“K”lar Arasında: Vucut Dili Üzerine

Kurtköy... Kendi dilini konuşmaya başlayan, belki de kendi dilini yeni yeni öğrenen bir yer. TEM ile Pendik arasında, İstanbul’un hem uzak, hem de yakın bir köşesindeki bir dünya... Bir ada... Bir yıl öncesinden bile çok farklı şimdi.

Dere tepe, her yer hızla mantar gibi binalarla dolmuş. Parçalar sanki bir yerlerden getirilmiş, oraya aniden konulmuş. Alt alta üst üste, az katlılar, çok katlılar, villalar, dev alışveriş merkezleri ve daha bir şeylerin hala getirilip konulacağı, dolmaya hazır boşluklar. Bu gelişigüzellik içinde herkese göre yerler var gibi uzaktan bakınca. Uzaktan bir başka yakından bir başka görülüyor. Bazı okullar, Demirören’in yaptırdığı söylenilen yalnız bir spor salonu, biraz ilerisinde klasik kubbesi ve eklentileri ile koca bir camii yapılmış bile. Dalgalı çatıları ile Sabiha Gökçen Havaalanı da orada, Formula 1 Pisti de. Hem uçakların hem de yarış arabalarının savrulmalarını duyar gibi oluyor insan yanı başında. Mc Larenler’in, Ferrariler’in ya da diğer ünlü markaların dünya starları, cirit atacakmış gibi daha yeşillenmemiş geniş bulvarlarında, kıvrak dönüşlü yokuşlarında. Başı örtülü bayanlar, bulvarlarda görülen kara çarşaflılar, biraz ileride İstanbul’un bu susuzluğunda bikini ile kendi iç avlularında, döşeme ile neredeyse sıfır seviyede yapılmış, masmavi havuzları önünde güneşlenenler, farklı dünyalar bir arada. Dikkate bakıldığında soyut görünümlü manzaralar gelmiş İstanbul’un birçok yerinde olduğu gibi. Sanki gerçek değil. Bir kolaj gibi, yapıştırılmış yan yana. Fenerbahçeliler’in bile siteleri var. Eminim diğer büyük kulüplerin de vardır. Girişlerde bodyguardlar kapıları tutmuş. İçerilere girmenize gerek yok, sadece bekçi kulübeleri üzerine hızla bir araştırma yapılsa, buradaki vaziyeti anlamaya yeter belki de. Bodyguardlar, yüksek duvarlar, çevre ışıkları, her şeyi, bütün detayları anlatıyor. Aynen, yıllar önce bir Brezilyalı arkadaşım Anna Rita’nın ülkesindeki elektrik telli, üzerinden atlanamayacak duvarlarla çevrili konut yerleşmelerini, sitelerdeki, güvenlik önlemlerini, dışa kapalı huzurla yaşanan yerleri, oradaki deniz aşırı farklı dünyaları, zenginleri, fakirleri anlattığı gibi.

Yazın sonuna doğru… Sıcaklığın 33’lere 34’lere çıktığı bunaltıcı bir gün… Sonradan kentin merkezlerinde de gördüğüm etrafı camlı bir durak altında 16 K otobüsünü bekliyorum. K’lı 16 bir saatte bizi bir başka K ya E 5 yolu ile Kadıköy’e götürecek. Bu kadar yıl burada yaşamama karşın, daha önce bilmediğim hiç görmediğim yerlere, içerilere girip çıkıyoruz. Sonra bir anda tekrar ana yoldayız. Önce boş olan halk otobüsü varoşların yolcularıyla doluyor. Ana yola paralel yan yolda hemen yanımızdaki gelen giden araçların yanında uçar gibiyiz. Sınırda gidiyoruz. Başı bağlı, türbanlı yolcular ile yanık tenli yazın bu sıcağında, hafif oldukça açık elbiseler giymiş bayanlar yan yana. Adım atacak yer de yok artık. Cam kenarında kulaklıkları takıp İstanbul radyoları arasında birinden diğerine atlıyorum belki bizim yolculuğa tempo tutar diye. Hızla giden arabanın içinde, derme çatma binalaşmaların arasında, altlarındaki bazı demirleri çıkmış eskimiş balkonlarıyla, oraya buraya konmuş TV antenleriyle, bir birinden farklı cesaretli renkleriyle, ama sanki bir elden çıkmış görünümleri ile yerleşmeler, belki de şimdiye kadar hiç düşünmediğim ya da hissetmediğim bir şekilde yan taraftan, hızla gözlerimin önünden geçiyor. Sanki hepsini birisi inşa etmiş, tek mimar yapmış, belki de hiç mimarsız yapılmış gibi birbirlerine benzer binalar, aynı dünyadan binalar sıralanıyor kilometrelerce ana yolun etrafında. Kulaklıktaki müziği unutup bu gördüğüm anlamaya çalıştığım bu müziğe dalıyorum. Hani 1960’larda, 70’lerde İstanbul’u saran, bütün çarpıklıklarına karşın rölövelerini yaptığımız, tezlerle incelediğimiz, eski efsanevi gecekonduların spontane, bir anda kurulan mimarilerini, çözümlerini, sana kutularını ezip yaptıkları giriş saçaklarını akla getiriyor. Ama bu o mimarsız gecekondularla mimarlı katlılıklar arasında olan bir şey. Bu derme çatma gibi gözüken doku, tarihi bir alt yapısı olmasa da, abartılı bir bakış ile geleneksel mimari havasında gibi bir şeyler mi diyorum çok derinlerde. Adını koyamıyorum. Orasından burasından çekilmiş, hatta karikatürize edilmiş farklı bir İstanbul silüeti gibi bir çizgi oluşuyor gözümün önüne. Upuzun, uzadıkça da uzuyor. Post modern bir yanının olduğunu, etkileyici olduğunu düşünüyorum bir an. Bu kadar okulun, resmi özel mimarlık fakültelerinin, mimarların, mimarlık tartışmalarının arasında İstanbul’un bir yanını, yıllardır çığ gibi artan kalabalıkların mimarisini anlatıyor. Sokağı anlatıyor, bağıra çağıra. Bu silüeti hızla geçerken o mimariyi kendi özel kuralları içinde sevmeye bile başlıyorum, hatta eskimesini de, renklerini de, salaşlığını da, dekorlarının önünde, içinde olanları da . Ben buradayım diye bağırmayan, eskiz gibi yapılmış yerleşmeler. Onu yeni baştan düşünmeye ve tekrar tekrar kurmaya başlıyorum bir yerlerde.

UIA için birkaç yıl önce İstanbul’un kısa ziyaretinde gözlemlediği bu tür yerleri ile ilgili ünlü Fuksas’ın söyledikleri aklıma geliyor, her şeyin olduğu gibi kalması gerektiği ile ilgili. İki K arasındaki yolculuk bana bir başka K’yı bizim Kumla’yı düşündürüyor başka bir yanı ile. Hani şu Bursa’nın, yanı başındaki Gemlik’in deniz kenarındaki yazlığı, 40 ya da 50 yılda küçük eski köyünün yanında hiç yoktan var edilen, yazın dolan, kışın boşalan, sanki mimarlı ama mimarsız gibi ve de her hali ile relaks, popülerize edilmiş bir yerleşme, bir şeylerin yok olup, bir şeylerin eklenebileceği, bundan kimsenin umurunda olmayacağı, bazı yerlerinin her nedense şimdi metruk bırakılsa da, bazı yerleri yenilenmiş olsa da aslında önemli bir şeyin değişmeyeceği, orada olan yakınlarımdan ötürü bir süre kaldığım sahil yerleşmesi Kumla, bu tartışmaya katılıyor. Diğer kıyılardaki benzeri yerleşmeler gibi yazılı ve sözlü medyada haberleri ve meşhurları ile pek de sansasyon yaratmayan, podyuma çıkmayan kendi kişiliği, arkasındaki salaşlığı ile göz ardı edilmeden var olmayı bekliyor, orada yaşayan insanları ile, bizim gibi olanları ile, bizim gibi olmayanları ile.

Bostancı Kavşağı’nı geçip Göztepe’ye doğru yaklaşıyoruz. Otobanın etrafında bu defa her şey değişti. O silüetten eser yok artık. Şimdi her şey daha başka ve daha bir gerçek. Üst geçitteki 30 Ağustos’u kutlama yazısı bile bir başka ciddiyette yazılmış belediyenin imzası ile, sanki bir başka yere girermiş gibi. Mimarlı yapılar bütün haşmetiyle kendilerini gösteriyor, damgasını vuruyor yolun iki yanına. Dizi dizi yabancı isimleriyle tanınmış mağazalar birbiri ardına sıralanıp gidiyor. Özel arabalarda, içinde oturanlar da artık başka bir yerde olduğumuzu gösteriyor. Bu birkaç kilometrelik ama bir birinden yıllarca farklı dünyalar arasında, hızla denize doğru yaklaşırken ya minübüs yolu, ya da Bağdat caddesi diyorum içimden, adaları yekpare gören sahil yolu, hepsinin arasındaki bizim Suadiye’den şimdi yerinde dev bir gökdelenin olduğu eski Şirin Apartmanı’nın önünden liseyi geçip aşağı Turşucu Deresi’ne doğru sevgili şair Arif Ağabey’in (Damar) o güzelim şiirlerini yazdığı kırtasiye dükkanının hemen yanından aşağıya sarkılan yemyeşil ağaçlıklı Turşucu Deresi ne alemdedir diye düşünüyorum.

Harem’e değil de Üsküdar yoluna bağlanıyoruz. O sıcakta deniz havası geliyor uzaktan, Harem ayrımının ötesinde. Eski Haydarpaşa Lisesi ile Hastanenin arasından geçip Kurtköy’den Kadıköy’e, dedikleri gibi tam bir saatte varıyoruz. Kadıköy hala Anadolu yakasının balkonu gibi. Minibüslerin yeri hala aynı. En başta yine Kartal’a gidenler var. Kahyalar yine aynı, hiç değişmemişler gibi. Etraftaki sırasını bekleyen şöförler, sucular, limonatacılar, balıkçılar, köfte ekmekçiler, satıcılar, ayakkabı boyacıları sanki hiç yerlerinden kalkmamışlar yıllardır. Sahilin dibinde balıkçılar var eskisi gibi. Balık tutanların yanı başında, bu sanki Tarihi Yarımada, Haydarpaşa İskelesi tarafından gelen güneşi kesmek için diyagonal yatırılmış, sanki yüzlerce, rengarenk plaj şemsiyeli, ince uzun kahvehane de oraya yeni konmuş gibi. Sıcağa karşın denizin kenarındaki upuzun mekan dopdolu. Yanından geçip eski hal binasına doğru yürüyorum. Gazeteciler yine dizi dizi koymuşlar sayfaları, tezgahları kitap dolu yine aynı şekilde heyecanla bağırıyorlar vapur yanaştığında. Arkada hiç değişmeyen yuvarlak köşeli büro binasının tam karşısında bir şeyler yapılıyor. Yandan geçit vermişler. Solda ana yolun yanındaki apartmanlardan bazılarını kaplayan, dev bez afişler dikkatimi çekiyor. Maç izleyen fanatikler rengarenk. Tam karşıda dev bir balon havada asılı yerden bağlı bir şekilde, tarihi iskelenin arkasında görülüyor. Konservatuar ise başka bir alem. Keman melodileri, operacıların sesleri, halk müziği bir birine karışıyor üst üste gelmiş. Aynen daha önce gördüğüm panoramanın başka versiyonu. Yandaki meydan sallanan bayraklarla dolu. Ama sakin. Burada yapılan törenin sonrası. Ve ahşap geçiçi kulübelerdeki kitapçılar, ayaküstü yemek atıştırılacak yerler ile hediyelik eşyacılar ile bu yakadaki kıyı resmi tamamlanıyor. Tam tersi yakadaki Haydarpaşa İskelesi’nin etrafında yanaşan vapurların silüeti ile hemen gerisindeki tarihi Sultanahmet, Topkapı, Ayasofya, Galata, Süleymaniye çizgisi bütün bunların tam karşısında, Bizansı, Osmanlısı, kalan Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si, Anadolu’nun her yerinden gelen eski yeni İstanbullular ile birlikte özenle yapılmış hassas, milimetresi hesaplanmış bir kolaj içinde. Buraların yapılarıyla, insanlarıyla tabakaların üst üste geldiği bir kolajlar dünyası olduğunu, asırlardır hiç değişmediğini düşünüyorum dünyanın belki de en önemli silüetlerinden, birinin önünde.

Aklıma Buket Uzuner’in bir birinden anlamlı dört kısa hikaye bir araya getirdiği Karayel Hüznü isimli kitabı geliyor. Her bölümü ayrı bir serüven olan bu dizinin en sonuncusu, Bütün K Harflerinden Uzak diye başlıklanan yazısında adalardan söz edilirken, Uzuner, bir köşede olma, uzaklaşma, yalnız kalma hatta saklanma kavramları ile yan yana getirdiği üç kişiyi yazısıyla resmediyor. Hikaye heyecan ile bir yerlere girip çıkarken sonunda ilgi çekici bir yere varıyor. Yazar köşesinden kendilerini dış dünyaya kapatmış gençleri adım adım izliyor, küçük salaş bir barda, akşam ile karanlık arasındaki bir zaman diliminde dikkatle gözlüyor. Hatta giderek bu üçlünün vücut dillerini okuyor. Yazısında “Her bedenin ayrı bir dili, ayrı bir hayat tarzı vardır ki, bu, konuşan dilden daha güçlüdür çoğu kez…” deniyor. Sözünü ettiğim Buket Uzuner’in yazısındaki K’larla yukarıdaki K’ları Helsinki’deki bizim kuzey tramvayında tanık olduğum bir anıyı biraraya getirmek istiyorum.

Bizim tramvay 3T’ye, kısa metro yolculuğumun tam sonrası, kentin tam ortasından, ünlü Saarinen’in, kendisi gibi tanınmış demiryolu binasının tam önünden binerim. 3T, kentin merkezinden, Stockmann’ın hemen yanından, sağa dönüp, Esplanade yolundaki ünlü cafe Ekberg’in sonrası sola dönüp, ikinci el kitap satıcısı Hagelstamps’in önünden geçerek beş yol ayrımına gelir. 3T tramvayında zaman zaman elleriyle konuşan genç öğrencilere rastlarım ikili, üçerli gruplar halinde. Sanırım yakında özel bir dilsizler sağırlar okulu var. Bugün hepsi sarışın, hepsi uzun saçlı, biri eteklikli 3 kız tramvayın ön girişine yakın karşılıklı sıralarda oturuyorlardı. Tramvay sürücüsünün hemen arkasındaki sırada karşıda oturan ikisinden birinin elinde eldiven vardı. Bir birlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Birinin elindeki eldivenler, el hareketlerinin nüansları göstermiyordu. Diğerinin elleri ise tam tersine inanılmaz hassas hareketlerle sahibinin anlattıklarının dışa vurumu oluyordu. Eller, sessiz konuşmayı yönlendiriyordu ama en önemlisi gözler ve bakışlardı. Gördüğüm bir başka dildi, bir başka alfabeyle konuşuyorlardı. Hem çok kolaydı hem de çok zordu. Bütün duygular sessiz dünyada konuşanların yüzlerinde yoğunlaşıyordu. Çok derin bakıyorlardı bir birlerine. Bir bakış diğer bir bakışı kovalıyordu, bir başka bakış aniden konuşmaya dalıyordu, diğeri onu tamamlıyordu. Neredeyse eller olmasa da bir birlerini çok iyi anlıyorlardı. Etrafımızda duyduğumuz sözler gibi, kelimelerin bir birleriyle söyleşmeleri gibi. Konuşmasalar da vücut dilleri ile bir birlerini konuşanlar gibi anlıyorlardı Uzuner’in yazısında gözlediği üç gencin bir birleriyle diyaloglarında olduğu gibi.

Evet belki de her binanın, her projenin deşifre edilmeye hazır bir vücut dili var. Bina ile ilgili, hatta onu yapan mimarla ilgili ipuçları veren bir vucut dili. Kentlerde, onun içinde yaşadığımız, gezdiğimiz yerlerde böyle. İş İstanbul’a gelince vücut dili daha da karmaşıklaşıyor.

İstanbul düz bir kent değil. Sadece topoğrafya olarak değil zamansal olarak da, yaşamsal olarak da üç boyutlu, çok boyutlu bir kent. Aşırılıkları, dinamizmi içinde barındıran, daima barındırmış olan bir kent. Sürprizlere açık bir yer bir sürü yanı ile. Durağan değil, değişimlere açık olan, olması gereken bir kent. Yani neredeyse her metrekaresi ile yaşayan bir dünya metropolü, yaşayan dev gibi bir organizma. Yaşlanan, yaşlansa da tekrar tekrar gençleşen ve tekrar yaşlanan bir kent. Eskiz olarak çizilmiş gibi, eskizsel, skeçlerle dolu bir kent. Kesinlikle her yanı aynı gözüken, bembeyaz kartondan yapılmış bir maket, kenarları gıcır gıcır düzeltilmiş, pahlanmış, cilalanmış, büyük bir mobilya gibi bir şey değil. Kendini yeni eklentileriyle, hayatın içinden aldığı malzemeleriyle, üzerine getirip koyduğu farklı insanları ile, kendini sorgulamaya hazır olan, olması gereken, problemleriyle yüz yüze gelebilecek, risk alabilecek daha bir deneysel bir maket, deneysel bir kent. Belki de dünyada hiç bir örneği yok, sınıflandırmalara da uymuyor. Bu her şeyi ile kendine özgü olan kolajı anlamamız, bir arada tutmamız, koruyabilmemiz ve değerlendirmemiz için, İstanbul da bu hali ve bir sürü yanı ile, bizimde üzerinden atlaya atlaya yaşadığımız adaları gibi, diğer farklı yaşanan Kurtköy yolundakine benzer adaları ile, farklı renkleri ile önce kabul edilmeyi bekliyor.

K’lar arasında, K’lar ile birlikte, yeni kurulan bir yerinden diğer bir yerine, 16 K ile tarihi, efsanevi silüetinin önüne gelene kadar bile, bir saatlik doğu batı yolculuğunda, İstanbul kendi vucut dili ile ilgili derin, çok önemli ipuçları veriyor, Buket Uzuner’in kitabında, bir barda gözlediği gençler ve bir kuzey tramvayında tanık olduğumuz, konuşmadan konuşan, elleriyle anlaşan Finli Kızlar gibi.

Etiketler

Bir yanıt yazın