Beyaz ve siyahın renk olmadığından söz edilir. Oysa bazen bu kontrast ikilinin, çok kuvvetli renkler, hatta bütün renklerden daha da kuvvetli, güçlü renkler olduklarını, arkalarında derin anlamlar taşıdıklarını düşünürüm. İkisi de uzun bir serüvenin, uzun bir hikayenin başı ve sonu olurlar belki de. Aynı bir çizginin iki ucu gibidirler. Arada oraya buraya gitmeler, dönmeler, iniş ve çıkışlar, başlangıç ve bitiş...
Ya da başlangıç ve bitişleri bile olmayan, nereye gittikleri bilinmez oraya buraya açık uçlar. Bir gün doğumu, batımı, öncesi ve sonrası, daha da öncesi ve daha da sonrası gibi. Bir elmanın yarısı gibidir siyah ve beyaz. İkisi bir araya geldiklerinde mekanı oluşturan en büyük ögelerdir. Beyaz ışığı temsil eder, siyah ise karanlığı. Aynı bir sabah uyandığınızda balkona çıkıp havayı soluduğunuzda, aydınlık mekanı hissetiğinizdeki gibidir beyaz. Beyaz bir sayfa açmak yeniden başlamak gibi olur her şeye. Tam tersi ışıkların kapanıp her yerin kararmasıdır belki de. Siyah, bir mağaraya, bir tünele girmek gibi, ya da tersine dönüp beyaza varmak gibi, uyuma öncesi ya da uyanmak gibi olur.
Bulutlar beyazdır, gece ise siyah. Hisler de aynen karanlık siyah ve aydınlık beyaz olurlar aradaki türlü duygulara çalan. Beyaz hafiftir, siyah ise ağır. Beyaz hareketli gibidir, uçar gider, siyah ise olduğu yerde kalır, her yere çöker, kara kesif sis gibi. Biri olmadan diğeri olmaz, geceye biriyle gündüze biriyle ulaşırız. İkisi birleştiğinde bir büyük mekan, ya da bildiğimiz, bilerek bilmeyerek tasarladığımız en büyük mekanın yani yaşamın birleşenleri, en önemli aktörleri olurlar. Bütün renkler, çeşit çeşit gri, merkezdeki kırmızı, uçarı mavi, her yeri bir kemer gibi saran yeşil ve diğerleri, birbirine alıp vermelerle oluşan her türden tonlar, mekanın binbir türlü rengi bunlar arasındadır. Gölgeler gibidir aradakiler, kimin kimin üzerine vurduğu bilinmeyen gölgeler. Siyahın üzerindeki nokta, beyaz bir ışıktır. Umut dediğimiz şey olur karanlıkların arasında. Küçüktür, ufacıktır ama umut büyüdükçe o da büyür. Koskocaman olur giderek umutsuzlukların, çaresizliklerin arasında. Siyah beyazlaşır, bembeyaz olur.
Bütün bunların arasındaki ilk hikaye, güneyden bizim Sami’nin hikayesi. S bir elektrik mühendisi. Ortaokul ve lise yıllarından yakın bir arkadaşım. Okulu bitirdikten sonra bazı yerlerde çalışıyor. Evleniyor iki çocuğu oluyor. Bir ara Bursa’daki BUTTİM’de çalışmaya başlıyor. Güzel bir yer. Organize olmuş bir yer. Parası da çok. Arkada orada çalışanları motive etmek için ekip biçecekleri küçük bahçeleri bile var. Hızlı hayat yaşamaya başlayan S’nin bir başka bayanla ilişkisi başlıyor. Orası senin, burası benim, bütün hızı ile gece hayatının ritmine kapılıyor bizim S. Yeni dostlar, yeni bir çevre etrafını sarıp sarmalıyor. Bir süre sonra evlilik hayatı altüst oluyor ve eşi ile boşanıyor. Eşi iki çocuğu ile bir başka kente taşınıyor. S, öyle böyle hızla değişen yaşamına ayak uydurmaya çalışırken aynı yerde çalışan Hacı Amca’nın etkisinde kalarak, onun organizasyonu ile hacca bile gidiyor. Beyazlar giyiyor, Kabe’yi tavaf ediyor, çevresinde dönüyor. Ama bu bile bizim S’nin hacı olmasından başka yaşamında bir değişiklik getirmiyor. Ve bir gün bu tempo içindeki S’yi kalbi uyarıyor. Kalp krizi geliyor ve hemen Bursa’da bir özel hastaneye yatırıyorlar. Bunu duyan doktor Müfit (ki o da bizim ortaokul ve liseden ortak arkadaşımızdır ve de Tıp Fakültesi’nde profesördür ve o zamanlar da oranın dekanıdır) bizim S’yi hemen fakülteye aktarıyor.
S’nin hızlı yaşamındaki bayan arkadaşı sonunda maskesini çıkarıyor ve bu gürültüde bırakalım onu ziyaret etmeyi, para pul bir yana, S’nin arabasını da alıp sırra kadem basıyor. Polis çok daha sonra son model arabayı doğuda Hakkari’ye yakın bir yerlerde buluyor. Kriz geçiren S vaziyeti anlamaya bile fırsat bulamadan bir süre sonra yoğun bakımda komaya giriyor. Ve S için çok zor günler başlıyor adım adım. Bunu duyan eski eşi hemen hastaneye koşup sabah akşam hastanede onun yanı başında kalmaya başlıyor. S ile yakın ilgilenen Doktor M ise ona yakın bir tedavi programı uyguluyor. Koma halinde de olsa her gün S’yi defalarca kontrol ediyor, ona türlü şeyler anlatıyor, sevdiği müzik parçalarını dinletiyor, çocuklarını, eski eşini konuşturuyor. Ve sonunda, tam yetmiş gün sonra S bir gün gözlerini açıyor. Kendisine tepki vermese de her zaman ismi ile seslenen doktor M’ye doğru gözlerini açıyor. Ve yaşam kaldığı yerden yeniden başlıyor.
S’ye yetmiş günde öbür taraflardan neler gördüğünü sordum. Her yerde yemyeşil yeni kesilmiş çimenler arasında olduğunu, gürül gürül suların aktığını, büyük büyük rengarenk çiçeklerin olduğunu söyledi. “Yahu sen cennetteymişsin” diyecekken “Dur” dedi. Komanın sonuna doğru beş altı tane zebani kılıklı birilerinden söz etti. Üst üste yığılanları tek tek toplayıp her birini kollarından çığlıklar içinde bir o tarafa uçuruma, bir bu tarafa ses gelmeyen bir yerlere fırlatıp atan birilerini hatırladı. Tam ona sıra geldiğinde doktor M’nin sesiyle uyanıyor, yetmiş günün, tek kelimesiz, uyanmasız uzun bir uykuda geçen bir dönemin, yoğun bakımdaki koma döneminin sonu oluyor. S sanki binlerce yıl sonra gözlerini açıp tekrar yaşama geri dönüyor.
Sahille evleri ayıran, birkaç basamakla aşağı inilen yolun su kenarındaki üstü verandalı terasta, hasır sandalyelerde oturmuştuk. Karşımızda binlerce yıl önce kasabayı kuran İlas’ın Gemlik’inin denize doğru sağ uzantısında, küçük Kumla’yı daha da geçince ana yoldan görülmeyen, hafifçe aşağıya kıvrılarak inilen Çolakbağ Koyu’nun, kademe kademe geri geri giderek koyulaşan upuzun sanki bir yandan bir yana çekilmiş gibi dağların silüeti ve karadan esen hafif rüzgarı ile beraberdik. S bana bunları gülerek, beni de güldürerek, ince sahilde, üzerinde birbiri ardına gelen rüzgar sağanakları ile kıpırdaşan denize doğru yolun hemen yanında hayatı bütün renkleri ile kabul etmiş, kendisini her şeyi, yaşadıkları ile çok seven eşi yanında otururken bir bir anlattı. Savaştan çıkmış gibiydi. Vücudunda, aklında bazı izler kalmıştı. Ama o hep bizim Sami, her zaman güler yüzlü, güzelliği yüzüne vuran sınıf arkadaşımdı. Her cümlesinden sonra gülmek, hem de kahkahalarla gülmek hakkıydı. Ben de ona katıldım büyük bir keyifle. Bizim her saniyesi yaşanmış güney hikayemizde, S’nin serüveni artık beyaza, bembeyaza çalıyordu.
Buna karşılık buradaki temel direklerimizden Lasse’nin hikayesi ise kuzeyden bir başka anekdot, giderek siyaha çalan bir dönem. İki haftalığına güneye gittiğimde kuzeyde kalan bizim Anu’dan ani bir mesaj aldım. L, Kotka’da hastanedeydi. Doğanın ortasında, doğa ile birlikte yaşayan, o ana kadar esaslı bir problemi olmayan L, bir iki haftadır, aniden ortaya çıkan göğsündeki ağrılardan söz ediyordu. L’nin yanında onun hayat arkadaşı bir diğer A, Anne (Fince bir bayan ismi) de vardı.
İlk A’dan, bir gün geçti geçmedi güneşli bir havada, durup dururken aniden çakan, nereden çıktığı belli olmayan şimşek gibi bir mesaj daha geldi. L iyi değilmiş. Arkasından A, Kotka’ya gitti. A babası hakkında doktor ile konuşunca acı gerçek ortaya çıktı. L’nin bir iki gün önce doktordan her şeyi öğrendiğini anladı. İnsülini dağıtan vücudun motoru pankreas iflas etmişti. Motorun etrafı sarılmıştı. Doktorlar dokunmamaya, L’ye operasyon yapmamaya karar verdiler. Ve arkasından gök gürültülerini andıran mesajlar, konuşmalar devam etti. Süre sınırlıydı. Saatler, dakikalar durmuş, sözlerin, bakışların her anı bir hazineye dönmüştü L ve iki A için. L evine gitmek istedi.
Yakınlarındaki fırtına öncesi, hafta sonunu binlerce hafta sonu gibi yaşamaya karar verdi L iki A’sı ile birlikte. Önce kitaplarını anlattı ilk A’ya. Tek tek özenle topladığı özel seriler dizi diziydi şömineli oturma odasında. Neler yoktu ki orada. Ve yazmakta olduğu yazılar ve diğerleri, düşünceler, yeni fikirler, umutlar sıralandı. Ertesi gün yeni bir gün başlamıştı. Duyan geliyor, akrabalar, komşular birikiyordu ahşap evde. L ilk kadehini iki A ile, ikincisini dostlarıyla, arkadaşları ile birlikte onlara dostlukları için teşekkür ederek önünde her anı değişen bir Eylül akşamüstü balkonunda, üçüncüsünü akrabalarıyla ile paylaştı. Üzüntü, her şeye karşın küçük bir kırıntı, umut ve göz yaşları ve sarılmalar birbirine karıştı, hastane, ev, ambulans, morfin, yeni bulunan bir ilaç ve acı ile birlikte.
Süre azalıyordu. L büyük bahçesindeki iki katlı ahşap evin, sağında yer alan uzunlamasına binanın uzantısında kendi planladığı, akrabaların, dostların ziyarete geleceklerin kalacakları bir ev yapıyordu. İki katlı, yukarıda uzun mahyadan iki yana doğru iki kademede düşen çatısı ile arkadaki altta servislerin, üstte galeriye bakan asma katlı, denize doğru açılan boş bir mekan, ışığın mekanını yaratmaya uğraşıyordu, yanında kendisine yardım eden bir usta ile birlikte çalışıyordu. Bu mekanı her nasılsa, olabildiğince çabuk bitirmeye karar verdiler L’nin yine aynı yerde cennet gibi bahçesinde, anılarıyla, dostları ile birlikte olması için. Önünde bir piyanistin upuzun piyanosunu andıran, sanki günün her anı, bin bir rengi ile üzerine farklı duyarlılıklarla, hassasça dokunduğu sazların arkasındaki mekanı tekrar tekrar hayal ettiler.
Çaresiz yazılara sarılmıştık uzaklardan, kuzey ve güney arasında. İlk A’dan aldığım kim bilir kaç mesajın içinde biri var ki çok özel.
“Güzel bir hava, güneşli, ılık ve + 20 oC. L’nin bahçesi bir cennet. L kadehini veda partisinde dostlarına teşekkür etmek için kaldırıyor balkonda komşular için. L’nin kardeşi ve onun hanımı bir süre önce ayrıldı. Dakikalar ve saatler çok yavaş geçiyor. Tanrı’ya şükürler olsun. Acelemiz yok hiçbir yere gitmek için. Sadece istediğimiz hep beraber olmak. Kuvvetli, kat kat artan morfin. Acı yok. A ile idare ediyoruz. Her zaman birimiz L’nin yanında.” A. 18:10:23, 06 Eylül 2008
S karanlığa girip çıkanlardan. Beyninin derinliklerinde, bana anlattıkları gibi dünü çok iyi hatırlıyor ama bugünü ve detaylarını hiç hatırlamıyor. Kaybettiği çok şeyi, şimdi bir bir toplamaya çalışıyor. L ise zorlu tedavisi mümkün olmayan hastalığın, zor bir tedavinin tam doruklarında. Zaman aniden duruyor. Birkaç dakika, saniyeler, sanki yıllarca yaşanıyor, acı geldiği zaman, adım adım, kat kat yükseltilen morfinle bir arada. Ama her ikisi de bizim mimar olarak hayat boyu mimari diye, sanat diye uğraşıp yarattığımız mekanlardan çok farklı bir mekanda, kendi hissettikleri, geriye ileriye doğru hayal ettikleri, her saniyesi ile yaşadıkları mekanlarında, binlerce labirent arasındaki yaşamın en gerçek mekanında, beyaz ve siyahın arasında yaşıyorlar. Acıları, üzüntüleri ve hiç kaybetmedikleri umutları ile dostları ve sevdikleri ile sonsuza dek.
*Bu yazı Git Dergisi’nin 20. sayısında da yayınlanmıştır.