğitim programının hazırlanmasına katkıda bulundum, ayrıca yıkım yaşamış bir mahallenin kamu aktörleri ile müzakere sürecine destek verdim. Ama bu sırada ben de ciddi bir şekilde öğrenme fırsatı yakaladım. Yine yüksek lisans sırasında ve sonrasında iki kere Doğu Afrika’ya gittim. Kent yoksulluğu ve sokak çocukları üzerine uygulanan politikaları araştırmak için Kenya ve Tanzanya’da bulundum. Aynı zamanda Londra Üniversitesi Kalkınma Planlaması Birimi (UCL) olarak Birleşmiş Kentler Yerel Yönetimler Teşkilatı (UCLG) Barselona ofisi için dünya genelindeki “İnovatif Yerel Kentsel Politikalar” üzerine bir haritalama çalışması yaptık. 50 tane farklı iyi kentsel uygulamayı belirledik. Sonrasında Türkiye’ye döndüm. Rotterdam Mimarlık Bienali için İstanbul’un zorla tahliye haritasını uluslararası bir öğrenci grubuyla hazırladım. Bu çalışma Açık Şehir Sergisi’nde de yer aldı. Bundan başka, Superpool mimarlık firması ile birlikte “Diyarbakır Kadın Rehberi” adında bir haritalama ve rehber çalışmasında bulunduk. Bu çalışma da bienalde sergilendi. Bu kapsamda, çalışmayı destekleyen, haritalar, vaka analizleri ve makalelerin yer aldığı “İstanbul- Ayrışarak Yaşamak” başlıklı, yine bienalde dağıtılan bir yayın çıkardık.


Diyarbakır Kadın Rehberi

Hasankeyf Belediyesi ve Doğa Derneği ile Hasankeyf’te Barajsız Hasankeyf’i Arama Konferansı’nı düzenledik. Sonrasında da Londra Üniversitesi ve Stuttgart Üniversitesi’nden öğrenci ve akademisyenlerden oluşan bir grupla birlikte Hasankeyf’te “Barajsız Hasankeyf’in Geleceğini Düşünmek” konulu bir çalışma yaptık, katılımcı planlama ve tasarım metotlarıyla birlikte eylem projeleri geliştirdik. Şu anda Stuttgart Üniversitesi Uluslararası Şehircilik Bölümü’nde çalışıyorum, bir yandan da doktora araştırmamı yürütüyorum. Burada, Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu’nun (UNRWA) kamp iyileştirme programına teknik destek sağlıyoruz. Birleşmiş Milletler’in kontrolü altındaki, Orta Doğu’ya yayılmış birçok Filistin kampı var. Yarım yüzyıldır var olan bu kamplar aslında kentsel dokular. Kamp iyileştirme programında, katılımcı metotlarla kampların iyileştirilmesi ve planlanması konusunda entegre planlama üzerine bir çalışma yürütüyoruz. Benim de oradaki görevim, elimizdeki, iyileştirme metodolojisini içeren bir kılavuzun yeniden yazımı. Dolayısıyla kamplara gidip, sahada çalışanlarla bire bir temas halinde neyin işleyip işlemediğine bakarak kılavuzun yeniden yazılmasını koordine ediyorum. Onun dışında da yine Stuttgart Üniversitesi’nde Entegre Şehircilik ve Sürdürülebilir Tasarım adında yeni bir yüksek lisans programı başlatıyoruz. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan gelen öğrenciler ile Alman öğrencilere açık olan bu programın akademik kadrosundayım, burada katılımcı planlamaya yönelik dersler veriyorum. Darmstadt Üniversitesi’nde de yine katılımcı planlama üzerine ders veriyorum. Bunlarla beraber mevcut kentsel muhalefete bir şekilde dahil ve destek olmak için iki tane blog tutuyorum: Mutlu Kent ve Reclaim Istanbul.

“Çıkış noktam aslında başka bir kentin mümkün olması gerektiğidir, Mutlu Kent de böyle bir arayıştı.”

 

BB: Mutlu Kent blogu ile başlamak istiyorum. “Başka bir kent mümkün” söylemi ile yola çıkıyorsunuz. Peki sizin hayalinizdeki “başka kent” nasıl bir yer?

YAA: Çok ucu açık bir şey, aslında bir arayışı ifade ediyorum orada. Her ne kadar blogu, umut içeren farklı uygulamaları paylaşmak istediğim bir platform olarak görsem de İstanbul ve Türkiye’nin gerçekleri beni daha çok, var olan projelere, süreçlere yönlendirdi. Dolayısıyla muhalefetin eleştirel yönünde kendimi buldum. Yani aciliyet gerektiren durumlara ben de yazarak katkıda bulunmak istedim. Çıkış noktam aslında başka bir kentin mümkün olması gerektiğidir, Mutlu Kent de böyle bir arayıştı. Mutlu Kent, benim, İstanbul’a ilk taşındığımda yaşadığım yerin ismi aslında. 1999’da İstanbul’a geldim ve üniversitem şehrin dışında bir kampüs üniversitesiydi, bu yüzden Mutlu Kent adındaki toplu konutta yaşamaya başladım. Mutlu Kent’te ironik biçimde belki de hayatımın en mutsuz günleri başladı. Şu an İstanbul’un gelişen bölgelerinden biri olan Tuzla, Orhanlı taraflarında yer alıyor. Hayatımda ilk kez bir toplu konutta yaşıyordum. Birbiri ardına sıralanmış bloklar, aynı konut tasarımları, hapis gibi bir apartman yaşantısı… Etrafta kent yaşamına dair hiçbir iz yok, zincir süpermarketi gibi belli tüketim mekanları var ve toplu taşıma da oldukça zayıf. Dolayısıyla kent içinde ama kentle hiçbir alakası olmayan, sanki bir yer olamamış soyut bir mekanda yaşamaya başladım. Bu böylece aklımın bir köşesinde yer edindi. Sonrasında da, Mutlu Kent blogu fikri çıkınca aklıma Pleasantville isimli film geldi. Bu filmde 1950’ler Amerikan hayatı, bir banliyö yaşamı konu ediliyor. Filmde aslında “Amerikan Rüyası”nın depresif hali işleniyor. Bu ikisi kafamda çok güzel oturdu ve onun üzerine Mutlu Kent diye yola çıktım. Dolayısıyla başka bir kent mümkün derken de “Mutlu Kent Sitesi”ndeki kişisel deneyimimim ötesindeki arayışları vurguluyorum. “Başka kenti” belli bir tanıma sokulabilecek bir şey olarak görmüyorum ancak adil, özgür ve demokratik bir kente dair hayallerim ve arayışlarım var: İçinde yaşayan insanların, kentin yeniden üretim süreçlerinde baş aktör olduğu, kendi hayatlarına dair söz söyleyebildiği, konutlarından kendi istekleri dışında, başkalarının kararlarıyla zorla çıkarılmadıkları, büyük gerilimlere yol aça yıkımların yaşanmadığı, ekolojinin emlak gelişimi için yok edilmediği, kentsel gelişimin tamamen sermaye ve ranta feda edilmediği, birbirinden kopuk fonksiyonların ve mekanların üretilip bunların da birbirine koridorlarla bağlandığı kentten bambaşka bir kenti arıyorum! Bu kenti, mekan üretiminin ötesinde sosyal ilişkileri de farklı bir kent olarak düşünüyorum. Bu konuda, büyük teyzemin vefatından sonra gördüğüm paylaşımlar aklıma gelir. Teyzem Fatih, Hüsrevpaşa Sokak’ta 50 yıl yaşadı, o sokağa, komşularına, oradaki toplumsal ve ekonomik ilişkilere hep sahip çıktı. Vefat ettikten sonra onu yolcu etmek için yüzlerce insan balkonlarda ve sokaktaydı. Bu paylaşım aslında İstanbul’un halihazırda sahip olduğu bir özelliği. Birebir ilişki kurduğun bakkalın, manavın, esnafın bulunduğu, yaşanabilir bir mahallenin, şu anda dönüşüm sürecinin İstanbul’da dayattığı ve yok ettiği nitelikleri göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Tabi ki burada “mahalle”nin içsel sorunlarının, baskıcı olma potansiyelinin farkındayım.
 

“Başka kent” aslında bir ütopya değil, dünyanın birçok yerinde gerçekleşiyor. Kendi çalışmalarımda, gidip gördüğüm yerlerde ya da okuyup araştırdığım yerlerde de karşılaştım ki başka kentler farklı ölçeklerde mevcut. Mesela, Ekvator’un Cotacachi kentinde yerli kadınların, belediye bütçesinin belli bir kısmında söz söyleme haklarının olması ve bunu kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaları; Kolombiya, Bogota’da toplu taşımanın özel araçlara karşı öncelikle ele alınması, ulaşım sorununun çok kısa sürede çözülmesi; Brezilya, Belo Horizante’de, yoksulluğun derinden yaşandığı bir şehirde yerel yönetimin piyasaya radikal müdahaleleri ile açlığın tamamen bitirilmesi; Küba’da kentsel tarımla, yoksulluk olsa bile, temel ihtiyaçların karşılanabilmesi, kendine yeterli, sürdürülebilir bir sistem kurulabilmesi; Filistin mülteci kampının kendi içindeki siyasi örgütlülüğü ve kendi mekanlarının planlanması sürecinde oynadıkları aktif rolün sonucunda bütün zorluklara rağmen yaşanabilir bir çevrenin üretilme çabası… “Başka kentler”deki mücadele ve arayışlar için umut aşılayan örnekler olarak gösterilebilir.

BB: Mutlu Kent blogunu oluşturmaya nasıl karar verdiniz? Bu süreçte sizi kimler destekledi?

YAA: Aslında şu ana kadar kişisel bir platform olarak gelişti ama farklı yerlerden katkılar almaya, onları paylaşmaya da açığım. Henüz o noktaya evrilmedi. Çıkış noktam, kente güncel siyasi bakışımla alakalı olarak, araştırmalar, seyahatler ve bilgisayar başında geçen üretim sürecini daha açık bir ortam da paylaşma isteğimdi.
 

“Yaygın medyanın değinmediği konularla ilgileniyorum. Çünkü medya, bu konudaki projeleri reklam kaynağı olarak gördüğü için bunları gündeme taşımak istemiyor.”

 

BB: Blogunuzda oldukça güncel konulara yer veriyorsunuz. Mesela Beyoğlu’nda belediyenin gerçekleştirdiği uygulamalar üzerine birçok yazı yayınladınız. Yazmak istediğiniz konuları nasıl seçiyorsunuz? Sizi etkileyen süreçler üzerine mi, yoksa mutlaka dikkat çekmek istediğiniz konular üzerine mi yazıyorsunuz?

YAA: Beyoğlu üzerine çok şey yazıyorum çünkü orada yaşıyorum. Hayatımın önemli bir bölümü Beyoğlu’nda geçiyor dolayısıyla gün be gün Beyoğlu’nun, İstiklal Caddesi’nin ve çevresinin içinden geçtiği dönüşümü, soylulaştırma sürecinde mekanda ve toplumdaki dönüşümü tecrübe ediyorum ve onu yazıyorum. Biraz da “başka bir kent mümkün” söylemindeki gibi, insanların yaşadıkları yere dair sözlerinin olması, yaşanan süreçlere katılma yönünde talepkar olmaları, mekanın birlikte üretimi noktasında ben de kendi yaşadığım alana dair sözler söylüyorum, kamu ve özel aktörlerin yaptığı yanlışları görünür kılmaya çalışıyorum. Bunların dışında Orta Doğu ile ilgili, kentsel dönüşüm ve soylulaştırma ile ilgili çalışma deneyimlerimi paylaşıyorum.


Demirören AVM

Alışveriş merkezleri de diğer bir ilgi alanım. Burada da aslında yine kişisel bir hikayeden yola çıkıyorum. Doğup büyüdüğüm yer olan Mersin’de yaşadığım mahalle, çok fonksiyonlu, aktif bir hayatı olan, kafeleri, mağazaları, konut alanlarıyla güzel bir orta sınıf mahallesiydi. Kentin merkezinde, ülkenin sayılı opera ve balelerinden birini bulunduran, rıhtımı olan güzel bir mahalle. Birkaç yıl önce kentin merkezi bir noktasına ülkenin en büyük alışveriş merkezlerinden biri yapıldı. Mimari olarak oldukça başarılı bulundu bu proje, sonrasında birçok ödül aldı. Fakat devamında benim doğup büyüdüğüm mahalle, çok kısa sürede sanki bir çöküntü alanına dönüştü. AVM inşaatı başlayıp birkaç sene içinde bittikten sonra mahalledeki ekonomik ve toplumsal yaşam çok derinden etkilendi, mahalle neredeyse bir hayalet kente dönüştü. Tabii bunlar hep şehircilikle ve kent yöneticilerinin, AVM yatırımına onay vererek böylesi büyük bir yatırımın etkilerini değerlendirmemeleri ile ilgili hatalardı.

Bunların dışında, yaygın medyanın fazla değinmediği ve değinemeyeceği konularla ister istemez ilgileniyorum. Çünkü şu bir gerçek ki bugün medyanın ana gelir kaynağı olan reklamların büyük bir kısmı emlak sektöründen geliyor. Dolayısıyla bu emlak projelerinin de birçoğu kendi içinde şehircilikle ilgili sıkıntıları olan, yol açtığı sorunlar ve haksızlıklar itibariyle görünür kılınması gereken projeler. Fakat medyanın bunu gündeme taşıması pek mümkün olmuyor çünkü bu projeler onların reklam kaynakları. Dolayısıyla, kente dair eleştirel bilginin üretimi ve dolaşımı açısından büyük bir boşluk ortaya çıkıyor. Ben de buna karşı verilen mücadelede blog ve sosyal medyayı önemli bir araç olarak görüyorum. Yine kendi blog pratiğimde bunun etkili bir metot olabileceğine şahit oldum. Mesela, Ali Ağaoğlu’nun “herkes iyi yaşamayı hak ediyor” sloganıyla manşetlerde yer aldığı dönemde, My World Europe projesinin gerçekleştiği alan Ayazma’da tam tersine bir kentsel dönüşüm trajedisi yaşandı, burada çok ciddi hak ihlalleri gerçekleşti. Yoksul mahalleler üzerinden varsıl bir yaşam inşa edilmeye başlandı. Bu durumun tüm çıplaklığıyla medya da yer alması mümkün değil çünkü zaten bugün medya, o emlak geliştiricisi tarafından onun projelerinin reklamlarıyla besleniyor. Dolayısıyla bunun farklı kanallardan gündeme getirilmesi gerekiyor. Benim o zaman yazdığım bir yazının kamuoyunda yankı bulduğunu, ve bunun proje sahibini rahatsız ettiğine bire bir şahit oldum. Blog ve sosyal medyanın bu potansiyeli benim için ayrıca bir motivasyon kaynağı oluşturmakta. Yazdığım konular işte bu kentsel muhalefet alanlarını öne çıkarma gayreti ile şekilleniyor.

BB: İstanbul’da silüet tartışmaları çok gündemde. Siz de Twitter üzerinden Karaköy’de kıyının işgali konusundaki endişelerinizi belirttiniz. Bu konuyu biraz daha açabilir miyiz?

YAA: Silüet mevzusu yeniden gündeme taşındı, medyada ve özellikle sosyal medyada yer aldı. Ben bunu blogumda özellikle “İstanbul ucubesi” hashtagi ile kullanmaya özen gösterdim. Ne yazık ki kentte bazı ucubeler, kentte yaşayanlara, kültür mirasına, şehirciliğin temel ilkelerine rağmen yükseliyor. Tabii görünmeye başladığı noktada da dile getiriliyor. Seyahat gemileri, silüet konusunda üzerinde durduğum bir mesele. İstanbul’un gelişmesi, küresel kent olması, “cool”aşması ile birlikte kente gelen turist sayısındaki artışın yansımalarından biri de cruise turizminde görülen artış. Kısa bir süre öncesinde belki haftada bir iki kez gelen gemiler artık, 365 gün 24 saat ve birden fazla olacak şekilde Galata’ya demirleniyor. Bunu silüet açısından düşünmemiz gerekir çünkü aslında bu gemiler Tarihi Yarımada’nın göbeğinde yükselen 15-20 katlı birer bina gibiler. Bunlar set oluşturacak şekilde sıra sıra demirleniyorlar ve aslında tarihi İstanbul’un göbeğinde geçici ama sürekli bir set oluşturuyor. Bu setin bir şekilde gündeme gelmesi gerekiyordu. Bu durum, Galata’nın, gemiyle seyahat turizmi için uygun bir yer olmadığını da gösteriyor. Sahile erişim engelleniyor, manzara sınırlanıyor, silüet bozuluyor. Bir ‘dünya kentinde’ turistler illa ki seyahat gemileriyle kentin göbeğine inmek zorunda değildir. Bunun için farklı uygulamalar geliştirilebilir. Silüet meselesini aslında Galataport projesi ile birlikte düşünmek lazım. Şu an fiilen özelleşen kıyıyı ve hatta denizi, bu projesi ile daha ciddi tehlikeler bekliyor.

“Kentsel dönüşüm süreçleri, üst ölçekte müdahalenin mümkün olmadığı bir şekilde yönetiliyor.”

 

BB: Biraz da yazılarınızın içeriğine dair sormak istiyorum. Kentsel dönüşüm konusu üzerine de oldukça dikkat çeken yazılar var. Kentsel dönüşüm furyasının, İstanbul’daki yapılı çevrenin dönüşümünü, bununla beraber aslında toplumun dönüşümünü nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

YAA: Aslında değindiğim birçok konu dönüp dolaşıp kentsel dönüşüm mevzusuna geliyor. İstanbul’un büyük mega projeleri ve soylulaştırma süreçleri genel olarak kentin dönüşümü ile doğrudan ilişkili. Süreç çok net aslında: Türkiye ve İstanbul, ekonomik olarak büyüyor ve gelişiyor, İstanbul da, küresel bir merkez olarak bu değişim sürecinde öne çıkıyor, sermaye ve insanlar için bir çekim merkezi haline geliyor. Son zamanlarda bununla ilgili sürekli olarak raporlar yayınlanmaya başlandı. Dünya da en fazla yabancı ziyaretçinin geldiği 7. şehir İstanbul, dünya da en fazla kongre turizminin gerçekleştiği 7. şehir İstanbul, dünya da en fazla dolar milyarderinin yaşadığı 5. şehir İstanbul gibi. Türkiye’nin dünyadaki konumuna göre İstanbul, dünya ölçeğinde orantısız biçimde yükseldi. Uluslararası etkinliklerin düzenlenmesi, bienal süreçleri ile İstanbul, cool bir imaj çiziyor ve Avrupa’da ve dünya da çok sevilen tabiriyle markalaşıyor. Bu küreselleşme süreci ise mekanda çok temel yapısal dönüşümlere yol açıyor. Sermaye mekanda birikiyor ve mekanda birikirken de küçük ve büyük sermaye, kentin merkezindeki, birçok farklı koldan yürütülen mutenalaştırma projelerinden yararlanmaya bakıyor. Bu dönüşümün ihtiyaçlarına göre de kent değişiyor. Ama kentte yaşayanların büyük bir kısmının bugüne kadar olan birikimleri, toplumsal ilişkileri, ekonomik yapısı, kültürel yapısı bu değişime bu kadar çabuk adapte olamıyor. Dolayısıyla bu dönüşüm sonucunda kaçınılmaz olarak kazananlar ve kaybedenler ortaya çıkıyor. Kazananlar küresel kent inşa işinden zenginleşen kesim oluyor. Zenginlikte önceden sanayiciler başı çekerken bugün emlak geliştiricileri, Türkiye’nin en zengin isimleri olarak listede yer alıyor. Kent sakinlerinin büyük çoğunluğu da bu süreçten negatif yönde etkileniyor. Bunun bir göstergesi de Rotterdam Mimarlık Bienali’nde sergilenen “İstanbul Zorla Tahliye Haritası”ydı. Biz orada dönüşüm süreçlerinin İstanbul mahalleleri üzerindeki etkisini görsel olarak sunmaya çalıştık.


İstanbul Zorla Tahliye Haritası

BM tanımına göre zorla tahliye, insanların yaşadıkları yerlerden, konut ve mahallelerinden, kendi rızaları dışında çıkartılma süreçleridir. Bu bir insan hakkı ihlali olarak değerlendiriliyor. Biz de, İstanbul’da 2009 yılı itibariyle gerçekleşen zorla tahliyeleri araştırdık. Bu haritalama çalışmasında, bir mahallenin yıkım riski taşımasından o alanın yıkımı, yeniden iskanı ve insanların yeniden iskan edildikleri yerden bir kez daha çıkartılmalarına kadar olan süreci işleyen bir zorla tahliye döngüsünü gösterdik. Buradaki asıl mesele, şu ana kadarki sürecin adil bir şekilde gerçekleşmediği ve demokratik biçimde yönetilmediğidir. Çünkü dönüşüm süreçlerinde insanların yaşadıkları yere dair, hatta bırakın mahallelerini kendi konutlarına dair bile söz söyleme hakları yok. Bu kararlar tepeden inme bir şekilde alınıyor. Bu projeler, Türkiye Orta Doğu’nun demokrasi modeli gibi sunulurken kentlerin bu kadar anti-demokratik bir biçimde dönüşüyor olması dikkatlice incelenmeli.

BB: Yeni dönemde TOKİ’nin önü açıldı, yetkileri arttırıldı. Kentsel dönüşüm sürecinde TOKİ sizce nasıl bir aktör?

YAA: Aslında TOKİ, tüm bu bahsettiğimiz sürecin baş aktörü. Yerel yönetimlerin, kendi yönetim alanlarının gelişimini kurgulamalarını beklerken, önce TOKİ şimdi de bakanlık tüm kentlerin dönüşümünde tek söz sahibi oluyor. Belediyelerin yetkileri toparlanıyor, meslek odalarının görev tanımları baştan yazılıyor ve bunlar, kanun hükmünde kararnamelerle, yani yasama süreci etkisiz hale getirilerek kotarılıyor. Süreç, en üst ölçekte, müdahalenin mümkün olmadığı bir şekilde yönetiliyor. İnşaat ve emlak geliştirmenin ötesinde bir vizyonu olmayan bu kurum, tüm ülke kentlerinin yeniden yapılandırılması üzerine söz söylüyor ve baş aktör olarak yer alıyor. O aktör, tepeden inme, var olan kentsel talepleri görmezden gelerek bildiği gibi politikalarını uygulamaya devam ediyor. Genel olarak hiçbir alternatifin geliştirilmemesi, farklı bir yöntem sunulmamasından öte, Sulukule örneğinde olduğu gibi, süreçte STK’ların sunduğu tüm çözüm önerilerinin reddedildiği görüldü. Burada da iki şey çok önemli; birincisi siyasi niyet meselesi ki bu niyet sarsılmayacak kadar sağlam gözüküyor. Sermaye birikim süreci devlet eliyle kolaylaştırıldıkça TOKİ’den fazla bir şey beklemek mümkün olmuyor.


İstanbul TOKİ / Kiptaş Projeleri

İkincisi ise kapasite meselesi. TOKİ aslında büyük bir inşaat şirketi, diğer yandan da farklı gelir grubundaki insanlara konut satan bir mortgage şirketi. Böyle bir inşaat şirketi, kamu-özel ortaklıkları ve elindeki özelleştirme yetkileri ile Türkiye şehirleşmesinin en önemli aktörü konumuna getirildi. Ancak kentleri yaşanabilirlik çerçevesinde iyileştirecek, ve bunu katılımcı bir şekilde yapacak kapasitesi yok.

BB: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da yeni kurulan bakanlıklar arasında. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bizi nasıl bir süreç bekliyor?

YAA: Bizi bekleyen süreci, son 8-10 yıllık zamana baktığımızda görebiliriz. TOKİ’nin konutu tüm bağlamlarından, yaşanabilirlik çerçevesinden çıkarıp tamamen sayı meselesine indirgediği bir kentsel gelişim modeli bizi bekliyor. Siyasi alanın imkan sağladığı ve yargı yoluyla da engellenen bazı kentsel dönüşüm projelerinin çok kolay biçimde gerçekleşeceğini, önünün açıldığını söyleyebiliriz. Çok büyük inşaat firmaları ile devletin kendi inşaat firması birlikte kentleri değiştirecek. Bizi bekleyen bu, dolayısıyla bunu bilerek var olan mücadelelere destek olunması gerektiğini düşünüyorum.

“İnşaat şirketleri veya TOKİ tarafından üzerimize planların çizildiği bir süreç yaşıyorken demokrasiden bahsetmek ne kadar anlamlı olabilir?”

 

BB: Bildiğim kadarıyla Türkiye dışında da dönüşüm üzerine deneyimleriniz var. Biraz dışarıdaki süreçlerden bahseder misiniz? Örgütlenmeyi, yasal statüyü, aktörleri düşünürsek, Türkiye ile karşılaştırınca ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?

YAA: Belki belli alanlarda iyi örnekler var ama bizim yaşadığımız bu dönüşüm gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere kadar sermayenin kontrolsüz ve vahşice aktığı her yerde yaşanmakta. Dolayısıyla pek çok yerde iyi örnekten çok kötü örnek var. Fakat bu süreçlere karşı verilen, örnek alınması gereken farklı mücadeleler, farklı tepkiler var. Mesela genel olarak yasal çerçeve olarak baktığımda, demokratik anayasada barınma hakkının, şehirciliğin nasıl yer aldığı çok önemli. Eminim ki bizde, şu ana kadarki sivil anayasa tartışmalarında böyle alt başlıklar yer almıyor. Venezuela’nın bu anlamda anayasası ve ilgili yasaları önemli. Orada kentteki kent yoksullarının yaşadığı gecekondu alanlarının kentsel dönüşüm projeleri ile yenilenmesi yerine, oradaki yaşamın iyileştirilmesi konusunda kendi örgütlülüklerini destekleyecek mekanizmaların önünü açan bir mevzuat var. Var olan örgütlülüğü tanıyan ve onların yaşam alanlarının iyileştirilmesi yönünde hem maddi destek hem de teknik bilgi sağlayan bir yapılanma mevcut. Bu iyi bir örnek olarak sunulabilir. İstanbul’daki gecekondu gerçekliğine birebir oturan diğer bir örnek ise, ilginç bir şekilde Orta Doğu’daki Filistin mülteci kampları. Mülteci kampı desek de aslında burası çok yoğun enformel kentsel alanlar. Burada da yaşam alanlarının iyileştirilmesi için yürütülen çalışmalar var. Mesela Lübnan’daki Nahr El-Bared kampı yaklaşık 20.000 kişinin yaşadığı bir kamp, şu an bu kampın dönüşümü gerçekleşiyor. Dönüşüm sürecinde sokak dokusunun birebir korunmasından insanların komşuları ile birlikte yaşamasına, kamusal alanlar açılırken mağduriyetlerin önlenmesinden her bir aile ile her tekil konutun mimarlar tarafından birlikte tasarlanmasına kadar olan katılımcı bir süreç yaşanıyor. Dolayısıyla yaşam alanlarının iyileştirilmesi projesi bizim yaşadığımız toplumsal huzursuzluk ve gerilim yaratan süreçlerden daha farklı işlemekte.


Şam, Suriye – Mülteci Kamp Dönüşüm Projesi

Suriye’de gördüğüm başka bir dönüşüm projesinde, zaman içinde yaşayanlar tarafından, onların değişen ihtiyaçları doğrultusunda mekanın fiziksel gelişimini değiştirebilecekleri, yani planlı bir şekilde mahallelerini sürekli yeniden inşa edebilecekleri “adım adım kentsel gelişme” modelinin insanları mutlu ettiğiydi. Mesela Brezilya’da, katılımcı planlama sürecine, orada yaşayan kadınların, gençlerin veya kent yoksullarının örgütlü biçimde dahil olmaları sıkça rastlanan bir uygulama. Belediye bütçesinin belli bir kısmı, temsili demokratik mekanizmalar tarafından değil, katılımcı demokrasiyi işletecek şekilde oradaki yurttaşlar tarafından kullanılıyor. İnsanlar kendi ihtiyaçlarını iyi bildikleri için bütçeyi de nereye harcayacaklarını biliyorlar. Bu örnekler uzar gider fakat dünyanın en yaşanabilir kentleri gibi bir liste yok ortada. Demokrasi mevzusunu mekanda ele almak gerekiyor. Kentler, sokaklar, konutlar bizim günlük hayatımızı yaşadığımız, hava ve su kadar yaşamın merkezinde yer alan mevzular. Henüz bunlarla ilgili karar alamıyor, inşaat şirketleri veya TOKİ tarafından üzerimize planların çizildiği bir süreç yaşıyor iken demokrasiden bahsetmek ne kadar anlamlı olabilir?

BB: Mutlu kentin nasıl mümkün olacağını düşünüyorsunuz? Yoksa bu sadece bir ütopya mı?

YAA: Bir yandan ütopya ama ütopya bize bir şekilde heyecan veren bir şey. Diğer yandan Mutlu Kent, gerçek olan, hayatın içinde olan gündelik pratiğimiz. İstanbul’a bile baktığımızda, insanların bir araya gelme deneyimlerinden, mahallelerine sahip çıkmalarından bu arayış net biçimde görünüyor. İstanbul, başlı başına, yaşayanları tarafından enformel olarak geliştirilmiş bir yer. Hep negatif olarak değerlendiriliyor bu durum, fakat aslında inanılmaz bir potansiyeli de içinde barındırıyor. Dolayısıyla mutlu kent bence ütopik olduğu kadar da gerçekçi bir arayış.

BB: Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

YAA: Ben teşekkür ederim.

Yaşar Adnan Adanalı’nın yazılarını aşağıdaki bloglardan takip edebilirsiniz.

http://mutlukent.wordpress.com/

http://reclaimistanbul.wordpress.com/

Etiketler

Bir yanıt yazın