Lafı dolandırmadan en son soracağımı başta yazayım: “Mimarlığı ne kadar iyi olursa olsun 2500 yıllık bir Roma dönemi arkeolojik kalıntısı üzerine otel yapılır mı?”
Bu yazıyı yazmak bana düşer mi? samimiyetle ve tereddütle, ‘bilmiyorum’. Ama soruyu sorma şeklimden zaten düşüncemin hangi yönde olduğunu anlamışsınızdır. Bu yapı bir mimarlık eleştirisi değil. Şu durduğum yerden onu yapmaya açıkçası pek de niyetli değilim. Bu yazıyı, bu muğlak, bulanık coğrafyada, mimarların, mimarlıklarını tartışamaz hale getiren kaygan zeminini konuşalım diye yazıyorum.
Bu projenin coğrafyası, bizzat fiziki yeri ve bununla kurduğum kişisel ilişkiyi bu yazının konusu dışında bırakmaya çalışacağım, ama ne kadar mümkün bilemem.
Antakyalıyım. Halamın St. Pier kilisesinin önünde oldukça büyük bir tarlası ve köy evi, ahırları vardı. Tarlanın sınırında dönemin “DSİ” sinin her yerde yaptığı beton kanal dağdan gelen suyu vadiye taşırdı.
Vadiyi sırtınıza aldığınızda zeytin ağaçlarının arasında duvara kazınmış St. Pier kilisesini görürdünüz. Dağın yumuşak sırtlarından tırmanırken de bir patika yola ulaşılır. Aslında bir mağara olan önü kesme taş ile örülmüş o dünya dışı yapının önüne varırdınız. Artık öyle varılmıyor ama yine de çok güzel.
St. Pier Kilisesi, Antakya
Bahsettiğim DSİ deresi vadiye doğru bir yolu aşıp, küçük tefek sanayi ve atölyelerin yavaşça bulanarak turunç ve zeytin bahçelerine daldığı tuhaf bir yerdi bölge. Hala da öyle.
Uzun lafın kısası, uzaktan bakanlar için Antakya’daki Otel aslında Antakya’da değil ondan daha derin ve başka bir şeyin içinde duruyor. Uzaktan bakınca tüm Çinlileri aynı zannetmemiz gibi tasarım yaparken de uzaktaki her yeri aynı sepete dolduruveriyoruz. Bu da bambaşka bir sorun ve yazı konusu.1
Emre Bey’den dinlediğim ve yapıyı yerinde gördüğüm kadarıyla, Antakya’nın önde gelen varlıklı ailelerinden Afsuroğlu ailesi bu araziyi bir otel yapmak için alıyorlar. Ancak kazıya başladıklarında söz konusu kalıntılarla karşılaşıyorlar. Emre Arolat davet ediliyor, yerinde bakılıyor ve bu proje olamaz deniliyor. Çünkü kalıntılar bir otelin var olabileceği boşluğu bu yapıya vermiyor. Ta ki alanın içinden geçen eski dere yatağı tespit edilene kadar. Eski dere yatağı benim çocukken bucağında oynadığım DSİ kanalının aslında tarihsel bir devamı ve hatta ta kendisi.
Derenin varlığı tek defada geçilemeyecek açıklığa eklenebilecek buluntusuz bir orta aks üretiyor ve yapı son derece yaratıcı, belki hiç emsali olmayan bir şekilde bu düşünce üzerine kurgulanıyor.
“Buluntular içinden ayaklar üzerinde yükselen, tüm kesitin ters yüz edildiği yeniden icat edilmiş bir otel” bu projeyi benim tanımlama şeklim.
Müze otel kesit şeması, EAA
Tasarıma dair başka bir detay; proje konvansiyon dışı özelliklerinden ötürü Anıtlar Kurulu tarafından kolay kabul görmüyor. Örnek teşkil etmesi için kurul üyeleri Atina’daki Akropol Müzesi’ne götürülüyor. Akropol Müzesi de Akropol’ün bulunduğu tepenin eteklerinde Roma kalıntıları üzerinde Bernard Tschumi’nin yaptığı çok ilginç bir yapı. Ama unutmayalım bu bir kamu yapısı ve bir müze, bu anlamda buluntularla da sahici bir kamusal eksende ilişkileniyor.
Şununla başlamak lazım, elmalar ve armutlar kıyaslanmaz ve ben Müze Otel’i 2 yıl önceki şantiye haliyle, Akropol Müzesi’ni ise 2 kere detaylıca gördüm; ancak Antakya Oteli, Akropol Müzesi’nden çok daha iyi bir yapı. En önemlisi buluntular üzerindeki duruşu ve geçirgenliği, bu kadar ağır, yoğun ve teknik bir programı kuruş ve var ediş şekli olağanüstü. Ayrıca strüktürün okunaklılığı, odaların ön üretimle yerine takılması, iç sirkülasyonun dinamik girişimli hali, son derece karmaşık teknik altyapının, koordinasyonun bu sirkülasyon ağı üzerinden çözümlenişi, yaratıcılıktan çok öte bir konsantrasyon ve koordinasyon gerektiriyor.
Tabi işin bir “aması” var. O “ama” öyle bir ama ki bu yapının ve onunla ilişkili her şeyin varlığından, oluşundan, tasarımdan, mimarlıktan, egodan, yaratıcılıktan, yatırımdan, büyüklükten, irilikten çok çok daha önce ve önde. O basit ama tüm naifliği ve saflığı ile “Kamu Yararı”!2
Bir şeyi çok söyleyince kanıksamak gibi, sürekli tekrar edince ne anlama geldiğini de unutuyoruz, kendi anlamı dışında bir gürültüye, ses topağına dönüşüyor. Kamu yararı hepimizin, tüm toplumun ortak yararı ve çıkarıdır. Hepimizin, çocuğumuzun, akrabamızın, evsizin, zenginin, fakirin, kadının, yaşlının, azınlık ve çoğunlukların…
Peki hepimizin paydaşı olduğu, üzerinde hepimizin hakkı olan, paha biçilemeyecek ortak mirasımız olan devasa bir arkeolojik kalıntı üzerine neden otel yapılsın ki? Bakın bir müze yapılmasının tartışmalı olsa da bir anlamı olabilirdi. Yapı kamusaldır ve buluntular ile ziyaretçilerin de paydaşı olduğu bilimsel, teknik başka türlü bir ilişki kurabilir. Bu yapıyı girişler kısıtlı dahi olsa hepimizin yapardı, aynı zamanda korurdu da (belki?). Bir çeşit korungan müze olurdu, ama 200 odalı bir çeşit korungan 5 yıldızlı otel olur mu arkadaşlar ?
Ancak Otel ticari bir kuruluştur ve paha biçilemeyecek bu arkeolojik alan üzerinde yer almasının yaratacağı değer kamusal bir değer olmasına rağmen paydaşı kamu, yani bizler değiliz. Kısaca hepimizin paydaşı olduğu bu durumun bir ticari işletmeye kullandırılıyor olma durumunun önce tasarım ile kör olmuş biz mimarları, ardından şık bir otel ve altında şirin buluntular diye bakan medya ve diğerlerini rahatsız etmemesi tuhaf değil mi? Yoksa zaten bu tartışmanın ağırlığı ve önemi boyumuzu uzun süre önce aştı ve bu kadar mı hissizleştik mevzuya?
Bunun olabiliyor olmasının altında bu coğrafyaya özgü, özel koşulların bir araya gelmesi var. Dilerseniz asıl meseleye doğru yanaşalım ve bunun üzerine düşünelim.
Bambaşka koşullarda bu alan kamulaştırılıp bir müze ve ziyaretçi merkezi ile birlikte ele alınırdı. Ama ne ekonomik olarak ne de kültür ile ilişkimiz anlamında ve sonucunda bunu kolaylıkla yapacak bir memleketiz. Arazi sahibi de gider akıllı uslu otelini yapabileceği başka bir yer bulurdu. Ama hayır! Formül buluntuların üzerine otel yapmanın bazı açılardan bulunmaz bir ilişki sunacağı savı üzerine kuruldu. Zorlaya zorlaya, hatta kanırtarak, kastırarak. Üzgünüm, maalesef mimarlık her sorunu çözemez, bazı yollar çıkmaz sokak, nesneler ne kadar iyi görünürse görünsün.
Ama esas sorunlu konu bunun var olabileceği bulanık, savruk zeminin son derece verimli bir şekilde bu coğrafyada yaşıyor ve yaşatılıyor olmasında; hatta bu coğrafyanın bir fırsatlar coğrafyası olarak da görülmesinde. Delinmiş imar kanunlarını “mimarlık lehine yorumluyoruz” diyenler, “mimarlık kısıt tanımaz” diyenler, sistemin ajanı olmayı içine sindiren mimarlar da biziz. Hayal gücü ve yaratıcılığına güvenen, ikna kabiliyeti olanın yatırımcı ile kol kola canavarlar yarattığı kural hak tanımaz bir “vahşi batı” coğrafyasıymışız meğer. Yoksa koskoca Türkiye mimarlık akademiası ve mimarlık ortamı varken şu yazıyı yazmak benim gibi birisine düşmezdi değil mi?
Pardon, Ben 2500 yaşındaki bir Arkeolojik buluntunun kaderinin kim ve ne kadar iyi olursa olsun mimarlara bırakılamayacak bir karar olduğunu düşünüyorum. İster tutucu deyin ister tasarım düşmanı. Mimarlıktan ve tasarımdan çok daha önemli, esasa ilişkin bazı konularda mutabık kalamadığımız sürece çevremizde kamusallığa, mimarlığa, adil ortak bir kente, hakça paylaşıma ve geleceğe dair serzenişlerimiz, şikayetlerimiz boşa çıkıyor, samimi olamıyor. Duruma, ana göre aldığımız pozisyonlar bizi hayatta tuttuğu sürece ‘ala’ lar.3
“Bir otel üzerinden ne gürültü kopardın, memleketi bir mevzu üzerinden karbon kağıdına çektin” dediğinizi duyar gibiyim. Bu örneği zihninizde şöyle bir çevirin, döndükçe başka başka parçalara takılıp bir kar topu gibi nasıl büyüdüğünü göreceksiniz.
Aslına bakarsanız bu her şeyin yapılabildiği muğlak zemin öncelikle mimarın ayağına sıkıyor. Türetilen tuhaf duruma özel koşullar içinden yapılan çok nitelikli işler de kendi kaygan tartışmalı zeminini oluşturuyor, uçuşup yok oluyor. Mimar özgün bir şey yapmak için bu tuhaf durumu kendi lehine bükmekle uğraşırken hep beraber diğer taraftaki kocaman resmi kaçırıyoruz.
Mimardan aşıklar tepesi, içinden geçilen müze gibi romantik “kendi kendini rasyonalize eden” argümanlardan daha fazlasını beklemek de haksızlık aslında. Çünkü biz her şeyin devasıyız, tüm problemleri çözeriz, zaten yarı tanrıyız, dünyayı bize bıraksalar daha iyi bir yaparız, değil mi?4 Oysa ben dahil bu çok cezbedici “mozaik üstü otel” konusu önümüze gelse reddedecek mimar az diye düşünüyorum, yanılıyor muyum, bir sorun kendinize? O vakit bu konu mimardan önce, gözünü tasarım bürümemiş aklı selimler (onlar var mı?) tarafından hepimizin takip edebileceği bir zemine alınmalı, biz de bu saçma yükten kurtulmalı değil miyiz? Bize de yazık değil mi?
Arkeolojik bir alan üzerine otel yapma kararı neden bir mimarlık bir kararı olsun ki? Öteki türlü “vay canına ne otel ama”5 diye bakarız işte böyle.
Yani toplumu, işvereni en önemlisi mimarı mimardan kim koruyacak kardeşim?6
Kente dair, kamusal alanlara ilişkin alınan kararların tasarım ile hatta “iyi tasarım” ile önümüze servis edilmesinin, “kötü malzemelerle insanları, hayvanları sömürerek hazırlanıp afili bir Michelin restoranında sunulan şık bir yemekten ne farkı var ki?”7
Michlenn yıldızlı bir tabak (solda), Antakya sofrasından humus, zeytin salatası ve zahter (sağda)
Yazması da okuması da zor bir yazı ama sonunda tekrar berraklaştırmak için: Önemli mi bilmem ama Arolat’ın mimarlığını takip ederim, hatta birçok şerhle beraber bir nevi hayranıyım ve mimarlık üzerine derdi olan bunu kovalayan belki bu ciddiyet ve disiplinle coğrafyada son asırda mimarlık icra eden en önemli ve verimli figür. Bu kadar tartışılması da bundan; zemin bu kadar kaygan, üreten bu kadar cüretkar olunca bu yazılardan daha çok olmalıydı, o da bunlara daha tahammüllü… Ama konu tasarımın iyiliğinden kötülüğünden önde bir konu, bunu hazmetmek ve kavramak da zor. Ama bu örnek üzerinden söylediklerim tasarım ve onun işgal ettiği ortak alanları tasvir etmek için ideal bir zıtlıklar dünyası sunuyor.
Ben görüyorum ki, zemin kaygansa bazen ne kadar iyi mimarlık yaptığınızın hiçbir önemi kalmıyor. Sizi de her şeyi de içine çekiyor. Bütün bu ve diğer “mırıldanmalar, mızmızlanmalar” bundan. Keşke daha gerçek kavgalar edebilseydik şimdiye kadar.
Bu yazıyla birlikte dertsiz başıma bela aldığımın da farkındayım, bir tarafın temkinli bir Arolat övgüsü, Emre Bey’in haksız bir kritik ve diğer bir “guruldanmalar” fikri üzerinden hafiften bileneceğinin de ayırdındayım. Olsun.. Esas olan şu; ulu mimar ve her şeyin panzehiri mimarlık düşüncesi yükünden, totemleşmiş kağıttan kaplan mimar hayalinin bir yerinden ayağına dolansak beraberce, dokunup azıcık silkelesek, şu hepimizin olana odaklansak, mimarlığın çoğu zaman daha önemsiz olabileceğini de konuşsak, bu mevzuları büksek, üzerinde dolaşsak benim için kafi, kimseye yaranamamaya8 da razıyım.
* Altta yıldızlı alıntılara Hegel, Goethe vs yazılmasına hep özenmişimdir. İtalik yazmalar, sayfanın altında uzayıp giden referansların sayfanın kendisini aşması falan… Ama hiç öyle bir içerik üretecek bilgi ve donanıma sahip değilim. O yüzden ben de kendi içeriğimi yazdım. Madem bu konuda kimse yazmıyor bari bu bir tane azıcık akademik görünsün dedim. Zaten altta yazanların çoğu okunmuyor. Devrim Çimen yapma dedi ama sonra galiba onun da hoşuna gitti.
1. Bu uzak coğrafyaların gözlemci tarafından nasıl kavrandığını anlamak için, Türkiye’ye gelip proje yapan yüzeysel kavramlarla başlayıp tuhaf, bize göre komik sonuçlara varan kelli felli Avrupalı, Amerikalı ofisleri düşünün. O yüzden siz sizin bilmediğiniz coğrafyalarda komik duruma düşmemek için kendi topraklarınızda olduğunuzdan her daim daha hassas olmalısınız.
2. TDK ya göre Kamu yararı; Devletin gereksinimlerine cevap veren ve bu ihtiyaçları karşılayan, topluma yarar sağlayan değerler bütünü, menafiiumumiye. bkz 8
3. “Ala” kelimesini seviyorum hep konuşma dilinde kullanmak istemişimdir, hiç olmadı, ince a’yı kıvıramıyorum. Nevzat Sayın çok kullanıyor, özeniyorum. Ama yazıdaki hali bence “ala” oldu.
4. Ben tanrıya inanmayıp hala yarı tanrı mimar fikrine inanan mimarların varlığına inanıyorum. Okulda bize bunu öğrettiler, bize kıydılar, doğru; ama okulda öğrendiğimiz birçok şeyi bu kadar hızla unuturken bu alt fikirle yaşamak herhalde baya keyif veriyor olmalı ki unutamıyoruz 🙂
5. “Vay canına otele bak!” sözünü duymadım ama duyacağız. 5 saat sunumdan sonra “Vay canına Zorlu’ya bak” dediğimize göre.
6. Üzerinde çalışılan “mimarlardan korunma yasası”. bkz 27
7. Hiç Michelin yıldızlı bir lokantaya gitmedim, bence çok önemli bir yer değil; ama Antakyalıyım ve iyi yemekten anlarım. Bizde daha çok süper malzeme ve kötü sunum olur. Hem iyi sunum hem malzeme ve içerik tabi ki daha “ala” dır. Ama iyi sunum kötü içerik kadar berbat bir şey olamaz.
8. Kimseye yaranamayan insanlar ikiye ayrılır. 1-Bununla hiç ilgilenmeyenler, umurunda olmayanlar. 2-Bununla ilgilenenler, yaranamamayı dert edenler. Birincisi ikincisinden pek evladır, imrenilir. Bense hiçbirisi değilim genelde herkese yaranırım.
9. TDK’ya göre, Menafiiumumiye; Kamu yararı. bkz 2
27. “mimarlardan korunma yasası” üzerinde çalışırken, politikacılardan, avukat ve doktorlardan hatta toplumu toplumdan koruma yasaları üzerine de çalışmalı.
7 yorum
Ömer bey yazınızı beğeniyle okudum. Biz mimarlar “müteahhit ve zengin patronajın” elinde şehirlerin seri katilleri haline dönmüştük. Masum değiliz hiçbirimiz. Bundan nasıl kurtuluruz bilmiyorum.
Dipnot kısmı güldürdü.
Zemin kotu yerdeki mozaikleri kamunun da gezebileceği şekilde bir müze olduysa -ki olacak sanırım, olur umarım- (Gerçi zorlu’da aşıklar tepesi olacaktı Emre Arolat beş saat o tepeyi anlatmıştı ama sonra olmadı, o merdivenler yere değmeden öyle havada kaldı.) kamu yararı olur. Üstüne çıkılan otelde bir sakınca görmüyorum. Türk müteahhitliği zihniyeti kat çıkılmış… Ama o katlar nitelikli çıkılırsa güzel tasarımla çıkılırsa mimarlık oluyor. Olan oldu, Antakya’ya gitme sebeplerine sebep eklendi. Ben proje adına heyecanlıyım.
Bu tür, sadece toplumsal yarar değil, mimarlık açısından da tartışma yaratan çalışmalar için mimarı cesaretle eleştiremeyen mimarlar ve mimarlık örgütleri mimarlığın meşruiyetini sıfırlamaya doğru gidiyorlar. Yazar da güzel güzel yazarken birden “Ben 2500 yaşındaki bir Arkeolojik buluntunun kaderinin kim ve ne kadar iyi olursa olsun mimarlara bırakılamayacak bir karar olduğunu düşünüyorum” lafını ağzından kaçırıveriyor. Yani o mimar değil, mimarlık bir anda topluma zararlı bir meslek olarak damgayı yiyor. Halbuki sorumluluk mimarlığın değil, mimarın. Mimarlığı değil, mimarı eleştirecek cesaret gösterilemezse mimarlık zarar görüyor.
Anlaşılıyor ki Atina Akropol Müzesi, kentsel bir arkeolojik alana bina yapmak isteyen mimarın imdadına bir kez daha yetişmiş. Sultanahmet’teki Büyük Bizans Sarayı’nda ait kalıntıların üzerine Four Seasons Oteli’nin ek binaları yapılmak istendiğinde de, bu projeye karşı çıkanlara Atina Akropol Müzesi örneği işaret edilmişti. Birinin bir ticari işletme diğerinin bir kamu yapısı olduğu detayı ise unutulmuştu tabii. İki yapı arasındaki mimari kalite ise tabii ki gündeme bile gelememişti.
Görüşünüzü paylaşmanıza sevindim; tartışılması gereken bir proje. Mimari eleştiri / mimarlık eleştirisi daha fazla paylaşılması, üzerine üretilmesi gereken bir alan. Akademik olarak da, serbest mimarlar olarak da bu yazıların, tartışmaların olması mimarların bu yarı-tanrı ruh halinden sıyrılmalarının yolunu da açık tutuyor bir anlamda. Ben Emre Bey’in bu yazıya bileneceğini hiç düşünmüyorum; eminim projenin başlangıç noktasındaki temel sıkıntının o da farkındadır. Burada sorun iyi bir mimarın böyle zor bir alanla karşılaştığında başkasının eline giderse hepten sakat bir proje olur bari olabileceğin düzgününü yapalım endişesini taşıyor olması sanki. Program değişikliği önerilmiş de olabilir bilemiyoruz, ama bu tür bir yükün işi alan mimara bırakılması da çok ağır; katılıyorum görüşünüze. Yasal mevzuat ve koruma kurulu kamu yararı adına izin vermemeliydi temelde, ama o alanda da çok sıkıntılı bir dönemdeyiz. Mimarlar olarak sistemi bükemiyoruz; işimiz de aynası oluyor neticede…
Projenin neresindne tutsanız elde kalıyor. Çok güzel bir yazı olmuş. Birilerinin gerçekten eleştirebilmesi gerekiyor.
Ekonomik cazibesi, başkası daha kötü yapar kaygısı, Akropolis Müzesi de var vs vs, hiç biri geçerli olmamalıydı.
Belki bunu söylemek bana düşmez (gerçi niye düşmesin) , Zorlu projesinden sonra bu kabul ediş şaşırtmadı.
Gerçekten çok yazık.
Elinize sağlık. Star mimar olmak çok moda. “ Beni eleştirin, eleştirin ki görünürlüğüm artsın. Tabii ki mükemmel değilim, sadece ben yapmasam daha kötü yapacak biri çıkacaktı. Aslında ölümlü bir yarı tanrıyım, ben en iyisini yapıverdim” diye düşünen ve aslında bizi kötülerden koruyan mimarlar sayesinde İstanbul’un en gri semtine kuleler, accık yeşil kalmış tepesine yeni bir tepe, tepelerin üstüne camiler yapılmakta. Evet insanların doğasında ego vardır ve o parlatılınca da ortaya devleşmiş ego çıkar. Ancak biz kamu olarak kendimizi o egolardan koruyacak bir bilince hiç sahip olamadık, yaşadığımız yerleri, şehirlerimizi hiç sevemedik. Bize yaşayacağımız çevre yaratılırken hiç sorulmadı, bizler de “ bir dakika, benim fikrimi sormanız gerek. Benim mahallem, benim şehrim.” Diyemedik. Yıllardır göçebe olduğumuz için sahiplenmiyoruz geyiği ile oyalandık, bir türlü popomuzu koyduğumuz yeri “ bizim burası, altı ve üstü ile korumalıyız.” Diyemedik. Ülkede otel yapacak yer mi bitti, nasıl bir inat ve nasıl bir bölge koruma kurulu ki böyle bir projeye izin veriliyor. Gönül isterdi ki kamu olarak koruyamadığımız bu insanlık mirasının üzerine değerli mimarımız bir koruma kabuğu inşa etsin ve öyle afili bir danışma- giriş holü yapsın ki hepimiz onu görmeye gidelim. Benim hep düşünüp ama beceremeyeceğim için vaz geçtiğim yazıyı kaleme almışsınız. Teşekkür ederim, koruyamadığımız değerlerin farkında olduğumuzu belki birilerine duyurabilirsiniz.