6 Şubat 2023 tarihli Maraş ve Pazarcık depremlerinin ardından yine her zaman olduğu gibi oturup düşünecek vaktimiz yoktu, hızla harekete geçmeli ve neredeyse yok olmanın eşiğine gelen kentlerimizi yeniden imar etmeliydik.
‘Durun, biraz düşünelim, konuşalım’, diyen birkaç cılız sese kulak veren oldu mu, bilemiyoruz. En azından devlet kademelerindeki karar vericiler tarafından ciddiye alınmadıkları kesin. Cihanşümul devletimizin ve şanlı inşaat sektörümüzün ağır darbe almış itibarını tamir etmek için şişirilmiş kaslarını sergilemek daha cazip bir yoldu belki.
Belki hatırlayanlar olacaktır, 20 yıl kadar önce 99 Marmara depreminin ardından da o dönemin aktörleri benzer bir refleksle harekete geçmişti. Depremden sonra birkaç ay içinde Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından hızla belirlenen Kalıcı Deprem Konut Bölgeleri’nde yine Bakanlık tarafından görevlendirilen 5 inşaat firması çalışmaya başlamış, 2-3 yıl içinde 27 yeni yerleşim bölgesinde 47.700 konut birimi tamamlanarak depremzede hak sahiplerine teslim edilmişti.
Ancak Murat Balamir’in aktardığına göre 2002 yılı sonlarında Deprem Konutları’nın durumunu yerinde tespit etmek amacıyla bölgeye giden ODTÜ Şehir Bölge Planlama Bölümü öğrencileri bu kalıcı konutların yaklaşık üçte birinin boş, üçte birinin de başkalarına kiralanmış olduğunu raporlamıştı. (Mimarlık, sayı 307, Eylül-Ekim 2002). Amaç hasıl olmuş muydu peki?
Sürecin değerlendirildiği bir yuvarlak masa toplantısında 5 müşavir firmadan birinin temsilcisi en büyük sorunun süre kısıtı olduğunu belirtiyordu: proje çalışmaları için yaklaşık 1,5 ay süre tanınmış, ardından hızla sahada imalata başlanması talimatı verilmişti. Yine de müşavir firmalar yüce gönüllülük göstererek deprem konutlarına mimar, tasarımcı eli değmesi gerektiğini düşünmüş, aslında hiç de zorunlu tutulmadıkları halde mimarlarla anlaşarak onlardan Bakanlığın belirlediği imar planları ve yine önceden belirlenmiş tip projeleri esas alarak proje üretmelerini talep etmişti.
Kamuoyunda da Bakanlık yetkililerinin toplantılarında da en çok gündeme gelen konu sağlam zemindi. Bir kere seçilen zeminin sağlam olması, fay hatlarının uzağında olması gerekiyordu. Bolu, Sakarya ve Düzce’nin yamaçlarındaki alanlar bu nedenle seçilmişti. Ve tabii ki artık binaların depreme dirençli hale getirilmesi için statik hesaplardaki katsayıların artırılması ve tünel kalıp sisteminin tercih edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktu, zira deprem bunun en geçerli metot olduğunu ispat etmişti. Ayrıca yeni konutların 3 katı aşmaması tavsiye ediliyordu, çünkü Bakanlık tarafından bölgede yapılan anket sonuçlarına göre depremden sonra kimse 3 kattan yüksek binalarda yaşamak istemediğini söylemişti. Gerçi 2 kat daha iyi olurdu ama kamulaştırılan alan bu kadar yaygın bir yerleşim için yeterli değildi, o zaman 3 kat için de halkın rızası alınabilirdi.
Bu ahval ve şerait altında mimarlardan tasarımlarında “çağdaş Türk mimarisi sentezi” yaratmaları talep ediliyordu. Kimi memnun, kimi kızgın, tasarım ofisleri bu sınırlamalara uyarak vaziyet planı çalışmaları yapmış, tip planlar için alternatifler üretmiş, öncelikle Bakanlık’taki uzmanlara sunuş yapılmış, çalışmalar belli bir olgunluğa ulaştığında bizzat Sn. Bakan tarafından görülüp ‘beğenilmiş’ti. Görseller basında sergilenmiş, uygulamalar da halka söz verildiği gibi kısa süre içinde tamamlanmıştı.
99 Marmara Depremi’nden sonra Mimarlık Dergisi’nin eski sayılarında yayımlanan görüş, toplantı tutanağı ve bilanço denemelerine dayanarak yapılan bu çok kısa özet kulağa ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Ben dahil çoğu kişi için yeni olan bu bilgiler çok da eski olmayan 20 yıl öncesine ait kayıtlarda mevcut. Kamu kaynaklarıyla yürütülen ve o dönem için belki de dünyadaki en büyük ölçekli konut/yerleşim üretiminin ardında bıraktığı iz nedir peki? Kamu kaynağı değil, bağışçılar, inşaat sektörünün yüce gönüllü aktörleri diye düzeltmeye kalkmayalım lütfen, zira armağanın arkasında nasıl bir iktisadi ve sosyal ilişki biçimi olduğunu en azından Marcel Mauss’tan beri biliyor, farklı yönleri ile tartışıyoruz. Öte yandan bu yapım işlerinin pek çoğunun da ihale koşulları ile verildiği son derece açık.
Soruyu baştan alırsak, Şili ve Meksika gibi gelişmişlik düzeyi Türkiye’ye yakın ülkelerin deprem deneyimleri ve depreme karşı oluşturdukları stratejileri buradan takip ederken, Türkiye’deki büyük ölçekli üretimin yarattığı tartışma neden bu kadar sönük, zihinsel derinliği neden bu kadar sığ olmuştu? Kamu kaynakları neden bu kadar denetimsiz bir şekilde harcanmıştı?
Çalışmalardan haberdar olan uzmanlar içinde pek azı sürecin genel bir muhasebesini yapmayı denemiş olmalı ki değerlendirmelerin kayıtları da son derece az. Yukarıda değinilen yuvarlak masa toplantısı bu az sayıda kayıttan biridir, metnin başlığı da -belki zamanın dergi yayın kurulu başkanı Kadri Atabaş tarafından- ironik bir ima taşıması amacıyla seçilmişti: “Tarihe Belge Bırakmak: Kalıcı Deprem Konutları Üzerine” (Mimarlık, sayı 309, Ocak-Şubat 2003).
Derginin aynı sayısında Güven Erten tarafından kaleme alınan değerlendirme yazısında kalıcı deprem konutlarının hemen hiçbir açıdan hedeflenen sonuçları yakalayamadığını belirtiliyordu. Yerinde yapılan gözlemlerin ardından yapılan özet değerlendirmede,
• Hem kalıcı deprem konut alanlarında hem de hasar gören yerleşimlerde mülkiyet düzenlemeleri yapılamadığı,
• Hak sahibi sayısından fazla konut ve kamulaştırma fazlası arazi olduğu,
• Kalıcı deprem konut alanlarının idari statülerinin 2003 yılında hala tanımlanamadığı,
• Kalıcı konut alanları hem kendi içinde hem de mevcut kentlerle bütünleşemediği,
yönündeki tespitlerin dikkatle not edilmesi gerekir. Tabii ki aradan geçen zaman ve ülkenin son 20 yılındaki dizginlerinden boşanmış imar süreçleri o dönemin deprem konutlarını görece daha makul bir açıdan değerlendirmemize neden olabilir. Ya da zaman içinde yaşayanların müdahaleleri sayesinde deprem konutlarının yaşayan çevrelere dönüşmüş olmaları da mümkündür. Belki de güncel bir gezi ve değerlendirme bu konuya ışık tutabilir.
Görünen o ki, 17 Ağustos Depremi’nin ardından kamudaki aktörlerin kriz anında problemi dar bir kesim içinde tutarak çözme inadıyla, yeterli yazılı ve görsel kayıt tutmadan, zaten birlikte çalışmaya alışık oldukları bazı özel firmalar yoluyla hareket etmesinin sonucu olağanüstü büyüklükte bir kaynağın verimsiz bir şekilde harcanması olmuştu. Ancak bu büyük üretimin zihinsel açıdan dönüşüme neden olabilecek ne bir kaydı vardı ne de böyle bir amacı. Zihnin çabası eksik kalınca onun yerini her zaman genel geçer kanaatler, klişeler ve sorgulanmaz zevkler doldurur. İmar Bakanı’nın “beğeni” kriteri kararı tartışılmaz kılmak için yeterli olsa gerek. Bir de tarihin bir ironisi olsak gerek, o zaman da Bakanlık bütün deprem konutları işini merkezden yönetmeyi tercih etmiş, yerel idareler karar süreçlerinin dışında bırakılmıştı.
Şimdi de şehirlerin dışında, uzak birer uydu-kente dönüşme riski olan aceleyle belirlenen sağlam zeminli arazilerde yapılacak konutlar için alelusul hazırlanan sunumlara mimarca bir lezzet katmaktan başka, geleceğe nasıl bir zihinsel çaba ve miras bırakıyoruz? Konuyu etraflıca irdeleyen kaç tane makaleye veya araştırmaya rast geldik? Yürütülen sürecin bütün aşamalarına ilişkin dokümanlara ulaşabiliyor muyuz? Kim, nasıl bir vade için, hangi stratejiye göre ne yapıyor gibi sorulara verilecek derli toplu cevaplarımız var mı? Böyle bir bağlamda tasarımın hiçbir soruna çözüm olmayacağını, bu kadar büyük kaynakların sorumsuzca israf edilmesinin önüne geçilmesi gerektiğini dürüstçe konuşmamızın vakti gelmedi mi? Konu kentsel çevre olduğunda ihtiyaç duyduğumuz şeyin “muhteşem tasarımlar” değil, “muhteşem bir süreç” olduğunu ne zaman kabulleneceğiz?
Normal şartlar altında kentsel çevrenin üretimi, şeffaflık, katılımcılık üzerine konuşup bu kadar büyük alanların planlarının basitçe bir kentsel tasarım sorunu olamayacağına ikna oluyorsak, ilk kriz anında önceden konuştuklarımızı unutarak esas duruşa geçip komuta kademesinden gelen ilk emirde hemen vaziyet alan askerler gibi davranmayı da bırakmamız gerekiyor. Bergson yaşamın doğal akışına uygun olmayan ezberlenmiş mekanik hareketlerin toplum tarafından mutlaka cezalandırıldığını, esasen toplumsal bir eylem olan komedinin farklı türlerinin bunun örnekleri ile dolu olduğunu söylemişti. Şimdilik gördüğümüz kadarıyla kimsenin güldüğü yok, zira hafızamızın ömrü ve resmi kayıtlarımız 20 yılı kapsamadığı için otomatikleşmiş tutumlarımızı fark edemiyoruz. Zamanı hızlandırsak tarihin geniş planından bakıldığında bizi gülümseten süreç ile anlık durumların yarattığı acı arasında donup kalırız muhtemelen.
Bundan önce her seferinde takip ettiğimiz reçetelerin unutmalı, dünyada neler yapıldığına bakmalı, hiç de mucizevi olmayan çözümler ve yöntemler üzerinde tartışmalı, takip edilebilir ve kayıtları bütün aşamaları ile herkesçe ulaşılabilen kurumsal bir kayıt ve katılım sistemi oluşturabilmeliyiz.
Bu zihinsel dönüşümü gerçekleştirmek, tarihin bu anında geçmiş kuşaklar boyunca ve son depremde kaybettiğimiz kardeşlerimize karşı sorumluluğumuzun gereğidir.
Ve tabii bir de unutulmaması gereken yıkılmış kent merkezleri var. Neyse ki Bakanlık bu konuda da inisiyatif kullanarak tarihi kent merkezlerinin kamuoyunda haşin imar faaliyetlerinin simgesi haline gelmiş kamu kurumları ve inşaat firmalarının insafına bırakılmayacağını, her kent merkezinin bir ‘mimarın imzası’nı taşıyacağını duyurmuştu.
Kentin makro formuna dair büyük hayaller kurmanın baştan çıkarıcı bir cazibesi olduğunu herhalde inkâr edemeyiz. Öyle ki bu cazibeye kapılan kişinin ayaklarının yerden kesilmesi an meselesidir. Vitrivius’un hikayesini anlattığı Dinokrates’in Athos Dağı için Büyük İskender’e sunduğu olağanüstü tasarı, aklı başında bir insanı gülümsetecek bu türden hayallerin çok eskilerden beri kurulduğuna işaret ediyor (De Architectura, II. Kitabın girişi).
Ankara’da Atatürk Bulvarı, Paris’te Champs-Élysées veya İstanbul’da Vatan Caddesi’nin vaktiyle neden bu kadar geniş tutulduğuna dair eş dost sohbetlerinde anlatıcının siyasi yakınlığına bağlı olarak her seferinde şehir ve kahraman ismi değişse de ana fikri hep aynı olan hikâye de bu ihtiraslı hayalin modern versiyonu olarak görülebilir. Stalin’in Moskova metrosu tasarlanırken uzmanların karşılaştığı çetin bir problemi kahve fincanının haritada bıraktığı iz sayesinde beş dakikada çözmesi hikâyesinde olduğu gibi, halkın tahayyülünde bu kadiri mutlak eyleme tarzının müspet sonuçlar doğuracağına dair yaygın bir inanç olmalıdır. Vizyon sahibi güçlü bir siyasi irade ile hayal gücü geniş bir mimarın iş birliği (o meşhur mısrada olduğu gibi “bir Süleyman, bir de Mimar Sinan” formülü) sayesinde bir şaheser yaratılacağına dair güçlü iman şehirciliğin her çağında farklı kılıklarla tekrar eden bir motiftir.
Şimdilik tek yenilik sunuş biçimi, başka bir deyişle halkla ilişkiler faaliyetinde görülüyor. Günümüzde siyasete de kılık biçen PR dünyasında bu bayatlamış hikâyeye uzmanlıkla bezeli bir çeşni katılması kaçınılmaz hale gelmiştir çünkü. Sorulduğunda “tabii ki uzmanlara da danışıyoruz, üniversitelerimizin değerli akademisyenleri, alanında kendini ispat etmiş bilim insanlarımız, geniş bir uzman kadromuz çalışıyor” denilmesi kamuoyunun içinin rahat tutulması için artık gereklidir. Ancak bu uzmanlar kimlerden oluşmaktadır, hangi sıklıkla ve nasıl bir program doğrultusunda toplanmaktadır? Karar ne şekilde alınmaktadır, görüşmelerin kayıtlarına ulaşmamız mümkün müdür? Organizasyonun kurumsal yapısı nasıl tanımlanmıştır ve nasıl bir takvim içinde stratejik hedeflerin takibini yapmaktadır? Bu art-niyetli soruların cevapları pek tabii ki yoktur, aslında verilecek binlerce kararın telaşı içindeki meşgul insanların zaten cevap için kaybedecekleri vakitleri de yoktur.
Yine de basit bir soruyu, belki başkalarının da dikkatini çeker diye umarak ortaya koyalım? Kent tasarlanabilir mi acaba?
Modern çağın başlangıcında üretim kapasitesinde tarihte eşi benzeri görülmemiş artışın ve büyük imkanların yarattığı ufuk, fabrika planının kentler için de takip edilmesi gereken bir model olduğu fikrini doğurmuştu. Modern çağa kadar üretim kapasitesinin düşüklüğü ve hareket kısıtlılıkları nedeniyle son derece küçük bir alanda uzun bir süreç içinde kendi üzerine çöreklenmiş imalat alışkanlıkları ve yüzlerce kere denenmiş, gelişimi yüzyıllara dayanan geleneklerin yarattığı kent dokuları hızla çözülebilir hale gelmişti. Geleneksel kent bir yavaşlığın ve toprakla uğraşanların iyi bileceği türden bir tabakalaşmanın ürünüydü. Cedric Price’ın ünlü eskizinde “katı yumurta” olarak tarif ettiği bu form ardında çoğumuzun hayran olduğu yüzyıllara dayanan büyük bir kültürel miras bıraktı. Şimdi çözülen eskinin yerine, yanına, üstüne, nasıl mümkünse yeni bir kent yaratmak mümkün olmuştu. Frederick Taylor’ın üretimde bilimsel bir metot olarak önerdiği “bir akıl ve bin el” modeli kent için de bir çözümdü belki. Ama biliyoruz ki bu fikir çok kısa sürede iflas etti. Kentin karmaşık ağ sisteminin tek bir akıl tarafından tasarlanıp bin el tarafından uygulanamayacağı fikri esasen 1960’larda hâkim hale gelmişti.
Peki ama eskiden dar imkanlar içinde (imkanlar arttıkça yaratımın azaldığını Bresson bize hatırlatmıştı) uzun vadeli alışkanlıklar etrafında evrilen farklı akılların birbirine eklenmesi ile oluşan geleneksel kent dokularının aksine, hızlı ve kısa sürede inşa edilmesi gereken, üstelik son derece kaprisli ekonomik akışların yıkıcı etkilerine maruz kalan kentleri bin akıl birlikte nasıl tasarlayacaktı? Hepimizi kuşatan bir ethos’un zemininde uzlaşamıyorsak, üstelik zemin de çok hareketli ise, bin akıl nasıl konuşacaktı? Ebniye nizamnamelerinden güncel imar planlarına kadar sayısız yasal mevzuat ve kısıtın gerekçesi bu basit sorun olsa gerek. Tabii bu yasal dayanaklı kısıtların başarısı da tartışmalıdır.
Tschumi ve Koolhaas, Krier ve Rossi, Alexander ve Habraken, ve benzeri pek çok mimar, tasarımcı az önce dile getirilen soru bağlamında tartışılabilir. Biraz geriye çekilip gözlerimizi kısarak bakarsak hepsinin de yaşayan bir kentin karmaşıklığının laboratuvar ortamında kısa sürede nasıl üretilebileceğine dair farklı cevaplar ürettiklerini söyleyebiliriz. Bu karmaşıklığa denk bir planlama sürecini nasıl düşünmeliyiz? Kentin tasarlanamayacağı konusunda hemfikir gibiyiz, peki modern kent planlanabilir mi? Bu kadar karmaşık ve durmaksızın değişen bir bünyenin plan kararları için oluşturulan birimin de çok karmaşık ve katmanlı bir sinir sistemi gibi çalışması gerekmez mi? Farklı alanlar arasında düzayak kurulan analojilerin tehlikesinin farkında olsam da işaret etmek istediğim hususu daha iyi anlatabilmek için şöyle sorsam: memeli bir canlının karmaşık biyolojik işlevleri bir solucanın sinir sistemi ile yönetilebilir mi?
Yakın dönemin en önemli hamlesi belki de bu karmaşıklığın kentin planlama süreçlerini ortaya koyan organizasyonun karmaşıklığına denk olması gerektiğini ima ediyor. Bu, planlama kuramlarının sonucunda ulaşılan bir konsensüs sonucu değil, daha çok giderek karmaşıklaşan idari organizasyonların evrimi neticesinde ulaşılan bir sonuç olmalı. İletişim imkanlarının, uzmanlıkların, organizasyon biçimlerinin evrimindeki erişilen bir eşik belki.
Planlama kararlarının dışarıdan müdahale ve katkılara açık olduğu, şeffaf bir şekilde aşamalı olarak belirlendiği idari bir mekanizma, şekil ve şemail kısıtlarının belirleyici olmadığı (bütün binalar maksimum 4 kat olacak vb. gibi mucizevi formüller) biçimlenmenin süreç içinde farklı seviyelerde çoklu müzakere ile belirlendiği süreçler güncel idari organizasyonların yarattığı bir sonuçtur. Bu tür bir organizasyon için çok kapsamlı veri üreten büyük organizasyonların varlığı, karar süreçlerinin kayıt altına alınıp erişilebilir olduğu yatay kurumsal bir organizasyon şarttır.
Biz bunu ulaşılamaz bir hayal gibi görsek de dünyanın pek çok ülkesinde planlama süreçleri bu şekilde yürütülmektedir. Türkiye’de de bu yönde adımlar vardır, hatta plan kararlarına yansımayan çalıştaylar, komisyon toplantıları yapılmaktadır. Türkiye’de imar planlama süreçleri de bir pazarlığın sonucudur, ancak kritik fark pazarlık ya da müzakere masasının kamuoyunun geneli için kapalı olması, müzakere sürecinin ise şeffaf olmamasıdır. Bu tür kapalı müzakere süreçleri sonucunda alınan kararların somut sonuçlarını görmek için kentlerimizin bugünkü haline bakmak yeterli olsa gerek. Türkiye’deki kentler 5 Şubat 2023’te de hemen hemen bir enkaz halinde idi. Deprem bu görünmez enkazı görünür kılmış oldu sadece.
Bu şartlarda talep basit ve açıktır: organik kentin karmaşıklığına denk karmaşıklıkta bir planlama kurumunun tesisi gereklidir.
Bütün sosyal kesimleri açık müzakere masasına çağıran, hatta gerektiğinde dezavantajlı kesimler için masayı bazı sosyal grupların ayağına götüren, aşamalı ve esnek stratejiler kurgulayan, kentin süreçlerine ilişkin sürekli açık veri üretimi yapan, her aşamada sınanabilir hedefler koyan, aşamaları açık bir şekilde yayınlayan ve paylaşan katmanlı bir kurumsal yapı gereklidir. Böyle bir organizasyonu oluşturana kadar kentlerimizin plan kararları asla güvende olmayacaktır.
Karşılanamaz bir talep değil bu, aksine basit ve temel bir ihtiyaç. Malatya, Adıyaman, Maraş ve Antakya’nın olağanüstü kent merkezi tasarımlarını heyecanla beklerken basit birkaç soru üzerine düşünelim.
Londra’nın onaylı 2021 master planına ve hatta plan süreçlerine online olarak birkaç dakika içinde kolayca ulaşabilirken sözgelimi Hatay’ın imar planına online ortamda ulaşmak neden mümkün değil? Neden her internet aramasında yasal askı süresi içinde yayına çıkmış bazı parsellerin nedenini anlamadığımız plan notu değişikliklerine ilişkin tuhaf meclis kararlarından başka bir belgeye ulaşamıyoruz? Hatay’ın imar planında veya Antakya’nın koruma amaçlı imar planında bu kadar gizlilik gerektiren ne tür bir bilgi vardır?
Seattle veya Melbourne gibi dünyanın diğer ucundaki şehirlerin 2030 yılını hedefleyen bisikletli ulaşım stratejisine ilişkin bütün kayıtlara, her aşamanın hedeflerine, planlama sürecine ilişkin her toplantının video ve yazılı kaydına erişmek mümkünken Malatya’nın gelişim stratejisine ilişkin planlama kurumunun somut kayıtlarına neden ulaşamıyoruz?
Uzmanlarla yapılan onca çalıştayın, ilgili yasa gereği mahallelilerle yapılması zorunlu olan toplantıların çıktıları neden planlama süreçlerine aktarılmaz, neden bunlar aşamalı planlama karar süreçlerinin parçası haline gelemez? Ve neden bu toplantılar karar süreçlerine girdi oluşturmaktan çok plansız ve hedefsiz bir konuşma düzeni içinde katılımcıların iç dökme seremonilerine dönüşür?
Kentlerimizin ayrıntılı ve sürekli güncellenen verilerine ulaşmak neden bu kadar zordur? (Bu konuda yakın dönemde umut veren bir başlangıç yapan İPA’yı belki de ayrı tutmak gerek).
Kentlerimizin güncel takibi için yoğun, kapsamlı ve anlık veri üretmesi gereken yerel idareler neden kendi asli meseleleri olmayan gastronomi festivalleri, popüler şarkıcıların konserleri vb. için bu kadar kaynak ayırır? Gastronomi festivali düzenleyerek Antep’i veya Antakya’yı dünya markası yapamayacağımızı ve belediyelerin asli görevlerinin bu olmadığını ne zaman öğreneceğiz?
İtiraf etmesek de bu soruların cevaplarını hepimiz biliyoruz. Peki ama hep beraber yarattığımız imar felaketinin açık sonuçları ile 2,5 ay önceki depremde karşılaşmışken artık yeni bir planlama sürecini düşünmemiz ve bu soruların cevaplarını açıkça ve ciddiyetle tartışmaya başlamamız gerekmiyor mu?
Evet sıkıldık ama son bir soru daha var: deprem bölgesinde acil ihtiyaçlar düşünüldüğünde, tam da bu vahim koşullarda böyle bir organizasyon yapısının kurulması vakit kaybı değil mi? Bu noktada yazının başını tekrar hatırlamak lazım. Soruyu şu şekilde değiştirerek soralım: sürekli 100 metreyi rekor sürede koşma hedefine kilitlenmiş ancak zamanında bitiremediği her 100 metrenin ardından yenisini koşmaya başlayan mecalsiz bir maraton koşucusu olmanın yükünü toplum olarak daha ne kadar kaldırabiliriz?
Notlar:
17 Ağustos Marmara Depremi’nin 3. yılında yapılanların toplu bir muhasebesinin tutulduğu Mimarlık Dergisi’nin 307, 308, 309, 310 no’lu sayılardaki ilgili makalelerin taranması güncel sorunlara ışık tutmak açısından önemli görünüyor.
Söz konusu yazılarda değerlendirme ve önerilerini sunarak tarihe hiç olmazsa kayıt düşen Kadri Atabaş, Murat Balamir, Baykan Günay, Oktay Ekinci, Güven Erten, Yücel Gürsel, Erol Kulaksızoğlu’na ve diğer toplantı katılımcılarına teşekkür ederim.