Sessizlikle Kaim

1930'lu yılların zorlukları içine doğup, mimar olmuş Hasan Öncüoğlu'un anlatıldığı bu yazı; ölüm yıldönümü vesilesi ile oğlu Engin Öncüoğlu tarafından paylaşıldı. Bir dönemi ve o döneme ait aşinası olduğumuz bir karakteri yansıttığına inandığımız bu metni sizinle paylaşmak istedik.

Tire’ye yaklaşırken, insan kendini mümbit tarlalarla, yamaçlardaki zeytinliklerin arasında akan, dar ama trafiği yoğun bir yolda bulur. Bu manzara, içinden geçilen köyler ve etraftaki insanlar; Tire’nin tarihi mirasına dair pek de ipucu vermez. Sabaha karşı işlerin tamamlandığı tarlalar umumiyetle boş, gölgeler kalabalık ve köy kahveleri de yorgun çiftçilerle doludur.

Bazı insanlar, hasletlerini samimiyet, kabahatlerini mahcubiyet ve varlıklarını da tevazu ile örterler. Babam ise böyle biri değildi. Samimiyet, tevazu ve mahcubiyet onu tanıyanların kendisine yakıştırabileceği sıfatlar olsa da; onun örtüsü ‘endişe’ daha doğrusu ‘evham’dı.

Mazisi ve hisleri hakkında konuşmaktan hiç hoşlanmayan babamın; vazgeçemediği (saklayamadığı) bir batıl i’tikadı vardı: Tire yolundaki tarlaların yanından arabamızla geçerken, direksiyon simidine işaret parmağının tersi ile –bir kaç defa- vururdu. Söylemezdi ama bir zamanlar bu tarlalarda yevmiyeli çalıştığını biz bilirdik.

Onun tarlada çalıştığı yaşlarda, karnemizden başka endişe taşımayan abim ve benim, babamı memnun etmemiz kolay değildi. Bizi okula bırakırken, çok konuşmaz, belki “Günü gününe çalışmamız ve derslerden başka şeyle ilgilenmememiz” gerektiği hususunda nasihat eder ama umumiyetle bir an evvel işine yetişmesi gerektiğini hissettirirdi. Mesai yapmak zorunda kaldığı zamanların dışında, yemek saatinden önce evde olan babama günün havadislerini vermek için sofranın kalkmasını beklerdik. Karnı doyduktan sonra, benzer bir iştahla akşam haberlerini de seyrederken, yorgunluğu iyice kendini belli eder; televizyondakilere veya anlattıklarımıza ilgisi azalır ve çok geçe kalmadan uyuyakalırdı.

Resmiyet ve düzen, babamın hayatına hâkim, birbirlerinin tesîrini de artıran iki önemli unsurdu. Sanki kravat onu hiç bunaltmaz, tatil yapmak istemezdi ve şahsi hiç bir merakı yoktu. Ukdelerle dolu bir hayatı olduğuna tüm kalbimle inanırdım.

Her zaman elbiselik kumaşını aldığı mağazadan bir şeyler paketletip, terzisine sipariş vereceğine; bir ‘kot pantolon’ alırsa, illâ ki ‘ne kadar çok yakıştığını, ne iyi yaptığını’ defalarca, hiç aksatmadan, her giyişinde tekrar ederdik. Nereden aklına eser? Bıyık bırakmaya kalksa; tekdüzeliği ile bizi kışkırtmış olan adamcağızdaki bu değişiklik hepimizi heyecanlandırırdı. Muhtemel tezarühatımızla daha çok evhamlanan babam bir sabah takım elbiseli ve bıyıksız bizi okula bırakır, işine giderdi.

Kılık kıyafetine çok dikkat eder, şık giyinen insanlardan da çok etkilenirdi. Ancak kendisi, kıyafeti veya eşyaları ile böbürlenen biri asla olmadı. Hatta aynı marka, aynı renk, aynı model bir kravatın başkasında gayet güzel dururken, üzerinde silikleştiğinden –samimiyetle- hayıflanırdı. Yani kendi kendisi ile dalga geçebilen, alaycı insanlardan da değildi. Hatta kendisine karşı katıydı. O sağ iken, alaycılıktan uzak bu insanın sadece katılığını hissederdim.

Onun hiç kimseyle, hiç bir durumla alay etmediğini ise çok sonraları fark ettim. Fakat bu ‘farkındalık’a rağmen; ara sıra onu düşündüğümde, yine ‘hayata karşı mesafeli’ başka bir portre çizerim:

O portrede, bazı detaylar yine gölgede kalır. Hasretini duyduğum afakî bir ‘baba’ için, kaybettiğim babama kızarım. Kızgınlığımı onun resmiyeti, evhamları ve ketumluğu gibi ikna edici kelimelerle tahlil ederim. Bu psikolojik analiz, kendime olan güvenimi arttırır. Kendime olan güvenimle birlikte (tabii ki) kızgınlığım da artar. Yani faydasız bir kısırdöngüdür. Oysa, bu muhasebenin sağduyusuz, acımasız ve bencilce olduğu da ortadadır!

Yine de babamın gereksiz alınganlıklarının, kendisinden bahsetmeyişinin, hatta alışveriş sonrası arabanın bagajındaki paketleri kaldırıma indirecek kadar bile trafiği durduramamasının kabahatini hep güvensizliğinde bulurum.

Babamın, misafir bir çocuğu bile ayakta karşıladığını, karşısındakinin sözünü hiç kesmediğini ve özel bir muameleye maruz kaldığında nasıl hicap duyduğunu çok nadir hatırlarım. Ve nedense, bu nadir anlarda bile ‘ondaki güvensizliği’, ‘zerafetine’ tevîl ettiğim şüphesini canlı tutarım.

Bu şüphe artık beni esir alır; ayağımı kırdığım zaman veya başıma dikiş atılırken beni kucağında taşıyan babamın üzüntüsü veya telaşından ziyade yaptığım yaramazlığı, çektiğim acıyı hatırlarım. Yurt dışında yaşayan ahbaplarımıza sipariş ettiğimiz Tom ve Jerry, Pembe Panter çizgi filmlerini tekrar tekrar seyreden orta yaşın üstündeki mimarın bu filmleri sevebileceğini değil; sadece sıkılmış olabileceğine hükmederim. Az buçuk İngilizcemle yabancı şarkıların sözlerini çıkartmaya çalıştığımda “Bir gün bunlara ayırdığın vakit için çok üzüleceksin”, diyen birinin tek endişesinin “dersler” olabileceğini sanırım. Basket oynarken ayağımızı burktuğumuzda veya eve biraz geç geldiğimizde suratı düşen babamın bizim için endişe etmiş olabileceğini düşünmem.

Bu seçicilik, bu tek taraflı algı elbette ki boşuna değildir. Yakınlarına karşı katı, tahammülsüz ve hırçın olabilen bir insanın; başkalarına karşı yumuşak, müsâmahalı ve müşfik olduğunu bilmek; bizler için sadece bir avuntudur.

Babamın ketumluğu son derece tabii ve kararlı idi. Açıkçası mazisine ait bir şeyi merak ettiğimi, ısrarlı sorularımın cevapsız kaldığını iddia etmem de doğru olmaz. Babaanne, dede, biz doğmadan çok önce ölmüşlerdi. Büyük amcamların Tire’deki evinin duvarında babaannenin bir fotoğrafı vardı. Dedeye dairse hiç bir şey hatırlamıyorum. Benim için ‘Babaanne’ ve ‘Dede’ herhangi bir iyelik eki gerektirmeyen isimlerdir ve bu durum da son derece tabiidir.

Terasında büyük amcama ait teneke saksılarda çok güzel çeşit çeşit çiçekleri, ortanca amcama ait kanaryalarla dolu büyük kafesi ve büyük amcamın oyuncak tren ve araba koleksiyonunun depolandığı yüklüğü olan eski evin yerine inşa edilmiş apartman; kuzenlerle bir araya geldiğimiz, eğlenceli bir buluşma mekânı idi. Ancak bu apartman babamlar için herhangi bir hatıra ihtiva etmezdi sanki.

Tire’de günlük sohbet, bir iki ahbab ziyareti, (sadece sabah erken saatte çıkan) kuyu kebabının uyandığımızda hazır olması, günün her vakti eve kadar servis edilen sahlepli dondurma veya rahmetli yengemin hazırladığı kalburabastı gibi tatlar, babaanne ve dedenin tamiratı bir türlü bitmeyen kabirleri, bir halamın devamlı tarikat, ihvan sohbeti peşinde dolaşmasına duyulan kızgınlık, Almanya’daki kuzenlerin her sene yeni bir sektörde şanslarını denemeleri, apartmanın altındaki ayakkabıcıdan -kira karşılığı- bize bayramlık pabuç alınması gibi gündelik meseleler, çocuklar kadar büyüklerin de ilişkilerini tarifleyebilecek unsurlardı. Eski hatıraların yâd edildiğini, kimi zaman sohbetin uzayıp, sabah gün ışıyana kadar kâh ağlayıp kâh gülerek kardeşlerin hasret giderdiğini hiç hatırlamıyorum.

Babamın ölümü, tüm bu gündelik meseleleri bir kenara itti. Anlık heyecanların, kızgınlıkların, sevinçlerin ve üzüntülerin tatmîn etmediği bir boşluk, hatıraların, sevgi sözcüklerinin dillendirilmesi ile doldurulmaya çalışıldı. Ve anladık ki; babamın diğer kardeşleri geçmişleri konusunda babam kadar sessiz değillerdi. Sorduğumuz sorulara, kardeşlerine karşı bir görev ifâ ediyormuşçasına ve belki de üzüntülerinin de tesiri ile bizi de duygulandıracak uzun cevaplar veriyorlardı.

Makedonya, Tikveş’ten göçen aile, bilmem hangi badirelerin sonunda Tire’ye yerleşmişti. Babaannenin erken vefatı neticesinde biri bebek, altı çocukla kalan Ömer dedenin, babamın okumasına muhalif bir demirci olduğu haricinde hakkında hemen hiç bir şey duymamıştık.

Babam 1930 yılında Tire’ye bağlı Kahrat köyünde dünyaya gelmiş. Nohut mayalı ekmeği müstesnâ, herhangi bir özelliği olmayan bu köy; ortasından geçen yolun üstündeki o cart renkli sıvalar, betonarmeyi delen çelik filizler, bakır rengindeki alüminyum doğramalar, gri renkli mozaik karolara rağmen bana yine de sevimli gözükürdü. Köy okulunun bahçesindeki büyük servileri babam ve arkadaşlarının diktiğini bilir, babamın zamanın nasıl geçtiğini ifade için anlattığı hikâyeden, büyük bir hizmet pâyesi çıkarır, çocukça gurur duyardım.

Ekmek almak için durduğumuzda, hiç tanımadığım fırıncı ile samimi bir hemşehrilik havası teneffüs etmek isterdim. Adamcağız bu arzumdan habersiz işini yapar, babam ise arabadan bile inmez sabırsızlıkla bizi beklerdi.

Oysa Atatürk’ün vefat haberi babamlara ulaştığında, büyük hayâl kırıklığını –belki de- o fırın sahibi ile birlikte yaşamışlar, birlikte sıraları yumruklayıp en nihayetinde ağlamışlardı. Zira cumhuriyetin ilk devrini idrak eden bu çocuklar, Atatürk’ün yatağında ölebileceğini tahayyül edemiyorlar, Gazi’nin -muhakkak ki- bir savaş meydanında çarpışırken can verdiğine samimiyetle inanıyorlardı. Atatürk’le baş etmek imkânsız olduğuna göre; onun vefatı, kalleşçe bir saldırı yapıldığı ve dahası Türklerin de savaşı kaybettiği manâsına geliyordu. “Nasıl ölür? Nasıl yenilir?” diye kızmalarının, sıraları yumruklamalarının ve nihayetinde hıçkırıklarla ağlamalarının sebebi istikbale dair ümitlerinin de Ata’nın ölümü ile muğlâklaşması idi.

Gelecek korkusu babamda yer etmişti. Evhamlarını bu kaygı ile besledi. Hareketlerini, hayatını, yediğini-içtiğini hep bu endişe yönetti. Ancak, bu evham kadar güçlü bir de dayanağı vardı babamın; Cumhuriyetin ilk dönem tedrisatında idealize edilen ‘çalışmak’ düsturuna iman etmişti. İnancında yanıldığını söylemek çok zor! Çünkü çalışmak ona zor zamanında hayatını idame edebileceği imkânları sunmaktan öte, farklı bir dünyanın kapısını açmış ve en nihayetinde hayatına anlam katmış bir tutku idi. “Hayatta bir tek çalışmanın fazlasından zarar gelmez” meâlinde (artık pek de rağbet edilmeyen) sözü sık sık ve samimiyetle tekrar ederdi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, devlet okullarına şüphe ile yaklaşan, modern eğitimin geleneksel değerlerle bir çatışma yaratacağına inanan ve bu sebeple çocuklarını okutmakta son derece isteksiz bir zümre olduğu bilinir. Dedenin muhalefetinde ise geçim kaygısından başka saik yoktur. Bu sebeple babam, okuduğu müddetçe farklı bir vechesini kavradığı dünyayı belki yakınları ile paylaşamamış, fakat yazları tarlada çalışırken tarlayı onlardan daha gayretli çapalayarak, yanlarında olduğunu hissettirmenin endişesini duymuştur.

Evliya Çelebi’nin tabiri ile ‘Şehr-i Muazzam-ı Tire’ köklü bir tarihe, renkli bir sosyo-kültürel hayata sahiptir. Tireliler, muhafazakâr fakat bağnazlıktan uzak, zevk-i selim sahibi, hemşehrilik şuuruna sahip insanlardır. Bu insanların fakir bir ailenin çalışkan çocuğunu desteklediğini, onu incitmeden sahiplendiklerini tahmin etmek zor değildir.

Babam ortaokuldayken, okul müdürü “Türk Büyüklerinin Portreleri”ni çizimi kuvvetli öğrencisine sipariş vermiştir (Bu portreler, benimle akran kuzenlerimin zamanında bile teşhirde idi. Tabii ne abim, ne ben ve ne de babam onlarla ‘sohbet’ konusu dışında ilgilenmişizdir). Okulun, böyle bir sipariş vermesindeki maksadın, öğrencinin izzetinefsini zedelemeden ona cep harçlığı temîn etmek olduğunu babam ileriki yıllarda anlamıştır.

Babama cep harçlığı kazandıran sadece “Türk Büyükleri”ne ait portreler değildir. Şehrin fotoğrafçısında, vesikalık fotoğraflardan büyük portreler yaparak da para kazanacaktır. Belki aynı fotoğrafçıda çekilmiş; elinde dönemin aktristlerinin karakalem resimleri ile thonet bir sandalye üzerinde, siyah, gür, biryantinli dalgalı saçları, koyu renk takım elbisesi, itina ile bağlanıp sıkılmış gergin kravatıyla ve dişlerini gösterir vaziyette –tebessümden öte- bir gülümseme ile müeddep poz veren bu genç çocuk, belki bize komik gözükür. Ancak bugün öyle gözükse de, o fotoğraf, ne birlikte gülünecek bir anı kaydetmiştir ne de mutlu bir hâli aksettirir.

Bir yandan İzmir’de liseye devam eden babam, her sabah saat 05.30 treni (“oturay”) ile yola çıkmakta ve iki saatlik seyahatin ardından, bir saate yakın da okuluna yürümektedir. Aynı güzergâhı geri tepmek yorucu olsa da, dönemin şartları içerisinde değerlendirildiği zaman, okuyan Tireli her çocuğun tecrübesi olması hasebiyle çok da dramatize edilmemesi gerekir.

Ayrıca bu yolculukların, babamın mimarlık mesleğini seçmesinde aldığı eğitim kadar önemi vardır. Kütüphanemizdeki çok az sayıda kitaptan biri mukavva kapaklı, oldukça eski basım, İngilizce, kalın spiral ciltli ‘karakalem manzara çizim tekniği’ kitabıdır. Bu kitabı, tren yolcularından biri babama hediye etmiştir.

Lise son sınıfta, henüz mezun olmadan ciğerlerinden rahatsızlanan babamın; talebe olması sebebi ile devlet tarafından bakımı ve Validebağ Çocuk Prevantoryumu’na nakledilmesi imkânı hâsıl olmuş. Gerekli işlemler tamamlanana kadar da imtihanlarını başarı ile veren babam, İstanbul’a ilk defa, akciğerinden ameliyat olmak için gitmiş, yaraları iyileşene kadar bir yatakta yüz üstü yatmış ve tüm bunlar yaşanırken yanında kimse olmadığı halde, kendini şanslı saymıştır!

Belki bu tedavi sonrası çekilmiş başka bir fotoğrafta babam, mahzun, ciddi ve olgun gözükür. Fotoğrafın arkasında “Benimle alâkadar olan sevgili arkadaşlarımla. 7/Nisan/948” yazması da beni daha çok hüzünlendirir. Acaba, yazları deniz kenarında bile üstüne muhakkak bir şeyler alıp saklamaya çalıştığı ameliyat yarasının hikâyesi bu fotoğrafla ilgili midir? Fotoğrafın arkasına isimlerini yazmak ihtiyacını bile duymadığı sevgili arkadaşları ile irtibatı ne zaman, niçin kopmuştur? Yoksa tüm bu vesveselerin dışında; babam da –belli yaş dönemindeki her genç gibi- efkârlı, romantik ve hayatla hemhâl mi gözükmek istemiştir?

Babamın mu’tad tren yolculuklarında tanıştığı mühendisler, çizim yeteneğine şahit olurlar. Onların vesilesi ile Salihli Demirköprü Baraj İnşaatı’nda çalışmaya başlayan babam; İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi imtihanlarına girecek yol vs. masrafını karşılayacak parayı biriktirdiğinde, bir kaç senelik teknik ressamdır!

Ancak imtihanı kazanamaz. 1956 yılında, lise mezunları yedek subay askerlik yapabildiği için, o da hemen başvurur. 43. dönem levazım okuluna teslim olduktan bir hafta sonra ise, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne yapılan itirazın sonucunda, imtihan kâğıtlarının tekrar değerlendirildiği ve bu değerlendirme neticesinde de eğitim hakkı kazandığını haber veren telgraf eline ulaşır. Durumu komutanlarına arz eder. Henüz yemin etmediği için komutanların izin verme yetkisi dahi yoktur, fakat kulağına da kar suyunu kaçırırlar: “Firar etmenin cezası beş gün hapistir, ona göre!”

Babam firar eder; önce kaydını yaptırır, sonra da dondurur. Kışlasına teslim olup, çadırda beş günlük hapis cezasını da çeker.

Birkaç ay sonra, Siirt’te, levazım asteğmen olarak haki üniforması ile karlar içine uzanmış vaziyette çekilen fotoğrafta yüzü gülmektedir. Aynı fotoğraftaki, kadrajın sol üst köşesine yanlışlıkla girmiş olan, ayakları çıplak, üstü hırpanî –genç subayın karlara baktığı şaşkınlıkla ona bakan- kız çocuğu, artık bana babamın yoksulluk zamanlarını hatırlatmaz!
Babamın iyimserliğe kapılmış olması gereken bu zamanlara dair ketumluğu da diğer dönemlerinden farklı değildir.
Yedek subay okulunda Muharrem Ergin, Ergun Sav, Haldun Dormen, Atıf Yılmaz, Nezih Demirkent, Ruşen Keleş gibi simalarla birlikte askerlik yaptığını, ölümünden sonra amcamın verdiği albüm vesilesi ile öğrendik. Altan Erbulak’la, asker arkadaşı olmanın ötesinde, Bâbıali’de ‘tire ressamlığı’ denilen bir teknikle gazetelere illüstürasyonlar çizdiğini, ölümü vesilesi ile kaleme alınan bir yazıda okuduk.

1957 yılında, İstanbul’a okumak için geldiğinde, mesleğin teknik alanında tecrübe sahibi, askerliğini yapmış, sınıf arkadaşlarından yaşça büyük olan babam, bir yandan da mimarlık ofislerinde çalışmaya başlamıştır.

1958 yılında kendisine hediye edilen, hacimli ve lüks baskı bir Picasso kitabının kapağındaki ithaf yazısında “Yüzlerce yılın mahlûku insanoğlunun kısacık ömrü boyunca ve çalışırsa neler yapabileceğinin, kendi dışına nasıl tesîr edebileceğinin yaşayan numunesi olmak üzere Picasso’yu bir etüd et bakalım ‘Sanatın hayatı takip ettiği’ neticesine sen de varacak mısın?” denilmektedir. Oysa bana öyle gelir ki, babam Picasso’yu sevmiş olsa da, ‘kendi dışına tesîr etmek’ gibi hevesleri sanki hiç taşımamıştır. Onun için entelektüel her nevi faaliyet ancak, derslerden arta kalan zamanda ilgilenilebilecek tâlî bir uğraştır. İş hayatında ise insan tüm gayretini sadece çalıştığı projeye teksîf etmeli, hiçbir merak, hiçbir arzu mesaisinden çalmamalıdır.

Başbaşa kaldığımız bir yolculuk esnasında çocukken Pardayanlar’ı nasıl büyük bir iştahla okuduğunu anlatan, sinirlendiği zaman bile ‘muvâzene’ ‘tebahhur’ gibi kelimeleri doğallıkla kullanan, Klee, Gauguin gibi ressamların eserlerinin reprodüksiyonlarını üreten, sadece sol gözünüzü çizerek şahsiyetinizi kâğıda aksettirebilen, suluboya iki üç darbe ile çok canlı çiçekleri; burunları yerde meraklı tazıları, annemin yüzünün sol tarafına ait bitmemiş birçok portreyi geride bırakmış bir insanın, bütün bunları geçmişine hapsedip kendini sadece işi ile varetmeye çalışması benim için el’an korkunçtur.

Ben babamın işi dışındaki faaliyetlerle arasındaki mesafeyi, asker arkadaşlarından bizlere hiç bahsetmemesine benzetirim. Babam onları belki tanımış, takdir etmiş ve hatta anlamış da olabilir. Ama ünsiyet kuramamıştır.

1962 yılında mezun olan babam ve iki arkadaşı, kazandıkları bir yarışma sonrasında Ankara’da ‘Kent Mimarlık’ adlı ofislerini kurarlar. Rivayete göre bu dönem, büroda mesai ile birlikte eğlencenin de geç vakitlere kadar sürdüğü, babamın iş dışında gece hayatına da vakit ayırdığı, bizler için ‘efsane nev’inden bir zamandır. Arkadaşlarından biri askere gidip, diğeri de müteahhit olmayı tercih edince; hisselerini babama devrederler. Babam ‘Öncüoğlu Mimarlık’ı kurar. Artık onu gece hayatına taşıyacak, mesaisini eğlenceli ziyaretlerle bölecek veya hayatın gamsız taraflarını gösterecek kimse yoktur. Genç mimarın o dönemi kolaylıkla unuttuğundan ve tekrar çalışmaya gömüldüğünden eminim.

1967 yılında evlenen babam, annemde de hayatın eğlenceli, gamsız taraflarını aksettiren jestler bulamamıştır. Ama belki daha kıymetli bir taraf görmüş olabilir: Eşinin kalabalık ailesinin birbirlerine sevgilerini ifade edişlerindeki rahatlık, hayatlarında büyük iniş-çıkışlar olmayanların huzuru ve en önemlisi tevekkül!

Babam, evlendikten sonra kardeşleri ile daha sık görüşüp onların gönlünü hoş tutmak için daha yumuşak davranmamıştır. Sevgisini ancak hatalarında onları ikaz ederek ortaya koymuştur. Maddi imkânların bir düzene girmesi ile huzurun sağlanmadığını da tecrübe etmiş olmalıdır. Doktorların endişe verici teşhisleri hepimizin sinirlerini yıpratırken; babam olabilecek en kötü ihtimali benimsemekte -neredeyse- hevesli bir tutum sergilemiştir. Tevekkül, bu kabul edişte değildir elbet. Babamın tevekkülü, hayatının mevzubahis olduğuna inandığı anlarda ortaya çıkmıştır. Dışarıdan şüpheci, telaşlı, karamsar biri gibi gözükse de, ilahi iradenin hakkını teslîm etmiştir. Nitekim ölümüne sebep olacak kalp krizini geçirirken de hiç bir yakınının inanamadığı rahatlık içindedir.

Bizim aile düzenimiz, babamın merkezde olduğu bir plan çerçevesinde sağlanırdı. Hiçbirimiz, farklı bir ihtimalin mümkün olabileceğini düşünmezdik. O da çalışmasının bir mükâfatı olarak bu düzenin kendi keyfince şekillenmesi gerektiğine inanırdı. Çok çalıştığı için de çok mütehakkimdi.

Bu yapıyı ayakta tutmak hepimiz için çok zor ve kimi zaman çok da yıpratıcıydı. Babamı iradem üstünde hak sahibi bir tiran gibi hissettiğim zamanlar hiç de az değildir. Başarısızlıklarımda, hayal kırıklıklarımda onu hatırlatacak, içinde bulunduğum durumun mesûliyetini paylaşacak bir şeyler hep bulurum. Doğru düzgün para harcamayı bilemeyişimin sebebi, bir işe başlarken evvela neleri beceremeyeceğimin muhasebesine girişmem, teklifsiz ‘senli-benli’ konuşmaya başlayanlar karşısında bocalamam veya bir çocuğun bile bana surat asmasının uykularımı kaçırması ve buna benzer durumlar bana babamı hatırlatır.

Kabahatlerime bir sebep aramadığım anlarda ise anaokulunda iken benim için yaptığı üç boyutlu maske, yine arkadaşlarım için çizdiği Heidi resimleri, Ankara’da tedavi olmak için gelip çok uzun süre kalan yatılı misafirler ve babamın iş dönüşü onlarla laflaması; köyden yollanan üç-beş kilo incir için saatlerce otobüs terminalinde koli beklemesi, ihtiyaç sahiplerinin avucuna (kimseye göstermeden) bir miktar para sıkıştırmaya çalışırken onlardan daha mahcup bir hâle düşmesi, Ankara’yı dolaşanların bir de bizim büroda soluklanmaları ve babamın onları muhakkak ağırlamasını hatırlarım.

Sonra daha da duygusallaşır, maaş çekini kayıp eden stajyere yenisini yazarken, karşı tarafın derin üzüntüsüne mukabil “ben sana ulûfe vermiyorum ki, emeğinin karşılığını veriyorum” diye tatlı sert azarlamasını, sigaraya başlayan çalışanlarını anneme şikâyet edip onlar için üzülmesini, rengini beğenmediği bir elemanına sigorta hastanesinden ileri bir tarihe randevu verilince kendi doktoruna götürmesini, kızdığı zaman da takdir ettiği zaman da çalışanlarına ‘şef’ diye hitap etmesini düşünürüm.

Ölüler üzerine düşünmek (yakışıksız bir tabir olmakla birlikte), bereketli bir uğraştır. Kafanızdaki kompartımanlar içinde hisleriniz ve düşünceleriniz birikir ama daha önemlisi onlara siz şekil verirsiniz. Söz konusu ‘baba’nız ise bu şeklin cesâmet ve biçimsizliğini itiraf etmek zordur.

Cumhuriyetin ilk nesli büyük bir fırsat yakalamıştır. Bu çocuklar fevkalade gayret göstererek bir kaç on yılda yaşanabilecek tecrübeyi tek başlarına sırtlamışlar ve neticede başka bir sosyal sınıfa intisâb etmişlerdir. Hazin olan bu ‘tek başınalık’ durumudur. Artık, yokluk içindeki geçmişleri bir cendere, sevdikleri uzak ve lugatları farklıdır. Yine ‘tek başına’ oldukları için, geldikleri noktada da huzur bulamazlar. Doğru bildikleri alıştıkları ile örtüşmez, ortaya koyduklarının niteliğine dair hiçbir zaman emîn olamazlar, çok zor elde ettiklerini bir anda kaybedeceklerini sanırlar. Geçmişlerinin önünde mahcup, hâl’in yanında siliktirler. Bu macerayı yaşamayanlar geçmişten bahsederken ne kadar zinde ve an içinde de huzurluysalar; diğerleri de o kadar yorgun ve telaşlıdırlar.

Hasan Öncüoğlu’nu tanıyan birçok kişi, onun ne kadar zarif, sessiz, sâkin, samimî ve temiz kalpli olduğunu söyler. Bu onların doğrusudur ve elhak doğrudur! Çünkü iş seyahatinden dönerken kalp krizi geçirip vefat eden babam, bavulunda ahbaplarına hediye etmek niyetiyle aldığı küçük biblolar taşımaktadır. Ne hediye vermek, ne de almaktan hoşlanan Hasan Öncüoğlu’nun getirdiği bibloları; ölümünden sonra, duasının yapıldığı gün teslîm alanların da başka türlü düşünmeleri pek mümkün değildir.

Benim için babam; memnun etmesi zor, evhamlı, kızgınlık ve hayal kırıklığı dışındaki hislerini paylaşmakta son derece isteksiz, heveslerimize karşı anlayışsız biriydi. Sanki resmiyetini bir kenara koymak için yaşlanmayı veya bizim biraz daha olgunlaşmamızı bekleyen bu yorgun insan. Öldüğü sene bilmem hangi ilhamla yazdığı bir notta bana ‘…Allah’ın tasvîb edeceği çizgiden ayrılma…’ diye ciddiyetle nasihat etmiş, askerde iken ziyaretime geldiği bir öğlen ‘…annen de çok üzülüyor…’ diye acemice dertleşmeye çalışmış ama evhamların beslediği resmiyetini bir kenara koyacak zamanı bulamadan yanımızdan ayrılmıştı.

Bütün bunları düşündüğümde babamı vakalar üzerinden anlamaya çalışmak yersiz oluyor. Aslında ‘Babam’ diye diye sosyal bir meseleyi terennüm ediyorum. Onun hakkındaki her bilgiyi ve intibaı bir araştırma yapar gibi derleyip toparlamaya çalışıyorum. Hâlbuki onu tüm bunlar olmadan, tamamıyla bana ait bir kavrayışla anlayabilmek isterdim.
Onu yoksulluğun, çabalamanın, ümitsizliğin, sevincin, şansın, heyecanın başlangıcından da önceki bir nüvede görebilmek isterdim.

Ölümünden bir kaç yıl sonra halam anlatmıştı. Babamın lisede okuduğu zamanlar. Babaannenin uzun süredir devam eden hastalığı ilerlemiş. Uygulanan tedavi de fayda etmiyormuş. Ancak imkânlar kısıtlı olduğu için, annelerinin gözlerinin önünde erimesine –çaresiz- teslim olmuşlar. Babaanne ise son günlerinde kendisini evin bir küçük odasına kapamış. Babam, okuldan dönerken annesinin sevdiği beze veya un kurabiyelerinden alır fakat odasına giremez ve paketi kardeşine verirmiş. Halam annesine kurabiyeleri yedirirken babaanne yatağında –öleceğini bilir- ağlarmış.

Babam ise giremediği odanın dışında –annesinin öleceğini bilir- ağlarmış. Ancak bir gün babaanne babamı yanına çağırmış. Babam annesinin yanında diz çökmüş. İyice küçülmüş olan annesi yavaşça “Hasan, yıldızları görmek istiyorum”, demiş. O akşam oğlunun kucağında bir müddet yıldızları seyreden kadıncağız bir kaç gün içinde vefat ettiğinde küçük kardeşleri henüz bebekmiş.

Hasta annesini kucağına almış yıldızlara bakan babam her aklıma geldiğinde boğazım düğümleniyor. Ama ‘yıldızları görmek’ arzusu beni çok heyecanlandırıyor, kalbimi dolduruyor. Böyle bir mahremi paylaşabilen babaannemin çok cesur olduğuna kanaat getiriyorum. Bu mahremi, böyle bir anda paylaşan babamın evhamlarını ise ma’zur görüyorum. Hatta bu evhamlardan önceki babamı sezebiliyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın