Biracı ile İşkembeci Arasında Kentin Bir Anı: Boşluğun Anlamı Üzerine

Burası Helsinki’nin tam ortası. Kış günleri, hafta sonları açık olmayınca, sanki bütün kentin ışıklarını söndürdüğü, kentin adeta oturma odası olan, beş altı katlı, tarihi alışveriş merkezi, Stockmann’ın* ana girişinin çaprazındaki alan. Üçgene benzer bir yer. Tanımlanması zor tuhaf bir boşluk.

Google Earth’te Üçgen Meydan

Merkezdeki ana metro istasyonuna doğru, tünele giden yolun neredeyse tam üzerinde olmasına karşın yoğun saatlerin dışında, yine de bazı anlarında buruk ve sessiz. Kışın ise bazen boş, bomboş. Üzeri ya bembeyaz ya da kenarlarındaki çok basılan yerlerine insanlar kaymasın diye dökülen mıcırları dışında buz kaplı, kaygan.

Dik açısal üçgenin bir tepesine doğru olan uzantısındaki yolda karşılıklı iki durak yer alıyor. Dik köşesine yakın ise ellerinde aletleri, çekiçleri ile çalışırken sanki aniden dondurulmuş gibi duran yüksekçe kaidesinin üzerinde bir heykel var. Üzerine devamlı kuşların konduğu ve kirlettiği, kışın karın çizgilerini belirginleştirip, beyazladığı meydana, Kolmen Sepän Aukio yani Üç Demirci Meydanına adını veren meşhur Üç Demirci Heykeli’ nin** iki yanından bir aşağı, bir yukarı tramvaylar geçiyor. Eskiden trafiğin ortasında kalmış olan heykel bugün meydanın bir köşesinde.

Meydandan Frederik Caddesi’ne bakış Fotoğraf: Hüseyin Yanar

Yollardan birinin ekseni, üçgenin uzun kenarına paralel doğudan gelip meydana katılan, bir Rus Çarı’nın adının verildiği Aleksanter’ın Yolu. Bununla birleşen diğeri ise yukarıdaki, batıdaki ana yol. Tramvaylara ek, otobüsleriyle, taksileriyle, özel araçlarıyla daha bir kalabalık, daha geniş ve daha bir yüklü olanı. Mannerheim Caddesi. Finliler’in önemli bir komutanlarının, ilk cumhurbaşkanlarından birinin, Maraşal Mannerheim’in ismini almış.

Mannerheim bir savaş kahramanı. Rusları bozguna uğratan Finliler’in, kendilerine bağımsızlık yollarını açan, o meşhur kış savaşında, ormanlardaki ordularını leylek sürülerinin ”V” düzeninde uçuşu gibi ilerletirken, düşmanın yanılgıya düşüp, bütün güçleri ile, orta baştaki baş tarafa yüklenmelerinin ardından, askerlerini kanatlardan hızla ileri doğru çekerek, “V”yi ters yüz ederek, onları ortaya kıskaca alıp, perişan ettikleri savaşı yöneten efsanevi kumandan. Finlilere göre büyük askeri bir stratejist. Bu önemli Mannerheim’in caddesine bitişik ama ona arkasını dönmüş, meydana bakan insanların bazen oturduğu, soluk aldığı banklar var. Önünde, ara sıra kiliseye bağış toplayan gönüllü bir kuruluş, özel giysileri ile Salvation Army’den bazı üniformalı görevliler halka bedava içecek veriyor. Bazen seçim zamanı çadırlar dikiliyor ve seçilecek partili adayların resimleri eğimli ahşaptan yapılmış panolara yerleştiriliyor, bazı partililer bu panoların önünde el ilanları dağıtılıyorlar. Bazen de protesto gösterileri buradan başlıyor.

Bir tatil sabahı meydanın son hali, Ocak 2007 Fotoğraf: Hüseyin Yanar

Etraftaki bir başka eski bina olan öğrenci birliği de hemen meydana açılan Suomalainen Kirjakauppa yani Fin Kitap Pazarı isimli mağazanın yanı başında. Meydan bu köşesinden, Mannerheim’in caddesinin yanından, ileride Forum’a doğru devam edince, yazın taze bezelye satan, kiraz ya da çilek satan tezgahlar ve yola bitişik bir küçük dondurmacı oralara serpişmiş gibi.

Burası etrafındaki üç dört katlı binaların arasından geçen trafiği rahatlatan bir meydan. Bazen ışığın yatay geldiği mevsimde, yolun sonunda açıklıktan oraya usulca süzüldüğü, gizemli bir hal aldığı bir yer. Boş alan olarak kullanılan, ne olacağı, kimin kullanacağı bilinmez, böyle alanların dinamizmini taşıyan, aslında çoğu zaman boş olsa da sanki birileri çıkıp bir şey yapacakmış gibi olan, aniden bir grup toplanıp bayraklarını açacakmış gibi, söylevler çekilecekmiş gibi olan bir alan.

Yazın bu meydanı, Ant Dağları’ndan gelen geleneksel çizgili giysileriyle, uzun saçlarıyla, Perulu müzisyen gençler, dolduruyor. İnsanları biraz bıktırsalar da yıllarca Stockmann’ın kapı önü müziğini yapıyorlar adeta. Kentin diğer bazı yerlerinde de zaman zaman görülen bu gençler, diğer farklı gruplarla, bazen meydanın ortasında, ya da köşesinde tek tek gösterilerini yapıyor ve bu mekanı gelen geçene hissettiriyorlar. Bazen bir köşesinde çocukları eğlendiren, koca burunlu, rengarenk büyük puantiyeli giysili, burunlu tahta uzun ayaklar üzerinde havadan bakan bir palyaçonun gösterisine, bazen buradaki geleneksel 1 Mayıs bahar bayramlarının, renkli siması gerçekte bir iş adamı olan, pembe panter kılıklı, sarı saçları uzun ama arkadan hafif seyrek showmanın Esplanade seremonisi sonrası komikliklerine, bazen üçlü bir küçük orkestranın melodilerine, bazen yerel bir elektronik gitar çalan gitaristin, ya da bir Rus akordion ustasının yol üstü mini konserlerine tanık oluyoruz.

Geçtiğimiz yıl, ilk defa, yaza doğru, bu meydan, aniden bir dondurmacının yeri oldu ve uçsuz, bucaksız yayılması ile bir yanıyla da bira satan bu dondurmacı neredeyse bütün köşeleriyle Helsinki’nin merkezindeki bu üçgen alanı, her yeri kapladı. Önce yol kenarına bir metal bir satış yeri kuruldu. Arkasından metal sandalyeler, masalar, masaların üzerindeki seramik küllükler geldi. Sonunda güler yüzlü de olsalar lise öğrencilerinin sanki binlerce çeşit dondurma sattıkları, bir yanında da bira içtikleri bir meydana dönüştü. Burası sanki insanı kapı aralığında oturur hale getiren bir yere, orada otursa da yok eden bir mekan haline geldi. Konserlerin, pembe panterin, palyaçonun, müzisyenlerin, keman seslerinin yerini dondurmacı biracı karışımı mekan aldı. İşte o zaman, o boş alanın güzelliğini, boş olsa da boşluğunun gerçek değerini anladım. Anlamlı bir mekan olana kadar da boş kalması gerektiğini düşündüm. Belki de hep boş kalması gerektiğini düşündüm.

Burası boşluktu. Beyaz bomboş bir kağıt gibiydi. Her zaman üzerine bir şeyler çizme olasılığı olan, çizilmeye hazır bir kağıt gibiydi. Günün akışına, ritmine göre yaşayan sürprizli, devinim dolu, eski köşelerini hatırladığımız ve özlediğimiz, boş, bomboş bir mekandı. Mevsim sonunda meydandaki uzun satış yeri söküldü. Allah’tan her şey geçiciydi. Metal masalar, sandalye ve küllükleri ile toplandı, gitti. Üçgen mekan, kentin kendi ritmine göre yaşayan, başkentin bir çok yerindeki karakteri hızla değişen boşluklarında olduğu gibi tekrar boş haline geri döndü. Onun bu hali ile aslında kentin diğer boşluklarından, dolmaya hazır meydanlarından, uzun boş eksenlerinden farkı yoktu. Yazın günde iki kez kurulan, kışın yerini içi ısıtılan çadırlara terk eden pazar meydanlarında, yazın yerini başka aktivitelere bırakan kışın kurulan büyük buz pistli Rautatie’deki merkez tren istasyonunun yanındaki meydanda, boydan boya aniden kenti süsleyen kıpkırmızı joulu (yılbaşı) çadırlarının yerini özel kutlamalardaki insan kalabalıklarına bırakan, kenti adeta bir bıçakla bölen Esplanadı’nda, büyük Beyaz Kilisesi’nin önündeki bir tribünü andıran merdivenlerde, sanatçı Kaarina Kaikkonen’in binlerce ceketle rengarenk bir enstalasyon yaptığı, baharda insanların oturduğu, orkestraların konser verdiği sahnelerin aniden kurulduğu Cafe Engel’in önündeki meydanında, hatta ızgara planına yerleşmiş binalarının, apartmanların arkalarındaki ıssız avlularda olduğu gibi. Bu üçgen mekanın farklı bir anı onu bana yeniden tarifledi. Boşluğun önemini ve boşluğun bir kentin içindeki tiyatro sahnesine benzer değişimini farklı aktörleri ile, farklı renkleriyle anlattı.

Dondurmacı, biracı derken aklıma yıllar öncesinden, önemli bir konferanstaki anlamlı bir konuşma geldi. Bizim Fındıklı’daki Akademi’nin o zamanki İDGSA’nın, şimdiki MSGSÜ’nün eski konferans salonundaydık. Dersler, forumlarda ve konferanslarda olduğu gibi yine tatil olmuştu. Her geçen gün, bütün mimari ve akustik kusurlarına karşın! nedense oradaki anılardan olsa gerek daha da bir sempati ile hatırladığım, o izbe görünüşünün altında yatan muhteşem insaniliğiyle, akademi hocalarına ve öğrencilerine yıllarca kucak açan, öğrenci forumlarındaki yürüyüş öncesi ateşli konuşmaların yeri, Sevgili Ercüment Hocanın (Tarcan) devamlı ses aygıtlarını düzenlemeye çalıştığı, binlerce anı yüklü, üç kanatlı (aslında sürme duvarlarla bölünen, sahnenin ve koridorun arkasındaki dördüncü kanadı olan), kaba ahşap sıraları ve yukarıdan aşağı şeritlerle yine ahşap kaplanmış duvarları, uzun siyah perdeli mekanda önemli bir gündü.

Bülent Bey’in (Özer) çoğu zaman olduğu gibi düzenlediği uluslararası bir konferans vardı. İtalya’ dan, Avusturya’ dan ve ülkemizden bazı tanınmış mimarlar, konuşmacılar yer alıyordu. İtalyan Sacraponti’nin uçarı projelerinin slaytlarını hatırlıyorum. Hatırladığım bir başka önemli şeyde buradaki dizi konuşmadan birinde sırası gelen sevgili Muammer Hoca’nın (Onat) anlattığı bunca ciddi mimari konunun arasında, gayri ciddi gözüken, dinleyeni gülümseten bir anekdotuydu.

Muammer Hoca 1960’lı yıllarda, Karaköy’ de bir işkembe çorbacısı için bir mekan tasarlıyordu. Hoca, çorbacı ile zaman zaman bir araya gelmiş, uzun uzun proje üzerine konuşmuştu. Mekanın gereksinimlerini ve daha da önemlisi işkembe çorbasının sırlarını ilk elden öğrenmişti. Sonunda çorbacının mekanını tasarladı. Projeyi de uyguladı. Architecture Forms and Functions Dergisi’nde de daha sonra basılan, hocanın yaptığı tasarımın (1969, sayı 15, sayfa 262, 263) resimlerinden, hassas masa ve sandalye detaylarını, tavanın ana volümden kopukluğu, ışıklandırma düzenini ve uzun bir mekanın sonunda yer alan kumanda merkezi olan bankoyu, çorbaların kazanlarını çeviren birkaç dairesel formu ve üzerlerindeki bakır konilerini hatırlıyorum. Keyifli bir mekandı. Mal sahibi ve günün her saatinde işkembe çorbası içmeye gelen müşteriler, çalışanlar, herkes memnundu. Lokanta da işini yapıyor, iyi de çalışıyordu. Hoca’ da arada bir buraya uğrardı. Çorbacı ile görüşür, çorbasını içer, yaptığı tasarımın sonrasını izlerdi. Yıllar sonra, Muammer Hoca tekrar işkembecinin önünden geçerken tabelanın değiştirildiğini eski tasarımından artık eser kalmadığını, üstüne üstlük mekanın biracı olduğunu anlamıştı. Konuşmasının bir bölümünde izleyicilere sunduğu bu fragmanı şu cümle ile bitirdi.

”…Ve anladım ki işkembeci ölmüştü.”

İstanbul’ dan tekrar kuzeye dönüp yazıyı noktalayalım. Stockmann’ın Üç Demirci Meydanı’na bakan, basık ana girişindeki dönen saatin altı Helsinki’nin gün içindeki önemli bir buluşma noktasıdır. Mağaza kapandıktan sonra da insanlar burada buluşmaya devam ederlerdi. Fakat birkaç yıl önce öyle bir an geldi ki geceleri özellikle liseli delikanlıların, sarhoşların yeri olmaya başladı. Camlı girişlerin önündeki bu mekan, etraftan yanına çok yaklaşılmayan bir hale döndü. Stockmann’ın yetkilileri sonunda çareyi buldular. Ani bir kararla, girişin altında yüksek volümlü müzik yayını yapmaya başladılar. Seçtikleri parçalar da sakin müzikler değildi. Wagner, Prokofyev, Kabalevski yorumcularından seçilen klasik müzik parçaları birbiri ardına yayınlanmaya başladı. Tabi anında sarhoşların alemleri yok oldu. Liseli delikanlılarda kendilerine başka yer buldular. Buradan uzaklaştılar. Giriş kısmı yeniden boşaldı ve bu yüksek volümlü parçalarıyla tramvay duraklarında bekleyenlere gece yarılarına kadar müzik yayını yapan bir yer haline geldi.

Yağmurlu bir akşam. Stockmann’ın saatli ana girişinin önü

Bir kenti ya da onun bir mekanını anlamanın yolu, köşelerinde olmaktan, oralarda yaşamaktan, olanlara tanık olmaktan, gürültüleri duymaktan, müziğini dinlemekten, yaşayanlarını tanımaktan, bir parçasına bakarken aslında bütününü hissetmekten, bütününü bulmaktan geçiyor belki de. Belki de kentin bir yanından aldığınız herhangi bir örnek, bir kesit, gözlemlediğiniz bir yer, oturduğunuz bir köşe başı kahvesindeki anlar, orada yaşadıklarınız size onu anlatıyor. Ve mekana, kente bakıyoruz, nasıl bakmak istersek. Onu önümüzde buluyoruz. Adeta mekan, kent konuşuyor, bize söylüyor ve biz de onu dinliyoruz. Sadece sahnelenen oyundaki bir anını, bir sahnesini, kalın kitabındaki hikayelerinden, sayfalarından birinin, bazılarının hikayesini okusak bile. Bunlar oradaki yaşamın fragmanları, derinlikleri oluyor. “An”ları oluyor. Belki de bu anlar kenti ele veriyor, mekanı bize anlatıyor. Sanki her yerini anlatır gibi.

* Stockmann Binası, Sigurd Frosterus’un bir yarışma sonucunda kazandığı ve 1916-1917’de inşa ettiği bir projedir.
** Üç Demirci Heykeli, 1932 yılında Felix Nylund tarafından yapılmıştır.

Etiketler

Bir yanıt yazın