Fredan Murkina bizim büronun sokağına yakın, meydanın yanından geçen ana caddenin üzerindeki küçük kafeteryanın ya da diyelim küçük ayak üstü uğrak yerinin, lokantanın adı. İçinde biri dört, diğeri ikişer sandalyeli dört masa, seramik döşemeleri üzerindeki dört küçük halı, masaların yanında sıradan metal bir elbise askısı, girişin biraz ilerisinde sağda, bulvar gazetelerinin kat kat dizildiği gazetelik, hemen yanında dondurma bankosu, Frederik Caddesi’ne bakan mütevazi bir vitrin, ön ve yan kenarı yukarıdan dönen 15 santimetrelik eskimeye yüz tutmuş hardalımsı fırfırlı perdeler ile girişin üzerinde açıkta florasan ışık bantı yer alıyor.
Kalabalık öğle saatlerinde herkesin kuyruğa girip önünde sıralandığı hafif çapraz, camlı tezgah orta mekanın biraz ilerisinde. İçinde salatalar, aperatifler, sandviçler var. Üzerinde de küçük tatlılar, çörekler ve hazır poşet çay çeşitleri. Bankonun yine çapraz yanında paraların alıp verildiği küçük kasa bulunuyor. Sağda kasanın aynı hizasında bir geçiş ve yanındaki metal çorba kabı ile günlük bir iki farklı yemeğin yer aldığı sürgüler ve hazırlık tezgahları arkaya doğru. İki üç katlı tabakların, büyük kahve paketlerinin, salça tenekelerinin, birkaç çeşit ekmeğin, microwave in olduğu tezgahlar bu tarafta. Yaklaşık 3×5 metre büyüklüğünde olan bu mekana bağlanan bir mutfak ve hazırlık mekanı en geride. Solda camlı bankonun yanında yer alan yine camekanlı, duvara dayanmış, içeceklerin sıralandığı daha yüksekce bir soğutucu var. Bir firma tarafından tarafından içeceklerini sattıkları için burayı işletenlere hediye edilmiş havasında. Üst tarafında Finlandiya’daki çok ünlü bir bira markasının adı olan Lapin Kulta’nın adı yazılı, ters V şeklinde, metal, ikiye ayırıp dışarıya koydukları, lacivert renkli, Murkina’nın günlük mütevazi menüsünü ve fiyatlarını gösteren reklam panosu, kaldırımın yanında her gün olduğu gibi. Üstte de Jaffa Hartwall’ın bir ışıklı reklam panosu var. Yazın bu kaldırıma bir iki kişinin oturabileceği tek bir masa konuyor. Fredan Murkina’nın ismi bu masanın arkasındaki, vitrin camına bombeli şekilde yazılmış.
Murkina’yı işlerini çok iyi yapan, birbirlerini, insanları ve yaşamı sevdikleri belli, orta yaşlı bir çift çalıştırıyor. Bir arkadaşın anlattığına göre bu çiftin Helsinki’de oldukça pahalı bir yerde büyük bir lokantaları varmış. Yanlarında da birçok kişi çalışırmış. Yıllar sonra orayı kapatmışlar ve sonra bu küçük yeri yine beraberce çalıştırmaya başlamışlar. Duvarlara gelişigüzel birşeyler asılmış. Portreler, kara kalem kimbilir kimin çizdiği sıradan bir resim, küçük bir saat, bir öbek manzara fotoğrafı, Estonya’nın başkenti Tallin’in eski bir resmi ile bir seyahat afişi ve oradaki kar gibi bembeyaz bir gemi.
Murkina çevrede oldukça bilinen bir yer. Burası tasarım dünyasının cinlerinin yarattığı bir dünya değil. Ama gördüğüm kadarı ile o cinlerden bir çoğunun biribirlerinden habersiz, sözleşirmişcesine gittikleri bir yer. Dostları merhabalaştıran bir yer. Birşey var onları buraya çeken. Her köşesi projelendirilmiş, tasarlanarak düşünülmüş ve detaylanmış gibi bir lokanta olmayan Murkina, mütevazi, işlerine aşık bir çiftin yeri, gidenlerin müthiş saygı duyduğu sanki hergün perdelerini üç beş saatliğine açan ve karanlığa kalmadan kapayan bir küçük sahne. Bu onların tavrı, giderek gerçekleştirdikleri bir yaşam biçimi. Günün belli saatlerinde yemek yemek isteyenlere, mütevazi fiyatlarla, oldukça lezzetli birkaç çeşit yemek ve aperatif sundukları çok sıradan, harcıalem bir yer.
Geçenlerde bir meslekdaşımın Helsinkinin seçkin bir yerinde yeni tasarladığı dairesine gittim bir görüşme için. Manzara harikaydı. Sohbetlerle güzel bir akşam üstü geçirdik. Her yer müthiş bir şekilde düşünülmüş ve tasarlanmıştı. Tam dergilik. Detaylar sadece tasarlanmakla kalmamış ustalarca çok iyi gerçekleştirilmişti. Bazı resimler çekmeyi düşündüm sonra nedense vazgeçtim. Fin usulü kahvemizi buğulu, siyah, İskandinav yapımı, bilmem hangi tasarımcının uzun bardaklarıyla içtik. Bardakların çok mimari olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Onlara uyacak enine çizgili Marimekko çoraplarımı o gün giymediğime de hayıflanmıştım. Siyahların tasarımı masadaki laptopla iyi uyuşuyordu, meslekdaşımın giysisine de. Etrafta gördüklerim, mobilyalar, renkler, özenle seçilmiş tablolar, ocak, mutfak, şömine, sauna, wc, odalar hepsi aynı şekilde. Herşey iyi idi, ama dışarı çıktığımda nedense tuhaf bir hisse kapıldım. Herşey tasarlanmış geriye hiç birşey kalmamıştı. Hiç bir kendiliğindenlik, doğallık ya da gelişigüzel bir enstantane yoktu. Ya da gelişigüzel bir enstantanenin peşine düşen bir tasarım anlayışı. Pek kitapta yoktu galiba ortalıkta. Her yer sessızdi. Çıt çıkmıyordu. Tasarımı, mimarlığı yapmaya çalışan ve seven biri olarak gördüklerim çok hoşuma gitse de düşünmeye başladım. Burada olmayan bir şey vardı ya da olanların yanında olması gereken başka birşey.
Çok geçmeden burada neyin olup olmadığını kafamda sorgulamaya başladım. Hayatın bu yaratılan deneysel hayata ya da bu tasarım dünyasının hayatın içine giremediğini düşündüm. Burasının bu tür dünyaları yaratmayı çok iyi bilen bir cin tarafından bir gecede yaratılabileceği aklıma geldi. Çünkü ortada insan yoktu. Fiziksel olarak değil kavram olarak.
Fin mimarlık dergisindeki bu eve benzer jilet gibi projeler, hatasız dergiler, çevremizdeki benzer mimarlık yayınları, fotoğraflar gözümün önüne geldi. İnsanı kesinlikle olmayan ya da titretilerek yok edilen siluetlerle boyalı 3D’ler, yeni binaların, mekanların içerden dışarıdan çekilen fotoğraflarını, çoğu kez mobilyasız, boş, boyut vermeyen resimleri düşündüm. Ünlü mimarların mimarlık dergilerinin kapaklarındaki genelde siyah fonda yada siyah yakasız gömleklerle, elbiselerle, özel duruşlarıyla, tipik profillerle yaptıkları portre showları geldi. İnsan vardı ama yoktu. İnsan suni bir dünyanın mobilyasıydı. Doğal değildi. Cansızdı. Robot gibiydi. Tasarlanmıştı. Mona Lisa’yı düşündüm. Oradaki insan ile yukardakilerin farklılığını düşündüm. Sonra uzun yıllardır içinde olduğumuz mimarlık eğitimini ve dışarıdaki tasarım dünyasını düşündüm. Öğrencileri düşündüm. Mimarlık fakültelerindeki kütüphaneleri düşündüm. Raflardaki kitapları, hazır reçeteleri, starları, ne gariptir ki öğrencilerin çok azının ulaşabileceği genelde star olmaya yönelik mimarlık eğitimini düşündüm. Günümüzde daha da reçetelendirilen global dünyayı ve onun kuvvetli öncülerinin her alanda ülke, kültür gelenek, görenek düşünmeyen politikasını ve heryeri süslemeye başlayan aynı tasarımlarını düşündüm. Mimar adayı, herşeyi almaya hazır, taptaze genç arkadaşlarımı, tasarımı öğretmek adına yapılan gayretleri, verilen notları, vizeleri, tanrı kararı okuldan atılmaları, bürokrasinin çarkları aklıma geldi. Son tasarladığımız evin detayları, herşeyin bıçak gibi tasarlanmış olmasını istemem önüme geldi, mal sahipleriyle tatlı sert tartışmalarımızı, kendi tasarım tutkumu düşündüm.
Sonra yine bizim mütevazi Fredan Murkina’ya döndüm. Herkesin evi gibi, üç dört masalı küçük ama büyük bir yer olan Fredan Murkina’ya. Yüreği geniş olan bu mekana. Herşeyi o kadar açık, doğal, sade ve hesapsız olan Murkina’ya. Sanki işinizi bitirdikten sonra yine geleceksiniz hissi veren bu mekana. Sabah telaşındaki evinizin bir odasında ya da akşam yorgunluğundaki saatlerinin uzantısında bir yer gibi olan Murkinaya.
İsimlerini bile bilmediğim bu gerçek hayat tasarımcılarının lokantası, perdeleri solmaya yüz tutmuş, Fredan Murkina’nın ya da heryerde olabilecek Fredan Murkina’ların bu kadar yakınında olmanın ve oraya arada sırada uğramanın önemini bir kez daha anladım. Fredan Murkina gürültülerle dolu dünya ile, yaratmaya çalıştığımız dünyaların arasında bir yerdi. Forma bağlı değil, formun ilerisinde, formun çok çok üstünde, derinliği olan renkli, insana huzur veren bir dünyaydı. Ders alacağımız bir dünyaydı. Bir kurtarılmış bölgeydi. Hayatın içinden bir yerdi. Ve bu dünyanın cinlerinin, mimarlıkla (ki adı herkes için ne anlama geliyorsa), yaptığımız işle, tasarımla bizim dünyanın cinleri arasında bir kesişme yeri olmalıydı. Birkez daha, doğru dürüst mimarlık yapmak istiyorsam, kendi mimarlığımı yerine oturtmak istiyorsam, fırsat buldukça yaptıklarımın dışına çıkmalıyım ve hayatın içinde olmalıyım ondan birşeyler alıp, dönmeliyim diye düşündüm. Ancak bu yolla gerçek hayatı mimarlığımın, yaratılarımın arasına ya da kendi mimarlığımı gerçek yaşamın eksenine yerleştirebilirdim. Fredan Murkina bize görüneni değil, görünmeyeni sunan bir dünyaydı. Fredan Murkina birçok dersler alabileceğimiz, bizim bir karış ötemizdeki bir dünyaydı. Ve sevgili Daniel’i hatırladım.
Daniel’in Aşçısı
Bir süre önce Tampere’deki Mimarlık Fakültesinde mimari bir stüdyo yönetiyordum. Her studio günü başlayınca ben onlara geçmiş studio günündeki tartışmalara cevap olarak hazırladığım dersi imajlarla anlatıyorum. Sonra buna bağlı bir problem yaratıyoruz, uzun bir workshop yapıyoruz ve her studyo günü sonunda yapılanları değerlendiriyoruz. Onlar workshopta yaptıkları mimari maketleriyle, yazılarıyla, çizimleriyle bir anlamda cevap veriyorlar. Bana ve kendilerine yeni sorular yaratıyorlar. Böylece hep birlikte bir yerlere gidiyoruz. Hemen hemen her sınıftan öğrencilerden oluşan biribirlerinden çok ayrı kafada 13, 14 kişilik, ilginç bir grubumuz var. Hepsi Finlandiya dışından Almanya, İspanya, Fransa, Meksika gibi ülkelerden gelen öğrencilerden oluşuyor. Deneysel bir studio çalışması. 2.5, 3 ay sürüyor ve bu dönemin başlığı “Kitchen” yani “Mutfak”. Ama bildiğimiz mutfakla, tezgahla, mutfak dolabıyla alakası yok. Mutfağı bir kulis gibi düşünüyoruz sanki tiyatro sahnesinin arkasında. Hayatın içinden enerji alınan bir yer olarak değerlendiriyoruz. Soyut bir çaba. Sadece son bitmiş ürünleri değil bütün çalışmanın, gelişimin değerlendirildiği bir studio. Geçen dönemki başlığımız ise “Room to Be” yani “Olmak için Oda” idi. Herkes kendi mekanını aramıştı. Özgün sonuçlar almıştık. Sonuçta bu dönemki çalışmada bilinen yer ve bir programla yapılan alışılmış bir stüdyo değil bilinmeyen ama sonuna doğru çalışmanın doğasına uygun yerler, bulunarak oluşturulmaya çalışılacak herkese özgü bir programa ulaşmayı hedefleyen interaktif bir çalışma. Öğrencilerin özgün çalışma yapmalarını sağlamayı hedefleyen hem onlar hem benim için zorlu bir çaba. Sonunda notlarını da kendilerinin aralarında tartışarak vermelerini destekliyordum.
Stüdyonun yarısına geldik, dışarıdan kuvvetli bir jüri ile yapılan çalışmayı değerlendirmeyi düşündüm. Toplandık ne çeşit birisini, birilerini çağırabileceğimizi tartıştık. Birçoğu şunu çağıralım yayınlanan şu binası hoş yok bunu çağıralım şunları yazıyor türünden burada tanınmış bir sürü isim önerdiler. İçlerinden biri Bauhaus Universitesinden gelen Daniel (Guischard) ‘Yahu madem ki mutfaktan söz ediyoruz, niye bir aşçı çağırmıyoruz jüriye’ dedi. Şaka yapmıyordu bir çoğu gülüp geçtiler. Daniel çok değerli bir öğrenciydi. İlk günkü çalışmalardan birinde Tampere kentinden bir kesit getirmelerini istemiştim. Onun getirip masaya koyduğu ise heykel gibi işlediği uzun bir odun parçasıydı. Üzerinde Tampere kentini, kiliseleri, kenti kesen demiryolunu, yolları, ev dokularını, tellerle, demirlerle, çivilerle, yazılarla sembolize etmişti. Müthiş bir parçaydı. Daniel çok bilge bir arkadaştı. Harika çizer ve düşünürdü. Projesinin değişik evrelerini gören bir hocanın dediği gibi Lebbeus Wood tipinde çizerdi. Ama yaptıkları kişiseldi. Derin eskizler eskizler yapardı. Hayatı studyoya taşırdı. Projesinde buzların kırılma halini uzun uzun değerlendirmiş, Tamperede ormanın yamacındaki, denize yakın ucundaki yarda yer alan kullanılmayan eski bir fabrikanın üzerine kot farkını kullanarak ulaşmayı denemiş, volümetrik kırılmalarla tasarladığı sergi salonunu eskinin üzerinde bir ek proje olarak geliştirmişti.
Sonunda bizim grupdakilerle aramızda tartıştık ve mimari medya ile oldukça barışık, buralarda tanınmış bir isimde karar verdik. Doğrusu bana göre, geldiğimiz noktada, gruptaki projelerin farklı renkleri, herkesin kendine yaklaşımları ilginçti. Jüri günü çattı. Öğrenciler harika bir biçimde ve heyecanla yaptıklarını sergilediler. Çok yorgun gözüküyorlardı. Ama keyifliydiler. Jüriye hazırlardı. Fakat davet ettiğimiz mimar bir türlü gelmiyordu. Yanılmıyorsam 1, 1,5 saate yakın geç kalmıştı. Çocukların sinirleri gerildi. Bayan mimarın hışımla, savrulan bol paltosunu çıkararak içeri girişini hatırlıyorum. Sonrası da geldi. Önce kafasına uymayan bazı çocukları bir güzel haşladı, birileriyle tartıştı, bazı projeleri beğendi. Sinirler zaman zaman gerildi. Sonuçta bende, oda ve çocuklarda değişik değerlendirmeler yaparak jüriyi bitirdik. Ve birarada olduğumuz 4 ya da 5 saat içindeki atmosferi ben dahil kimse beğenmedi. Stüdyodaki havada oldukça elektrikliydi. Allahtan aynı günün öğle öncesi bizim jüriye katılan diğer Profesör ile öğrencilerin çalışmalarını anlamlı bir şekilde değerlendirmiş, gerekli feedbacki almıştık. Akşama doğru atölyeden çıkarken, Daniel ile göz göze geldik. Ben sana demiştim gibilerinden bir bakış attı. Benimde ona bakışım haklısın diyordu. Sevgili Daniel haklı idi, gerçekten işini iyi bilen deneyimli hayat görmüş bir aşçı ile harika saatler geçirebilir ve yorumlayacak çok şeyler öğrenebilirdik jüride. Daniel’in sözünü ettiği aşçıları daha sonra yukarıda sözünü ettiğim bizim Fredan Murkina’da buldum.Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin