Anadolu Eğik Açılılık Geleneğinde Türk Evi

Eğik açılar, açılı duvarlar, açılı çizgiler, yollar bir başkaydı. Özeldi. Tek defaya özgüydü. Uzun yıllar, lise ve öncesinde, bir zamanlar Rumlar’ın, Türkler’in hatta Ermeniler’in birlikte olduğu sahil kasabası Gemlik’teki ortam, belki de bunları bana orada yaşarken sevdirmişti.

Muhteşem yollardı. Granit parke taşların üzerinde, 1960’lı yıllarda, Dodgeler’in, Desatholar’ın, uzun Chevroletler’in, Impalalar’ın, Morrisler’in, Manlar’ın üzerinde gidip geldiği, dansettiği, ahşap evlerin arasından geçen, insanları arabaları taşıyan, yüzlerce, binlerce yıllık yollar. Dümdüz olanlar, düzenli sokakların hemen yanıbaşında yer alan, ucunda ne bulacağını pek çok bilemediğiniz, her sürprize açık, istediği yere sapan, yağmur altındaki güneşte başka başka parlayan, birçoğu sonradan asfalt dökülüp yok edilen, paket taşlı güzelim yollar.

Muhteşem evlerdi. Omuz omuza, yanyana, sıra sıra, yanındakilerden güç alan, dapdaracık, genişlikleri 2,5, 3 metreye inen evler. Kimin kimden ne aldığı bilinmeyen çeşit çeşit cumbalı, her biri biribirinden farklı, kendine benzeyen evler. Türk’ün, Rum’un, Ermeni’nin, ya da diğerlerinin, yeni göçmenlerin hep birlikte yaşadığı, sokaklarda geleneklerin birbirine karıştığı, birçoğu bugün yok olan evler.

Uzun mu uzun, dar mı dar, 3,90×24,00 m boyutlarındaki, büyüklerin Rumlar’dan satın aldığı, dört katlı, kendi gibi diğerlerine yaslanmış bizim ev, altında İstiklal Caddesi’ne bakan dükkanı, dükkana bağlı ardiyesi, ardiyedeki bize o zaman dev gibi gelen siyah zeytin fıçıları, zeytinlerin seçildiği arka girişin taşlığı, dışarı açılan cümle kapısının arkasındaki siyah uzun kol demiri, sonradan eklenen çamaşırlığı, komşular ile paylaşılan Girit göçmeni Namik’in yağhanesinin büyük kapısına doğru uzanan uzun arka bahçesi, bahçedeki büyük incir ağacı, yanıbaşında uzun kümesi, dört katlı, her katın ucunda büyük teşkilatlı birer odası, odaların arasında uzun yüksek sofaları, katları bağlayan oyun yerlerimiz, herkesin ayak vuruşlarını tanıdığımız, depremlerde kaçarken gıcır gıcır sallanan her katta farklı merdivenleri, oynadığımız merdivenlerin altları, bir yanda Samanlı Dağı’nın zirvesini gören sedir, dünyanın sanki bütün başkentlerini baş odamıza taşıyan dedemin Minerva markalı radyosu, bembeyaz örtülü pespembe babaannemin yanında bizlere hikayeler anlatarak elma soyduğu siyah çakısı, etrafımızı saran kasaba, bağı bahçesi, bugün merkezdeki büyük bir kısmı betonlanan, ilerisinde sabahın ayazında hıdrellezlerin kutlandığı iki yanı kavaklık dört dönemeçli deresi, işçilerin bekleştiği, Bursa’ya giden arabalarının kalktığı köprü başı, Cumhuriyet tarihinin ilk modern prizmatik camisi, kiliseden bozma diğerleri, ölçekli sahili, balık pazarı, kayıkhanesi, bilardocu Ferhat’ın yeri, ilkokuldaki Makbule Öğretmen, İstiklal Caddesi’nin vazgeçilmezlerinden Deli İsmet, ayakkabıları her zaman parlak benzinci Osman, berber Cafer ile oğlu Güngör, balıkçı Sami, otelci Ali Osman, dükkan komşumuz Kumlalı Abdullah, üzerinde Umurbeyli Elmas Teyzeler, öteki yanda Orhangazili Güllü’ler, köşede ahşap Gürleliler’in Hanı, karşısında Batum Oteli, Balıkpazarı’nda Rumlar’ın, futbol sahasına giderken kumluk mahallesinde Ermeniler’in, Kulaktaşı’na doğru Türkler’in evleri, üzerinde, bazı kaynaklara göre İlas’ın kurduğu söylenen, kimilerine göre Osmanlı’nın gemi yapım yeri, Gemiliği, her zaman zeytin kokan bizim Gemlik, varlığı ile gözlerimizin önünde kayboluşu ile, adım adım yıkılışı, bir çok yerinde eskiden yeniye kimlik değiştirmesi ile mimarlık okulu öncesi karekterleriyle, dekorlarıyla gerçek bir mekan dersiydi.

Temsil-i Düşman
Biz gürültünün sonrasına yetişmiştik. Savaşlı yılların çilesini büyükler çekmişti. Çocuklara da güle oynaya kutlamaları izlemek kalmıştı. Bu hikayelerle büyüdük. Karşı tarafta, Ege’nin ötesinde de kazananlarla kaybedenlerin yerleri farklı, aynı şeyler olmuştu mutlaka. Her yıl Gemlik’in kurtuluş gününde, İskele Meydanı’nda protokola dahil zevatın yerini alışını İstiklal Marşı sonrası, birbirine benzer heyecanlı konuşmaların ardından atlıların önünde kaçan çaresiz, temsili düşmanı denize döküşümüzü, en üst kattan seyrettiğimiz meşale alevlerinin uçuşmalarını, gece fener alaylarını, çocuklarını sahilde bırakıp canını kurtarmaya çalışan, hazinelerini zeytinliklere, evlerinin altına gömüp kaçan Rumlar’ın, eski Gemlikliler’in öyküsünü, Ermeniler’i, Giritliler’i, Kavalalılar’ı, diğer göçmenleri, Kumlalılar’ı, Umurbeyliler’i, Gürcüler’i, Lazlar’ı, Kürtler’i, Çerkezler’i yani kısacası Anadolu’yu ve renklerini hep burada tanımıştım. Bu inanılmaz dekorların arasında, eğik açılılık sevdası da belki de derin bir yerlerde, buradan kalmıştı. Belki de bütün bunlar etrafımda olanları ve mekanı tanımlayan, onları birleştiren, bağlayan heyecan verici çizgilerdi.

Geçtigimiz yıllarda yitirdiğimiz, “Benden selam olsun Anadolu’ya” isimli ünlü romanın yazarı Yunanlı Yazar Dido Soturiu ile olan dostluğumuz, yazışmalarımız, onunla yıllar önce İstanbul’a, Tüyap Kitap Fuarı’na geldiğinde,Tünel’de bir otelde buluşmamız, benim Gemlik’in, onun Şirincesi’nin büyüsünü paylaşmamız belki de hep bu bizim kasabanın anılarının üzerinden bilerek ya da bilmeyerek hala takip ettiğim izlerdi.

Türk’ün Evi
Ve arkası geldi. Geleneksel ev kavramı, özellikle de bilinen adı ile Türk Evi, DGSA (şimdi MSGSÜ) Mimarlık Bölümü’nde neredeyse yine her zaman yanımızda, bizi bir şekilde takip eden, duvarlardaki boy boy resimlerinin ötesinde, kafamızın hep bir yerine çakılmış, tekrar tekrar öyle ya da böyle önümüze gelen melodinin temposuydu. Türk Evi bir Anadolu Evi idi. Türklerle yaşayan bizim gibi diğerleri de vardı ve yemeğinden mekanına herkes biribirinden almış vermiş, etkilemiş, etkilenmişti. Ustalar bile biribirine karışmıştı ama biz onu hep Türk Evi olarak duyduk mimarlığı öğrenirken.

Anadolu Geleneksel Konut Sistemi içinde, adına ne dersek diyelim, Türk Evi bugün artık hem vardır hem de yoktur. Vardır, çünkü hala kalan örnekleri ile etrafımızı sarar. Yoktur çünkü artık o mekanı yaşatan hayat bitmiştir ya da hızla bitmektedir. Ne sedirlerde oturan büyükbabalar, dedeler ne de ortada yer sofrası ne büyüklerle birlikte yaşayan oğullar gelinler vardır ya da hızla sayıları azalmaktadır. Tamamen kaybolmasa bile artık bu hayat hızla yok olmaktadır. Bununda ötesinde diğer geleneksel evlerde bizlerle adeta omuz omuza oturan komşularımız Rumlar, Ermeniler artık kalmamıştır ya da çok azalmıştır. Ama var olan bütün bunlardan aklımızda kalanlardır. İzlerdir.

Geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramında, aynı isimli gazetenin ÇED Köşesinde Oktay Ekinci’nin bir makalesine rastladım. Daha sonra Ömer Kanıpak’ın bu makale ile bir şekilde yan yana gelebilecek, İstanbul’daki trafolarla ilgili düşündürücü yazısı da bir süre önce Arkitera’daki bu sütunlarda yayınlanmıştı. Ekinci makalesinde eskiye doğru öykünmelere karşı çıkan Ağabey yazarları eleştiriyor, Milli Mimariden, bize ait değerlerden, kültürel derinlikten söz ediyor, giderek Küçük Amerika’ya döndürülen Türkiye’de, özgün mimarlığın da payını aldığını vurguluyordu. “Tarihten esinlenmiş yöresel ve çağdaş yapıların tasarlanması özlemi”ni tartışıyordu sutunlarında. Hangi akla hizmet dışarıdan Türk Evi’ne benzetilen, adeta oyuncağa dönen İstanbul’un değişik semtlerindeki trafoların dramatik görünüşlerini yazan Kanıpak’da bu işin bir başka yanının altını çiziyordu haklı olarak. Çoğu kez başka makalelerde de, garip bir mantıkla Türk Evi’ne benzetilen okulları, yönetim binalarını da izlemiştik. Bunlarla birlikte yine hemen aklıma gelen yıllar önce gazetelerde, mimari çevrede günlerce kamu oyunu meşgul eden Nail Çakırhan’ın yapıtları geldi. Nail Çakırhan’ın Muğla civarında yaptığı Türk Evleri, onu yeniden yaratmak çağdaş yorumlamak değil bu anlamda daha öncekilerin benzerlerini inşa etmeydi. Bir anlamda eskiyi kopyalamaydı, ve bu evlerle Çakırhan nedense seksenli yılların başında Ağa Han Ödülü’nü aldı. Sonuçta o yıllarda şiddetli tartışmalara neden olsa da, o zamanlar genç nesil için gösterilen hedef şaşırtıcıydı. Bu anlayışın aradan geçen yaklaşık 25 yıldır çok değişmediği görmek daha da şaşırtıcı oldu. Kanımca sorun, yeni bir tasarım ortaya koyarken, bu mimarinin özgün bir şekilde, öyle ya da böyle kopyalamalardan uzak cesaretle, yine farklı kişisel yaklaşımlara bağlı olarak nasıl yorumlanması gerektiğidir. Gelenekselin çağdaş dünyadaki yorumu nasıl olmalıdır sorusu önümüze gelir her defasında.

Sedat (Hakkı Eldem) Hoca’nın son zamanlarında, okulunu bitirme öncesi ve biraz da sonrası bürosunda çalışmıştım. Bursa Evleri’nden, Kırım Sarayı’na, dizi dizi önümüze gelen eski Boğaz Yalıları’ndan, kendi planladığı evlere, elçilik binalarına, sayfalarına resimlerini çizdiğimiz bazı kitaplarına katkıda bulunmuş, farklı projeleri arasında dolaşmıştık. Hiç unutmam bir özel sohbetimizde, bir süre aynı anda bürosunda beraber çalıştığımız sevgili Halil (Onur) ile bize belki en büyük Türk Evi diye nitelendirilebileceğimiz Topkapı Sarayı’nı ve adeta bir kentin sırlarını anlatır gibi, öyküsüyle, haremiyle ve bir sürü hikayesi ile kendisinden dinlemiştik. Sedat Hoca bu derin hikayelerin, tarihin saklı olduğu geleneksel evlerde de onların yorumlamasında da kendine göre uslubu ile plandaki parçalamalar, ritmik tekrarlamalar, mekanlardaki hiyerarşik düzen, mekanlarla örtü ve yer arasındaki bağlantılarıyla ve daha bir sürü özgün yaklaşımı ile kişisel bir yol bulmuştu ve yıllar boyu da bunda ısrar etti. Sadece yazdığı kitaplarla değil planlama üslubuyla da Türk Mimarlığında özel bir yer edindi. Tabii ki artık Türk Evi yapacağım diye projeye başlanır mı. Bu tasarlayan için önemli bir tercih ve başlangıç noktası olabilir belki ama Sedat Hoca’nın her şeyi Türk Evi idi. Projenin başlangıcı da bitişi de. Onun her an düşündüğü de, modern dünyadaki kendi yorumlama anlayışı da. Bugün bazıları hala hayatta olan az sayıdaki usta mimarımızın hala yaptığı gibi.

Zaman içinde gelişerek, bir kültürden diğerinde yorumlanan Anadolu Geleneksel Evi’nin ve özellikle de Türk Evi ile özdeşleştirilebilecek, mimariye kattığı özelliklerden biri rasyonelliği ve irrasyonelliği inanılmaz bir denge içinde bir araya getirmesidir. İki kutbu harmanlar adeta. Benimde bu tabloda daha çok, kişisel olarak irrasyonal tarafı ve duvarlarıyla, cumbakarıyla özgürleştikçe özgürleşen tarafı ilgimi çeker. Konut birimleri kendini topoğrafyanın ya da değişik zamanlardaki arsa bölüşümünün ya da başka bir nedenle oluştuğu çekilde dokuda kıvrılmalara, dönüşlere bağlı planlamalarda irrasyonelliklerde bulur. Üst katlarda ise rasyonellik, odaların yan yana gelişi daha düzenlidir. Alt ve üstün bir araya gelmesi şaşırtıcı mekan oyunları yaratır. Düzensizliğin ve yanı başında düzenin bir araya geldiği mekan oyunları, mekan varyasyonları, günümüzdeki bir sürü modern örnekte bulunabilir. Çağdaş mimaride yıllar önce başlayan, bugün ise cambazlığı yapılan döndürmelerin, özgür açılı planlamanın, iç içe girmelerin, volüm kaydırmalarının izleri vardır, önemli ipuçları taşır.

Eğik Açılılık Geleneği
Türk evini ortaya bir yere alalım ve bu eksenin Anadoludaki tam tersi yönüne hatta orijinine giderek özetle, eğik açılılık geleneğinin örnekleri arasındaki bir çizgi üzerinde Türk Evi’nin izlerini bulmaya çalışalım. Yaşlı Anadolu Yarımadası’nda konu ile ilgili olan bazı başlıkları önümüze koyarsak, Anadolu üzerindeki bir sürü dönemde, farklı dönemelerdeki etkileşimlerin, diyaloğların ötesinde mimari planlamadaki rasyonel ve irrasyonel tavır arasında müthiş bir mimari kontrast ya da abartırsak müthiş bir mimari kavganın olduğuna tanık oluruz. Bu iki zıt kutbun, iki mimari anlayışın karşı karşıya gelişidir adeta. Özellikle antik dönem ve öncesinde Orta Anadolu’daki, yarımadanın daha önce burada yaşayan esas güçleri ile (İç Anadolu’yu bu açıdan güney ve batı kıyı bölgelerin ayrılır) ülkeye asırlar boyu göç dalgalarıyla batıdan doğuya doğru gelen, Ege Denizi’ni aşıp Anadolu’nun Ege ve Akdeniz Bölgesi’ne yerleşenler arasındaki bu tasarım kapışmasını izlemek ilgi çekicidir.

Orta Anadolu geleneğinin başlama noktası Çatal Höyük’dür. Mellaart’ın bir başka gezegenden gelmiş gibi dediği İsa’dan önce 6.000’lere 7.000’lere tarihlenen, üzerinde binlerce kişinin yaşadığı düşünülen ilk yerleşmedir. Mimarlık adına birçok şeyin başladığı çok özel bir örnektir. Dünyada bir ilktir. Anadolu’nun ortasında yan yana gelmiş üst üste çıkılan evler tasarlanmıştır. Dünyada bu kalibredeki ilk yerleşmedir. Konut öbekleri oluşturulmuştur farklı katmanlarda. Adeta Moshie Saftie’nin Expo 70’deki Montreal Konutları’nın primitive halini andırır. Yüzlerce tapınak olarak kulanılan ev üst üste, alt alta yan yana gelir. Kendi korunmasını yaratır planlamasıyla. Grid ama dikdörtgen birimler hafif irrasyonele eğilimlidir. Hafif eğik doğrultular, açılar okunur. Bu örnek dışında Anadolu’ya özgü bu eğik açılık geleneğinin Hacılar’da, Can Hasan’da milat öncesi 5.000’lerde devam ettiği görülür. Daha sonra Orta Anadolu geleneği milattan önce 2.000’lerde Hititler tarafından sürdürülür. Başkent Hattuşaş, eğik duvarları ve avlularıyla bir başka örnektir. İrrasyonel yerleşme örgüleriyle, farklı açılardan oluşan sokaklara yakınlaşabiliriz. Alişar’da ve hatta Asur kolonisi Karum Kaniş’te bile evler Orta Anadolu geleneğine göre yapılır bizim geleneksel evleri hatırlatan bazı Kültepe Kaniş örneklerinde olduğu gibi.

Kilikya ve Hacılar gibi kıyı ile orta arasındaki sınır bölgelerinde ise karışmalar olsa da Ege ve Akdeniz’de megaron planlama dışarıdan ithal edilmiştir. Daha önce Miken saraylarında, merkezi karakterlerini gördügümüz megaron örneğin Thermi gibi yerleşme dokularında uzun dikdörtgen tipler olarak hafif açılı ve uzayan çizgilerle yan yan gelir, uzun konut yerleşmeleri oluşturulur. Truva’daki değişik seviyelerdeki megaronların oyunları hafif kaymaları görülür. Farklı seviyelerde ise üstüste geldiğinde ilginç açılı planlar ortaya çıkar. Bunun aksine daha sonra ızgara tipli, düzenli, rasyonel koloni yerleşmelerin popülerleştiğini biliyoruz. Anadolu çorak Yunan Anakıtası ve sömürgecileri için bir umut kaynağı olmuştur. Ana koloni Miletos, (MÖ 5. yy) daha da önceleri sonrası, Priene, Efes ve diğerleri sıralanır. Kent örgüsünün düzenliliği konturlardaki organik, irrasyonel kapatmalarla ilginç bütünlük oluşturur. Milet’te olduğu gibi. Ama sömürge dalgalarıyla her yana yayılan bu modanın, bu aşırı düzenli şehirciliğin karşısında eğik açılı planlamanın planlamacılığın antik dünyadaki dorukları gelir. Bunlarda farklı bir dünyanın, mimari anlayışının örnekleridir. Antik Pergamon (MÖ 2. yy), Aigai, Assos ve benzer diğerleri. Planlamalardaki birimler dikdörtgen ve dikdörtgenlerin birleşmeleridir ama bunlar irrasyonel dağınık bir armoni içindedir topoğrafyaya uygun olarak. Artistiktir. Pergamon (Bergama) dağın üstünden eteklere yayılır, doğanın özgürlüğüne, çizgilerine uyar, etrafındaki surlarıyla mimarlık dersi sunar. Bir şovdur. Mohaly Nagy’nin dediği gibi 3.000 yıllık kent planlamasının bir özetidir. Bunlar grid yerleşmeler karşısında Anadolu Eğik Geleneği’nin doruklarıdır, çok önemli örnekleridir. Hızla seçilmiş bu örneklerde bulduğumuz tadı kimi yazarların Hititlere, Bit Hilani’ye bağladığı, bazılarının ise Orta Asya Anadolu eksenindeki gelişe örneklediği bizim geleneksel ev planlamasında da bulabiliriz.

Türk Evi, planlamasında tabi ki rasyoneldir. Ama onun bir esas özelliği de bu rasyonelliğe bağlı olarak yarattığı irrasyonelliğidir, eğik açılılığıdır, serbestliğidir. Bu da ona ve etrafındaki sokaklara kişilik kazandırır. Ahşap konstrüksiyonun verdiği izin içinde yıllar boyu üstüne koya koya sadece birimlerin birleşmesinde değil yerleşme boyutunda bizi çağdaş dünyada ileri itecek mimari oyunlar yaratılmıştır. Yerleşme dokusundaki topoğrafyanın ya da biribirinin yanına eklenen yapıların yapı adalarının farklı zamanlarda yapılmasından kaynaklanan düzensizlikler, ya da düzenli düzensizlikler evlerde birimlerde, avluya bahçeye bakınca özgün çözümlemelere dönüşür. Bir sürü benzer motiflerde olsa, her ev farklıdır. Sokağa girince herkesin evi farklılıklarından okunur. Her evin dönüşü, sokakla dialoğu farklıdır. Birimler kişiseldir. Yani benzer bir tema (sadece ahşabın kullanılmasından değil mekan parçalarının kullanımındaki hiyerarşik yapı, sofa, baş oda nın yerleri vs) ile benzer olmayan, kendi kişiliği olan bir sürü birimin meydana getirdiği resimler yaratılır yerleşme dokularında. Kimin evinin hangi mimari motifleri var, hangisi sokağa nasıl bakar, kapıdan girince taşlıklarda gördüğümüz herkese özgü olanlar hep karekter farklılıkları zenginlikleriydi. Lise sonrası, benim akademideki mimarlık egitimim süresi ve yakın sonrasının arasında geçen süre içinde Gemlik’te yok ettiğimiz aslında bu özgünlüktür herkesin farklığıdır ve aslında hızla kaybettiğimiz özgün Anadolu’nun parçalarıdır ve farklı anlayışların bir arada yarattıklarıdır. Hem mekan olarak hem de yaşayanlar olarak aslında bu yok edilmiştir. Gençlere, genç mimarlara tasarımlarında modern dünya için ışık tutacak o güzelim sürprizli sokakları, rasyonel satranç şeklindeki grid planlamanın yanındaki Anadolunun her yanında raslayacağımız eğik açılılık geleneği artık oransız, bakımsız, sözde modern, yapana daha çok para getiren kişiliksiz müteahhit işi binaların, üzeri kapanan granit taşların altında kalmıştır.

Anadolu Evi
Anadolu’dan tekrar kuzeye geçip bir anekdot ile bağlantılı yazıya son noktayı koymak istiyorum. Helsinki’de metrodan inip, yürüyen merdivenlere doğru giderken arkamda bizim taraflardan, iki gencin Türkçe konuşmalarını duydum. Hızla atladığım 3T tramvayında ileri yürürken arkaya doğru bir yerde yakınlarında onların da oturduğunu gördüm. Gayrı ihtiyari derler ya, işte öyle bir şekilde konuşmaya başladık. Uzun boylu erkek olanı Mardin’denmiş. Mardinle ilgili yorumlara başlayınca, heryer öyledir ağabey kat kat, bizim köyde Mardin’e benzer ama bizimkiler kerpiçtendir diyerek kendi yöresindeki gözlemlerini sıraladı. Kıza döndüm, genç onun Süryani olduğunu söyledi. Güneydoğu taraflarındanmış, o da oraları anlattı. Oradan buradan derken bizim durağa geldiğimizde, indiler benle birlikte. Bizim büroya yakın bir yerde çalışıyorlarmış. Farklı bölgelerden, etnik kökenlerden de olsak Anadolu’dan bir şeyler bizi birleştirmişti. Davet ettiler çalıştıkları pizzacıya. Yeni bir güne başlamak için bizim stüdyoya doğru yürürken Gemlik’teki futbol yıllarımızda, Gemlik İdmanyurdu’ndaki santroforumuz İbrahim aklıma geldi. Biz ona Kürt İbrahim derdik. Aslında ne onun Kürtlüğü ile ne de kendi Türklüğümüzle uğraşırdık. Sağbek Mustafa vardı, o da Lazdı, Solbek Kadri ise Girit’ten göç etmişti, Giritliydi sanıyorum. Sarı Suat’ın ailesi ise aslen Kavalalı diye aklımda kalmış. Gürcü olan arkadaşlarda, şimdi hatırlamadığım diğerleri de vardı Anadolu’dan Anadolu dışından, aynı bizim eski Gemlik’te yaşayanlar gibi, farklı insanların oturup yaşadıkları farklı geleneksel evleri gibi.

Türk Evi dediğimiz (ya da Anadolu Evi ya da adını her ne koyarsak koyalım) bir zamanlar bizi birleştiren bir kavramdı. İçinde yaşadığımız, önünde oynadığımız mekanlardı, etrafımızı saran duvarlardı. O devir geçti. Ama onu yavaş yavaş yoketmekle aslında duyguları, düşünceleri, kendi yaşadıklarımızı, anılarımızı, köklerimizi, kültürümüzü yokediyorduk. Keşke onu, o zamanlar paketler gibi sarıp sarmalayabilseydik, Berlin’deki eski parlemento Reichtag’ı, Abu Dabi’deki Mastabayı, Paris’deki Pont Neuf Köprüsü’nü, Florida, Miami’deki Biscayne Körfezi’ndeki adaların etrafını ve daha bir çok yeri ve objeyi saran, sanatçılar Christo ve Jeanne Claude’un yaptığı gibi. Sonra zamanı gelince, hazır olduğumuzda açabilseydik. Tabi bu bir abartı ama, hem kavram olarak hemde fiziki olarak Türk Evi İstanbul trafolarında, kamu binalarında, kültür merkezlerinde, Haliç’in kıyısında daha bir çok yerde örneklerini gördüğümüz gibi anlaşılamaz bir anlayışla onu yaşatma adına bu kadar kolay yok edilmeseydi, çok ucuza gitmeseydi. Anadolu mimarlığındaki en ilginç sentezlerden biri olan geleneksel ev, sadece politik amaçla Osmanlı, din eksenine oturtulmayıp, daha başka yorumlarını da bulabilseydi. Yıkılmayı bekleyen Türk Evini Anadolu’nun bir çok yerinde olduğu para babalarının elinden kurtarıp, bütün azınlıkların, çoğunluğun, Rum’un Türk’ün, Kürt’ün, Süryani’nin, Yahudi’nin, Lazın, Gürcü’nün, Ermeni’nin evi, Anadolu’nun Evi yapabilseydik. onu elimizin tersi ile bir kenara itmek ya da çoğu kez olduğu gibi kopyalamak yerine, bize yeni parametreler sunacak, ışık tutacak, dinamik ve çağdaş yönleriyle anlayıp anlatabilseydik. Birçok farklı ülke mimarının sadece kendi geleneksel mimarilerini değil kendi derinliklerini, kültürlerini regionalizm’in çok ötesine taşıyıp çağdaş dünya için yorumladıkları gibi, içinde yaşadığım, Fin dünyasında Ervi’nin, Grotonfelt’in, Pietilä’nın, Leiviskä’nın, Lassila’nın, ALA’nın, hatta Aalto’nun bir bakıma yaptığı gibi, bazı Japon, Avustralyalı, Latin Amerikalı, Orta Avrupalı ve bazı diğer mimarların yaptıkları gibi. Kimbilir günümüzdeki global mimari fırtına içinde, gençler için hala onun gizlerini yeniden bulmak ve farklı yönleri ile yeniden keşfedebilmek belki de geç değildir (Eskiye benzetmenin, saçakları uzatmanın ve cumbalı ve modüler yapmanın çok ama çok daha ötesinde).

Son sözde eğik açılılıkla ilgili. Eğer bir gün Anadolu’da Eğik Açılı Mimarlığın Tarihi yazılacaksa, rasyonel özellikleri yanında irrasyonelliği ve eğik açılı planlaması ile geleneksel evimiz bu dizinin önemli bir nirhengi noktası olacaktır, daha önce saydığım diğerleri ve efsanevi antik Pergamon ve çağdaşları gibi.

Etiketler

Bir yanıt yazın