Onurcan Çakır'ın "Mimarlık Gibi, Değil Gibi" serisinin 13. bölümü "Kıtalar, rüzgâr, domates ve masallara dair" başlığı ile yayında.
Kendimi en çok rüzgâr eserken canlı hissediyorum. Genellikle sonbahar veya ilkbaharda, akşamüstleri geliyor bu his. Hava çok sıcak ya da çok soğuk değilken. Dışarıdayken. Acelem yokken. Bir senelik aradan sonra tekrar yazmaya heves ettiren bu hava oldu yine sanırım. Köyde yürüyorum, birisi mangal yapıyor yakınlarda. Etraftan gelen mangalın kokusu, kesinlikle kendi yaptığımdan daha lezzetli kokuyor bana her zaman. Hiç düşünmediğin bir anda güzel bir kokuyla karşılaşmanın ani şaşırtıcılığından mı, yoksa mesafeden dolayı kokunun geçirdiği evrimden mi, bilmiyorum. Bazı şeyleri dışarıdan gözlemlemek, odak noktasında olmamak daha keyifli geliyor bana zaten. Mesela kar yağarken evde oturup pencereden dışarıyı izlemektense, sokakta yürüyüp binaların pencerelerinden süzülen sarı ışıkları izlemeyi daha çok seviyorum. Soğuğun içinde o sıcaklık hissini daha da net hissettiriyor.
Eve dönüp elektrikli kahve makinesi ile Türk kahvemi yapıyorum. Bu bir rutin, her gün iki kahve. Ateş üzerinde bakır cezve ile yapsam daha mı çok keyif alırdım, kim bilir. Kahvenin yetişmediği bir ülkede bu nasıl bir bağımlılık diye aklımdan geçiyor. Neyse ki insanlar bir şekilde yüzyıllardır ticaret yapıyor, başka ülkelerden bir şeyler getirip satıyor. Kendim evde kahve yetiştirmeyi de deniyorum, birkaç yıldır büyümeye devam eden bir kahve ağacım var içeride. Yaklaşık on beş santim boyundayken aldığım ve şu anda tavana değen bir ağaç. İlk kez bu sene çiçek açtı ve meyve verdi. Çiçeği çok güzel kokuyor dedikleri için merak edip almıştım, gerçekten de altı sene beklemenin sonunda güzel kokulu ve beyaz çiçeğini koklama şansım oldu. Meyvesinin tadı ise, kavurduktan sonra öğüterek suyla pişirdiğimiz çekirdeği olan kahveye hiç benzemiyor. Tatlı bir meyve kabuğu gibi daha çok. Kendi içtiğim kahveyi üretmeye kalksam, onlarca kahve ağacımın olması gerekirdi sanırım.
‘Gerçek özgürlük, bir insanın kendi ihtiyaçlarını mümkün olduğu kadar kendisinin karşılamasıyla elde edilir’ diyor Henry David Thoreau. Kendi yediğim içtiğim şeylerin tamamını kendim üretmem neredeyse imkânsız. Ama yine de insan kendi eliyle fiziksel bir iş yapmak ve mesela domates biber yetiştirmek istiyor. Belki de atalarımızdan aktarılan ilkel ve hayatta kalmaya dayalı bir içgüdü. Sonuçta bugün başka işler yaparak para kazanıp, başka insanların ürettiği sebzeleri satın alıp yiyebiliyoruz, hayat bu şekilde ilerliyor. Ama hâlâ sanki tohumdan kendin büyütüp, sulayıp ilgilendiğin ve olgunlaştırdığın bir domatesi bahçeden koparabilmek ve o anda taze bir şekilde ısırmak, market reyonundan alıp buzdolabına koyduktan sonra yemekten daha farklı bir tat veriyor.
Belki de kendine özel bir şey yapmak istiyordur insan. Standardın dışında bir şeyler denemek. Markette birbirine benzeyen o binlerce domatesten farklı bir şey yetiştirmek istiyordur. Kendine ait bir domates. Bu çağda standart olmayan bir şey bulmak lüks desem kimse itiraz etmez herhalde. Üretimi kolaylaştırmak ve herkese yetmesini sağlamak için hızlı ve çok miktarda ürün sunacak teknolojiler geliştirildi hep. Herkeste aynı domatesler, aynı giysiler, aynı telefonlar, aynı arabalar, aynı evler. Sırf bu yüzden, birbirinin aynısı yüzlerce daire ile dolu sitelerde yaşayan insanlar, en azından evlerinin iç mekânlarını kendilerine özel hale getirmek için gayret sarf ediyorlar. Geçtiğimiz yüzyılda standartlaşma bir zorunluluk gibi görülerek övülürken, bu yüzyılda kişiye özel ürünler üzerinden pazarlama yapılmaya çalışılması da hep bu yüzden. Hâlâ elbiselerini terzisine diktirenler de bir geleneği sürdürmenin yanında, yalnız kendilerinde olan özel bir şeye sahip olmak istiyorlar. Standartlaşmaya karşı, doğal bir eylem olarak çeşitlenme.
Film ve dizi izlemeyi çok seviyorum, vakit buldukça. Bir hikâye anlatıyorlar, ama hayal etme işini size bırakmıyorlar, hikâyede ne görmenizi istiyorlarsa onu görselleştirerek ve seslendirerek size sunuyorlar. Ateş başında toplanıp masal dinlemenin günümüzdeki hali, televizyon başında oturup film izlemek. Ama bir masal dinlemenin özünde de yine size özel olması var. Anlatıcı, karakterleri ne kadar detaylı da betimlese, her dinleyicinin aklında oluşan görsel kendine özel oluyor. Hikâye aynı da olsa, herkesin kafasında canlanan farklı. Köyde geçtiğimiz senelerde birkaç kez masal gecesi düzenlendi. Gerçekten diğer insanlarla bir arada oturup, bir kişinin anlattıklarını dinlemek güzel bir deneyim. Biraz tiyatro izlemek gibi, ama tam da değil, dekor bile yok. Görselleştirme işi tamamen sizin zihninize ve masal anlatıcının betimleme yeteneğine kalmış.
Geçtiğimiz ay içerisinde iki yaşındaki kızım ve eşimle Priene ve Milet antik şehirlerini gezdik. Onca zaman sonrasında bile ayakta kalabilen malzeme taş. Geri kalan bütünlüğü oluşturan diğer malzemelerin çoğu bugüne ulaşamamış haliyle. Mekânları o zaman olduğu şekliyle hayal etmeye çalışıyorum. Her şey değişiyor, birçok şey yok oluyor, aşınıyor, dönüşüyor. Dünyanın kendisi bile form değiştiriyor. Süperkıtalar milyon yıllar boyunca şekil değiştirerek parçalanıp kıtalara dönüşüyor, kıtalar kayarak bugünkü hallerine geliyorlar. Yirmi beş yıl içinde Maldivler’in yüzde sekseninin iklim değişikliği nedeniyle sular altında kalıp yaşanmaz hale geleceği haberlerde veriliyor bugünlerde. Bundan birkaç milyon yıl sonra kim bilir neler olacak, hayal bile etmesi güç. Dünyanın, üzerinde yaşadığımız bir tür üst ölçek canlısı olduğunu hatırlatıyor bence tüm bunlar. Bizler de diğer tüm hayvanlar, bitkiler, kayalar, denizlerle birlikte onu oluşturuyoruz. Faydalı mıyız zararlı mı, orası tartışılır, ama dünyanın bir parçası olduğumuz kesin.
2017’de ilkini yazdığım bu yazı serisi için hâlâ fırsat buldukça bir şeyler karalamayı seviyorum, çünkü düşündüklerimi kendime hatırlatmam için de iyi bir araçlar. Serinin on ikinci yazısını geçen sene bu aylarda yazmışım. Bu bir sene içinde doçentlik ünvanımı aldım. Akademik olmayan, herkesin internette bir iki dakikada göz gezdirip okuyabileceği ve karşılığında yine benimle fikirlerini paylaşabileceği yazılar yazmak hoşuma gidiyor. ‘Su akar, yolunu bulur’ diye bir atasözümüz var, Tao felsefesinin Wu wei’sine çok benziyor. Belirsizliklerle dolu bu çağda bu sözü ara sıra kendime hatırlatmaya çalışıyorum. Evrende bir toz tanesi kadar küçük olduğumuzu düşünmek ve olayları akışına bırakmak, her şeyi kontrol etmeye çalıştığımız bu devirde zor olsa da denemeye değer.