Levent Ofis'in mimarı Juan Pablo Molestina ile Levent Ofis projesi ve sürdürülebilir mimarlık üzerine konuştuk.
Betül Atasoy: Kısaca kendinizden ve ofisinizden söz edebilir misiniz? Ağırlıklı olarak hangi projeler üzerine ve kaç kişilik bir ekiple çalışıyorsunuz?
Juan Pablo Molestina: Molestina Architekten, Almanya-Köln’de 16 çalışanı ile birlikte üretim yapıyor. Ana üretim konut, ofis planlama ve kentsel tasarım olarak ayrılmakla birlikte, Almanya piyasasında talep konuta yoğunlaşmış durumda. Almanya’da 8 bölge ve diğer ülkelerde olmak üzere şu anda 600 apartman ve konut projesi üzerinde çalışıyoruz. Bunun yanı sıra Düsseldorf’un merkezinde Kö-Bogen, Bochum ve Mulheim Üniversitesi kampüsleri gibi projeler üzerinde çalışmaya devam ediyoruz. Granada civarındaki eski maden kasabalarının sıfır enerji tüketimi doğrultusunda sosyal ve çevresel olarak tekrar yapılandırılmasını amaçlayan Alquife Projesi ise bizim için oldukça özel bir kentsel tasarım projesi.
Kendimden bahsedersem, Yale Üniversitesi’nde lisans eğitimimi, Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de ise erken jenerasyon enerji odaklı fakat bütünsel tasarım anlayışında çalışan mimarlarla yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Yale’de çözüm üretmeyi ve eleştirel düşünmeyi öğrendim. MIT’de ise tek bir yapı yaparken bile, tüm çevreyi göz önüne alarak pasif ve aktif sistemlerin önemli tasarım tekniklerini öğrendim. Fakat bu çalışmalarımın yanında, Hassan Fathy ile Mısır’da stajyer olarak çalıştığım dönem, günümüzde de gündemde olan yeşil teknoloji, sosyal gelenekler ve mimari formlar üzerine çok erken düşünmeye başlamamı sağladı.
BA: Levent Ofis projesi için Tekfen-OZ Gayrimenkül Geliştirme ile nasıl çalışma kararı verdiniz?
JPM: Tekfen-OZ yönetim kurulu üyelerinden birisi ve önceden tanıdıklarım bana bu alan üzerinden fikir üretmemi teklif ettiler. Bir süre fikir alışverişi yapıp, birbirimizi tanımaya başladığımızda, Tekfen, İstanbul’daki Swanke Hayden Connell Architects ile bizi bu projede birleştirdi.
BA: Levent Ofis konsept tasarımı projesinde araştırma süreciniz nasıl gelişti ve ana tasarım kriterlerinizi neler oluşturdu?
JPM: Levent’teki projenin 2 ana çıkış noktası var: İlki, ofisin fonksiyonu ve yeni bir çeşit ofis binasının gerektirdikleri ve çalışanlarına neler verebileceği sorusu. İkinci olarak da, öngörülen yapının İstanbul’un belirli bir bölgesinde ve belirli bir zaman dilimde inşaatının gerçekleşme zorunluluğunun olması, İstanbul’un denizle olan ilişkisi, şehrin yüzyıllar içerisindeki zengin yapım geleneği de zaman ve mekan ile ilgili çıkış noktalarımızı belirledi. Başarılı bir bina tasarım metodu bu konulara cevap vermeli ve umuyoruz ki Levent Ofis bu doğrultuda mimariye bir katkı yapacak.
Bu projedeki ana araştırma ve inovasyon parametremiz ise “mekan ve kültür”dü. Geleneksel Türk elemanları ya da dokusunu yapı deneyimiyle bütünleştirmek istedik. 1976 senesinde, Mısır’da hala öğrenciyken keşfettiğim üzere, muşarabiye (çıtalardan oluşan, dışarıdan görülmeden dışarıyı görmeyi sağlayan ve İslam dünyasında yaygın kullanımı olan pencere kafesi) bu bölgenin geleneksel mimari elemanı. Bu eleman, binayı ısı ve görüntü kirliliğinden, aynı zamanda iç mekanları güçlü atmosfer etkilerinden koruması sebebiyle cephe tasarımında bizim için önemli bir referans oldu.
Muşarabiyenin geleneksel değeri gözönüne alınarak, modern bir ofis binasına adaptasyonu, elemanın tekrar gözden geçirilmiş hatta aynı fonksiyonu karşılayan başka bir elemanın icadı uğraşı ilginç bir düşünme maratonu oldu. Muşarabiyenin daha modern bir uygulamasını ortaya koymaya çalıştık. Tasarım aşamasında yapıyı, muşarabiye gibi bir görsel filtre ile, fakat sabit olmayan mimari cephe panelleri değil de canlı bitkilerle filtrelemeyi daha uygun bulduk. Bölgeye ait bitkileri kullanarak oluşturulan “bitkisel” bir muşarabiye gölgelendirme ve mahremiyeti sağlamak için bir çözüm oldu.
Bunun dışında, bitkiler, binayı güneşten koruyacakları ve aynı zamanda yapının hemen yanındaki çevreyi geliştirip kullanıcılara yeşil bir filtre görevi göreceği için bölgesel hafızaya renk verecekler. Bu yeşil deri ile, tipik dar alanlardan oluşan komşu bölgede konfor ve rahatlık bile sağlayabilirler. Her ofis katında kullanıcılar, uzun bitkilerin büyüdüğü, gerisindeki alana yeşil bir filtreden baktıkları, güneşin mevsime bağlı olarak yeşil ve sarı yapraklar arasından süzüldüğü bir alanda kendilerini bir ırmağın kenarında hissedebilirler. Ayrıca, bitkilerin sulanması sonucu oluşan nem, kafelerdeki su püskürten aletlerin yerine, bitkilerdeki suyun buharlaşması ile birlikte yapının soğutulmasına da yardımcı olacaklar.
Bunların yanı sıra, çatıdaki yeşil alan inşaat sonucu kaybedilen toprağı karşılama amaçlı tasarlandı.
BA: Levent Ofis projesi kapsamında, uygulama sürecinde, konsept tasarımınız dışında gelişen istekler oldu mu, herhangi bir problemle karşılaştınız mı?
JPM: Tekfen yeni tip bir ofis yapısı için son derece destek verdi. Mimarlar olarak işverenin yeni fikirlerini denerken, özellikle gelişmekte olan alanlarda, ticari olarak geleneksel tasarımlar verimli sonuçlar verirken, gerçekleşebilecek risklerin farkındayız. Tekfen’de özellikle Mehmet Erktin olmak üzere işverenle, tasarımın doğasında olan fikir geliştirmede tamamlayıcı ve duyarlı bir ortaklığımız oldu.
BA: “Sürdürülebilir Mimarlık”ın sizin için tanımı nedir ve yeşil binalar sürdürülebilir bir çevre için ne kadar etkili araçlar olabilir?
JPM: Aslında sürdürülebilir yapılar 3 farklı zaman birimi çerçevesinde değerlendirilmeli: İlki, inşaat sürecinde, binanın ve çevresinin yapımı için harcanan enerjidir. İkincisi, yapının işletme sürecinde gerçekleşen enerji sarfiyatıdır. Bu istatistiksel olarak yapının 15 ile 30 sene arasında diyebileceğimiz işletme süresi boyunca çevreye verdiği zararı kapsıyor. Üçüncü zaman dilimi ise, yapının yıkım ve tekrar kullanım aşaması. Yapı ve çevresinin değişimi ve şehirden tamamen silinmesini sürecini kapsıyor.
Bir binanın gerçekten sürdürülebilir olması bu üç zaman dilimine bağlı. Bu bazı paradoksal sonuçlara sebep olabilir. Örneğin bir cami veya kilise gibi çok eski yapılar, az miktarda çevresel teknoloji kullanmaları ve çevreye düşük oranda zarar verdikleri için son derece sürdürülebilir olabilirler. Buna benzer olarak, çok fazla yalıtılmış bir tekil aile evi beklenilenden daha az sürdürülebilir olabilir. İzolasyonun üretim maliyeti, yapının izole bir ortamda olmasına bağlı olarak altyapı maliyeti ya da havalandırma ve aydınlatma problemlerinin çözümü sonucu çıkan maliyet son derece istenmeyen enerji sarfiyatlarına sebep olabilir.
Bunların yanı sıra, pasif, düşük oranda teknoloji kullanan sürdürülebilirlik anlayışı ile yüksek oranda teknoloji kullanılan sürdürülebilirlik anlayışı arasındaki ayrım problemi var. Her ikisinin de avantaj ve dezavantajları var. Fakat biz kendi ofisimizde ürettiğimiz çözümlerde, bütüncül mimari tasarım yaklaşımıyla, Levent Ofis yapısındaki cephe sistemi gibi mümkün olduğunca basit, pasif anlayışlarla tasarım yapmayı tercih ediyoruz. Sadece mimari olarak değil, bütüncül bir anlayışla sürdürülebilir binalar tasarlamak, mekanik ve strüktürel diğer yapı sistemleri göz önüne alınarak ancak anlamlı olabilir.
BA: Günümüz kentlerindeki hızlı üretim-tüketim ilişkisi çerçevesinde yeşil binalar iç mekan kalitesini iyileştirmenin yanı sıra kamusal hayata ne tip katkılar sağlayabilir, genel olarak sizin projelerinizdeki kamusal mekan tasarım ilkeleriniz nelerdir?
JPM: Yeşil binaların daha sade ve hafif olması gerekiyor. Özellikle yapıların kısa ömürlü kullanım süreleri göz önüne alındığında yapı bileşenlerinin tekrar kullanılabilir olması, binanın çevreye verdiği zarar gelecek kullanıcıları düşünerek oluşturulması, binadaki teknolojik kullanımın düşük olması ve genel kullanıcılar için kolay kullanımı açısından mümkün olduğunca sade olması gerekiyor. Kompleks bir çevre vücuda getirmek, binanın, mimarinin özündeki sempatik ve fonksiyonel alanları destekleyici, eğlenceli alan yaratma gibi temel amaçları açısından bir tehlike yaratabilir.
BA: Sizi sürdürülebilir mimari tasarıma yönlendiren sebepler neler oldu?
JPM: Günümüzde dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde ya da yapay kentsel bölgelerde yaşıyorlar. Gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 75. Gelecekte, 2050 yılı itibariyle, nüfusun dörtte üçünün şehirlerde yaşayacağını düşünürsek, daha da geniş kentsel alanlarla karşılacağız. Gezegenin geniş ve hoş alanlarına asıl amacından farklı olarak, büyük alanlar kapsayan yapı çözümleriyle değil de, yaşamı küçük alanlarda tasarlayarak çözmemiz gerekiyor. Bu tasarım görevini iki farklı aşamaya getiriyor: İlki, güneş, rüzgar, kinetik enerji ve diğerleri gibi çevredeki enerjinden faydalanmak için uyun teknolojiyi oluşturmaktır. Böylece gelecekteki şehirler zor durumda kalmaktansa, sayısız enerji imkanlarından faydalanıp gelişebilirler.
Diğer aşama ise estetik kaygı olarak beliriyor. Kendimizi her ne kadar büyük zenginlik ve teknolojik yoğunlukla çevrelemiş olsak da en büyük zevklerimiz açık alanda, güneşli bir günde, bitkiler ve diğer doğal elemanların bulunduğu alanlarda başkalarıyla vakit geçirmek gibi basit olanlar. Çevremizdeki enerji kaynaklarını zekice kullanan ve insanların değer verdiği doğal alanları ön plana çıkaran bir mimarlık, gelecekteki yeni mimari estetiği oluşturmalı.
Günlük yaşam deneyiminin kalitesini arttırmayı mimari kalitenin tanımı olarak hedeflersek, mimarlığın dünyayı iyileştireceğine inanıyorum.
2 yorum
Son Zeytinburnu kuleleri de göstermiştir ki, artık imar planları ve imar planı değişiklikleri sadece ve sadece mimarlar ve şehir plancıları tarafından yapılmalı; bu kişileri de mutlaka öğretim kurumları ve meslek odaları seçmelidir. Yoksa bu ve buna benzer “facia”ların önüne geçilemez. Belediyelerdeki iki boyuttan fazlasını göremeyen zihniyetle bu iş bu kadar olur.
Belediyelerde iki boyuttan fazlasını gören zihniyet de olsa bu ortamda ve bu ilişkiler sisteminde durum pek değişmezdi. Iste size Kadıköy siluetini değiştiren Mühürdar’daki Taşyapı’nın Corner otel örneği. Bu tip örnekler kaza sonucu olmuyor, gözlerimizin önünde bilinçli olarak yapılıyor. Asıl zihniyet bu maalesef. Keşke Aykut Köksal’ın çok özgün biçimde belirttiği Tarihi Yarımada’nın kent siluetini koruyabilecek bir zihniyet dünyamız bugünlerde olabilseydi…