EAA (Emre Arolat Architects) tarafından tasarlanan konut, alışveriş merkezi, kültür merkezi, konser salonu karma yapı ARKIV Seçkileri 2013'te yer alıyor.
“Zorlu Center Projesi, mimariye ve çevreye, sadece iyi tasarlanmış ve güzel yapılar inşa etme edimi çerçevesinden bakmak yerine; onu insana, kente ve doğaya dair bir görüş üretme, mekanı kurmaya yönelik bir düşünce geliştirme yolunda kullanmayı tercih eden bir görüşün ürünüdür.
Pre-modern dönemde, kamusal ilişki gündelik hayatın siyasi, dini ve sosyal pratiklerinin iç içe geçtiği, kendiliğinden gelişen bir durumken kapitalist sistemin mantığı, bu ilişkileri ve ilişkilerin kurulduğu mekanı kendi mekanizmalarına uyarladı. Baudrillard, bunun da “üretilmiş her şey gibi tüketilmeye adandığına”; Spiro Kostof ise kamusal aktivitenin kent meydanlarından, parklardan veya sokaklardan alışveriş merkezlerinin klimatize edilmiş ortamlarına doğru evirildiğine dikkat çeker. Richard Sennett “Kamusal İnsanın Çöküşü” adlı yapıtında, kamusal alanın insan yaratımı, özel alanın ise insanlık durumu olduğundan söz eder. Bu projenin kamusal mekan kurgusunun niteliğinin, tasarım kararlarının omurgasını oluşturduğu kolaylıkla iddia edilebilir.
Projenin önemli parçalarından biri olan Alışveriş Merkezi’ni çağın yegane kamusal mekanı olarak kabullenmek, genel güncel eğilimlerin aksine, bu tasarımda ilk aşamadan itibaren kaçınılması elzem olan bir yönelim olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda, talep edilen tüm işlevleri eksiksiz olarak çözen, öte yandan kökleri 18. yüzyıl Avrupa kentlerindeki, krallıkların o doğrudan denetiminden bağımsız sosyallik ağlarının geliştiği, sınıflar arası ayrımın azaldığı dönemde gelişen devasa parklara kadar giden; aynı zamanda da modern metropollerde kentin yoğun dokusu içinde birer akciğer gibi çalışan yeşil alanların potansiyellerini içeren bir alternatif “yer” türetmek; tasarımın ana hedefi oldu. Söz konusu arazinin Prof. Dr. Murat Güvenç tarafından hazırlanan ve İstanbul’un sosyo-ekonomik katmanlarını ayrıştırarak tanımlayan haritalardan da çok net görülebileceği üzere, kentin hayli “tekin” bir bölgesinde bulunuyor olması bu hedefin meşrulaşmasında önemli bir etken oldu.
Kompleksin mimari projesini elde etmek üzere yatırımcı grubun düzenlediği yarışmanın şartnamesi, “toplumsal kıvanç”, “yaşayan kentsel çevre” ve “bir medeniyet mekanı” gibi hayli ayrıştırıcı tanımlar içermekteydi. En temelinde toplumsal motivasyonlar taşıyan bu cümlelerin bir anlamda yatırımcının bu alanda inşa edilecek olan yapıt ile ilgili beklentilerini de özetlediği söylenebilir. Öte yandan geçerli yapılaşma koşullarının bu alanda belirli bir yapısal yoğunluğu öngördüğü de yadsınamaz bir gerçeklik. Bu durumun, yani yukarıda özetlenen belirgin bir karşıtlıklar silsilesinin çeşitli gerilim kanalları ürettiği aşikar. Bir tarafta kamusal yönelimleri ve iletişim potansiyelleri güçlü, kolaylıkla ulaşılabilen ve sınıfsal farklılıkların gözetilmediği kamusal açık ve kapalı alanlara duyulan özlemin, diğer yanda özelleşerek, elitleşerek, soylulaşarak sınıfsal ayrımı koşullayan yapısal yoğunlukların ürettiği bir karşıtlık bu.
Yaya ulaşım olasılıkları ve araç yaklaşım güzergahları irdelendiğinde, arazinin ana ulaşım noktasının kuzey batı yönünde düzenlenmesi uygun görüldü. Burada yer alan ve Karayolları Binası olarak bilinen tescilli yapının, kompleksin ana girişini oluşturan büyük kamusal alanın -plaza- yakın çevreden de farkedilmesini sağlayacak bir tür işarete dönüşmesi; batı ve güney yönlerinden ulaşımın olanaksız olduğu alana ikinci girişin güney doğu yönündeki Korukent Yolu Sokağı’ndan verilmesi ve bu iki noktayı birbirine bağlarken yaklaşık 5-6 metrelik kot farkını avantaja dönüştüren bir yaya arterinin oluşturulması tasarımın önemli kararları olarak öne çıktı.
Yukarıda özetlenen genel mimari yönelimlerin ışığında tasarlanan bir tür kabuğun, bu karma işlevli kompleks için bir ara katmana dönüşmesi, kuzey batı yönünde düzenlenen ana yaya girişinin hemen önünden, arazinin subasman kotu olarak kabul edilen 123.50 kotundan başlayarak güney ve doğu yönlerinde hafif bir meyille yükselmesi, güney yönünde yaklaşık 30 metre irtifaya kavuşarak düzlük haline gelmesi ve böylelikle Boğaziçi’ne hakim bir “Kent Balkonu” oluşturması öngörüldü. Bu kabuk yerden, yani zeminden doğuyor. Ya da tersinden düşünürsek yukarıdan gelip yerle, zeminle hemhal oluyor, bütünleşiyor. Bu nedenle de çok geçirgen, olabildiğince davetkar. Yukarı doğru çıktıkça kentin izlendiği koca bir tribüne dönüşüyor. Doğu-batı yönündeki konumlanması ile kuzeyden esen sert rüzgarı kesen Gösteri Sanatları Merkezi Yapısı’nın üzerini, diğer bölümlerden koparak örten kabuk, kuzey yönünde rüzgarı da kesen bir “ikinci cephe” olarak yere doğru iniyor. Bu bölümde kabuğun üzeri önce sert, tekstürlü bir doğal taş yüzey olarak başlıyor. Yükseldikçe taşların arasına giren yeşil doku, yavaş yavaş etkinlik alanını genişleterek yüzeye yayılıyor. Bir anlamda bu sert kabuk yumuşak ve yeşil bir tepeciğe dönüşüyor. Ortadaki büyük boşluk çıkarıldığında yaklaşık 40.000 metrekareyi bulan bu alan, üzerine pek çok şeyi kabul edebilecek bir potansiyel içeriyor. Tıpkı Boğaziçi’nin farklı bölgelerde simgeleşen geleneksel aşıklar tepeleri gibi.
Bu strüktürün ortasında bırakılan boşluğun, çevresindeki alışveriş, kültür ve rekreasyon işlevleri ile bütünleşerek zenginleşmesi, son dönemde gündeme gelen benzer projelerin ortaya koyduğu içe dönük dünyaların tam aksine, yeni kuşak bir tür “Kent Meydanı”na dönüşmesi, böylelikle kentlinin sosyal hayatı içinde önemli bir deneyim odağı oluşturması hedeflendi. Meydanın statik ve buyurgan bir yönelimden ziyade, mevsimsel dönüşümlere ve farklı işlevlerin farklı dönemlerde ortaya konmasına olanak tanıyan dinamik bir platform olarak varolması öngörüldü
Kabuğun “bölücü çelişkiler” yerine, “nitelikli dönüşümleri” koşullaması kuşkusuz bir ideal. Ancak bazı noktalarda tersine çalışan bir durumdan istifade edilmesi, başka bir deyişle kabuğun kopartıcı potansiyelinin de değerlendirilmesi öngörüldü. Bu bağlamda, hakiki bir kamusallıkla bütünleşmesi söz konusu olmayan işlevler, kabuğu pas geçen düşey sirkülasyon üniteleri ile donatılarak kabuk üzerinde yükseltildi. Kabukla bir tür “piloti” ilişkisi kuran, daha doğrusu pilotilerle kabuktan kopmayı amaçlayan dört kitle, otel ve rezidans işlevlerine ayrıldı.
Yüksek kitleler için “İstanbul III Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından belirlenmiş olan sınır ve arazinin Boğaziçi silueti üzerindeki etkileri, bu yapıların tasarım kararlarını koşullayan iki önemli kriter olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda kitlelerin mimari varoluş argümanlarını olabildiğince altındaki kabuğun bir tür devamı olma, katmanlaşarak yükselme yönelimlerinden üretmesi, çevresinde bulunan ve Boğaziçi siluetini hayli karmaşık bir biçimde etkileyen diğer yapılar içinde sakin ama özgün bir yer tutması ve güncel mimarlık eğilimlerinden uzak duran, kalıcı bir dille forme edilmesi hedeflendi.
Kabukla alışveriş merkezi katlarının arasında kalan alt bölümde, ağırlıklı olarak daha küçük birimlerden oluşan konutlar, ofisler, otel yapısının bazı sosyal alanları ve çeşitli servis bölümleri konumlandırıldı. Alışveriş merkezinin hemen üzerinde bir miktar geri çekilerek yerleşen ofisler, konutlarla meydanın arasında tampon bir kat olarak tasarlandı. Ofis katından hemen sonra başlayan konutlar, ilk katta bahçelerle, daha üst katlarda da yine geriye doğru çekilen planlar yardımıyla geniş teraslarla donatıldı. Büyük oranda güney ve doğu yönünde denize, batı yönünde ise kente doğru yönlenen konutlara, üzeri kabuk tarafından kısmen örtülerek mahfuzlaştırılmış lineer bir atriumdan ulaşılıyor. Hayli ışıklı ve keyifli bir mekan bu. İçi ağaç dolu ve havadar. Üst örtünün boşluklarından ve yanlardan doğal ışık ve hava içeri sızarak dolaşıyor. Yatay ve düşey sirkülasyon için tasarlanmış olan yollar ise daha korunaklı. Kendi mikroklimasını yaratan bu alanda herhangi bir iklimlendirmeye gerek olmayacak.
Tony Garnier’nin 20. yüzyılın en başlarında önerdiği “Cité Industrielle” projesi tam olarak hayata geçmedi. Ama özellikle savaş sonrası dönemde Kuzey Amerika ve Avrupa’nın yıkılan kentlerinin yeniden yapılandırılması sırasında, tıpkı onun projesinin öngördüğü gibi çeşitli aktivite alanlarının ayrılması, yani bir tür zoning anlayışı benimsendi. Kentlerin eskiden olduğu gibi tek bir merkez etrafında yoğunlaşmak yerine, farklı alt merkezlerin bir araya geldiği yığınlara dönüşmeye başlaması ve bu alt merkezlerde yaşanan ticari, sosyal ve kültürel yoksunluk, Viktor Gruen tarafından Amerika’da tasarlanan ilk Alışveriş Merkezi’ni yarattı. Bunu takip eden yıllarda onun arketipini takip eden binlerce merkez açıldı. Ancak neredeyse hiçbiri onun felsefi kökenleriyle ilgilenmedi. Gruen’ün, “benim düşlerim ziyan oldu, çirkinleşti, yatırımcılar sadece kar peşinde” dediğini biliyoruz sonraki yıllarda. Bir Avusturya göçmeni olan Gruen’ün Amerika’yı Viyana’ya benzetme sevdası, ironik bir biçimde her yerin amerikanlaşmasıyla neticelendi.
Önce İstanbul, sonra da Anadolu’daki birkaç büyük şehir de son yirmi yılda bu furyadan nasibini aldı. 1980’lerin son döneminde Galleria Alışveriş Merkezi ile başlayan bu serüven, Türkiye’nin pek çok yerine yayılmış, farklı kontekslerde ve ölçeklerde olmalarına karşın benzer yönelimlerle tasarlanan sayısız yapı üretti.
Baudrillard, alışveriş merkezlerindeki yaşam pratiğini “meta panayırı” olarak tanımlar ve herşeyi içine alabilen bir “kaleydoskopa” benzetir. Gerçekten de yapay ağaçlar, şelaleli havuzlar, oturma köşeleri, saat kuleleri gibi birimler bir kent öykünmesi olarak yan yana yer alırlar bu tür merkezlerde. Ancak bunlar birer görüntüden ibarettir. Son dönemde yapımı tamamlanan bir alışveriş merkezinde içinden gün ışığı efektli led aydınlatmalarla şenlendirilen Barrisol asma tavanlarının altındaki “Pazar Yeri” bunun canlı bir örneği. İnsan öyle bir mekanda buzların üzerinden size bakan yakışıklı kılıç balığının gerçekliğinden dahi şüphe duyuyor.
Bugün alışveriş merkezleri, atlıkarınca, buz pateni pisti, yağmur ormanı gibi yan yana bulunmaları şeytanın dahi aklına gelmeyecek rekreasyon alanlarını bir araya getiriyor. Birbirleriyle anlamsal ve mekansal olarak ilişki kurmaları olanaksız olan bu ögeler, panoramik asansörler, cam kubbeler, yürüyen merdivenler ve teknolojik unsurlarla birlikte paketlenerek bir bütün oluştururlar. Öte yandan buralardaki kamusal ilişkiler de şekil değiştirerek kendiliğindenliğini kaybetmiş, bir anlamda tipleşmiş durumdadır. Bu projede yer alması söz konusu olan alışveriş merkezinin, yukarıda özetlenmeye çalışılan genel yönelimin dışıda kalan, “çağımızın yeni kamusal mekanları” olarak tanımlanan bu simülasyon mekanlarından biri olarak içe dönük bir sistemden ziyade kentliye alternatif mekanlar oluşturan bir destinasyona dönüşmesi hedeflendi.”