“Brütalizmin Dansı” serisinde, başta zevksiz ve kaba olarak düşünülen akımın zamanla yükselen yıldızına bir yolculuk yapacağız. Brütalizmi; tarihi, felsefesi, günümüze yansıması, geleceği ve mevcut örnekleri üzerinden inceleyeceğiz.
Brütalizme giriş niteliğindeki bu ilk bölümde, brütalizm akımının etimolojisinden başlayarak akımın doğuşunu ele alacağız.
Kelime kökü olan “brut” ilk olarak 1800’lü yıllarda, Fransa’da “çiğ, kaba” anlamlarıyla; daha sonra İngilizce ve Fransızca’da “vahşi, acımasız” anlamlarını taşıyan “brutal” kelimesine evrilerek karşımıza çıkıyor. Buradan türeyerek oluşan “brütalizm” ise ilk olarak Le Corbusier’nin işlenmemiş beton anlamında kullandığı, “béton brut” kavramından evrilmiş. Son geldiği halde ise genel tabiriyle; genellikle betonun rafine olmayan, ham haliyle kullanıldığı, büyük ve kaba görünümlü mimari yapılarla özdeşleştirilen bir stildir.
Basit tanımından da görebileceğimiz gibi etimolojik kökeninin izlerini yoğun bir şekilde taşıyor ancak örneklerine ve felsefesine baktığımızda, anlamsal dönüşümünü estetik tatminle harmanlayarak geçirdiğini görebiliyoruz.
Bauhaus’u takiben 20. yy ortalarında ortaya çıkan Brütalizm, sıklıkla post modern mimari ile bağdaştırılsa da aslında modernizmin bir alt kolu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Brütalizmin tarihsel gelişimine baktığımızda ilk durağımız Marsilya oluyor. Marsilya şehri, İkinci Dünya Savaşı döneminde Fransa’nın bir süre işgal altında kalmasının ardından zaferini ilan etmiş olsa da 1945 yılında hala toparlanma dönemindeydi. Bu dönemde Le Corbusier, Marsilya’daki yoğun konut ihtiyacı sebebiyle ilk büyük ölçekli projesini yapmak üzere görevlendirildi. Bu ihtiyacı karşılamak için 1952 yılında, ilk brütalist yapı kabul edilen “Unite d’Habitation” sosyal konut projesini tasarladı. Temelde ihtiyaçtan doğan brütalist mimarinin ilk örneği verildi. Le Corbusier’in yaklaşımına göre brütalizm; malzeme, biçim ve işlevin yalın bir biçimde ortaya konulmasını temel alıyordu.
Konut ihtiyacından doğan brütalizm, Birleşik Krallık ve Doğu Avrupa komünist ülkelerinde ise yeni bir ulusal sosyalist mimari yaratmak için kullanıldı. Zaman zaman komünizmle ilişkilendirilmesi; komünizmin vurguladığı toplumsal adalet, işçi sınıfının ihtiyaçlarına odaklanma ve ekonomik faktörlerle uyumlu bir şekilde tasarlanmış monolitik, işlevsel binaları ifade etmesi gibi temel bağlamlarda uyum yakalamasından kaynaklanıyor.
Kavramın ortaya çıkışı, Le Corbusier etkisinde olmuş gibi görünse de birçok farklı mimarın katkısı mevcut. Farklı mimarların baskın görüşleri arasında, brütalizme yaklaşım iki koldan ilerlemiş: CIAM ve Team 10.
1928 yılından 1950’lerin sonuna kadar olan dönemde, mimarlık kongreleri ve etkinlikleri; Le Corbusier’nin bir araya getirdiği bir grup mimar tarafından oluşturulan Congrès internationaux d’architecture moderne (CIAM) tarafından gerçekleşiyordu. İkinci dünya savaşı sonrası dönemde çeşitli sebeplerle dağılan grupta muhaliflerin başında Alison ve Peter Smithson yer alıyordu. CIAM’in yeni versiyonu diyebileceğimiz Team 10 grubu ise 1953’te kuruldu. Bu gruptan da iki farklı hareket ortaya çıktı: Alison ve Peter Smithson’ın öncülüğünü yaptığı Yeni Brütalizm ve Hollandalı üyelerin Yapısalcılığı.
Smithson’lar, brütalizm anlayışlarını şekillendirirken Japon kültüründeki “inşa edilmiş dünyanın malzemelerine duyulan saygı” temasından ilham almış. Net bir tanımlama getirmeseler de mimarlık anlayışlarını, “mimarlığı yaşam tarzının doğrudan bir sonucu olarak görüyoruz” diyerek açıklamışlar. 1954 yılında yaptıkları ilk brütalist yapı olan Hunstanton School da mimari anlayışlarının beden bulmuş hali.
İngiliz mimarlık eleştirmeni Reyner Banham 1955 yılının sonlarında yazdığı bir denemede, yeni mimariye üç özellik atfetmiş: görüntünün akılda kalıcılığı, strüktürün net sergilenmesi ve malzemelerin “olduğu gibi bulma” estetiğine uygunluğu. Bu özelliklerin Le Corbusier’in “L’architecture, c’est avec des Matières Brutes, établir des rapports emouvants” (Mimari, ham malzemelerle etkileyici ilişkiler kurmaktır) ilkesinde de bulunduğunu belirtmiş. Özetle brütalizmi işlevselliğin kısaltması olarak tanımlamış.
Brütalizm akımına dair pozitif gelişmeler 1980’lerde kesintiye uğramış. Zor benimseneceğinin işaretlerini baştan beri veren akımla ilgili eleştiriler gittikçe artmış ve brütalizm yerini -ileride post modern mimariyi oluşturacak olan- dekonstrüktivizm ve yüksek teknoloji mimarisine bırakmaya başlamış.
Negatif görüşler betonun kaliteli yaş almaması, fazla deforme olması ile beton binaların kent dokusunu kötü yönde etkileyeceği görüşlerinden temel alarak şekillenmiş. Betonun deformasyonunun yanında düz ve kolay boyanır dokusuyla grafiti ve vandalizme ortam hazırlaması da bu düşünceleri pekiştirmiş.
Sayısız brüstalist yapı yıkılmış; yapılar sayısız negatif eleştiri ve hakarete uğramış. Negatif görüşlerini paylaşanlardan İngiliz yazar Anthony Daniels, Le Corbusier’i mimarların betona olan sevgisinden sorumlu tutmuş ve “binalarından tek bir tanesinin veya ondan ilham alan tek bir binanın bile tüm şehir manzarasının uyumunu bozabileceğini” belirtmiş.
Brütalizm, ortaya çıktğından beri, karakteri gereği benimsenmesi zor bir kavram olmuş. Felsefi alt yapısı ve hedefleriyle birlikte kimileri için estetik ve etiğin somutlaşmış hali niteliğindeyken, kimileri için gerçekleştirilmesi imkansız bir hedef olarak görülmüş.
Bu kavramı, Smithsonlar’ın sözünü ettiği gibi “yaşam tarzının doğrudan bir sonucu” olarak düşünmek, herkesin hoşuna gidebilecek bir fikir olmanın yanı sıra içinde çelişkiler barındırıyor ve adeta bir paradoksa dönüşüyor. Çağrışımlar üzerinden gittiğimizde, yaşam ve doğa ilişkisi ilk akla gelen kavramlar oluyor. Bu durumda doğanın yapısına tamamen ters düşen yapılaşmayı, yaşamın ya da yaşam tarzının doğal bir sonucu olarak nitelendirmek, derin tartışmalara zemin hazırlıyor.
Görsel olarak yaşamın özüne tamamen zıt bir konumda duruyor brütalist yapılar. Ancak sistematik olarak incelendiğinde; malzeme ve formların ham halinin kullanımı, ifadedeki yalınlık doğaya oldukça yakın özellikler gösteriyor. Bu stile özgü yapılan yapılar; doğanın dokunulmamışlığı, kendiliğindenliği ve yalınlığının postmodern bir yansıması gibi gözüküyor.
Sonuç olarak hala tartışmaya açık ve tek bir doğrusu olmayan bu konular, şimdilik brütalizmi bir paradoks olarak yaşatmaya devam ediyor.
Kaynakça