“Proje, Cami Mimarlığının Türkiye’de Ulaştığı Katılaşmış Biçimci Tutumla Baş Etmeye Çalışıyor”

Son dönemde cami mimarisi epeyce merak uyandıran bir konu olarak gündemden düşmüyor. Heval Zeliha Yüksel, Emre Arolat Architects'ten Nil Aynalı ile Sancak Camisi üzerine konuştu.

2010 yılında Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Cami Mimarisi Üzerine Fikir Projesi” isimli yarışmaya katılımcı sayısı da bunu gözler önüne sermişti. Şimdilerde mimari portallarda süren diyaloglarda da bu durum açıkça okunuyor. Behruz Çinici, Turgut Cansever’in eserleri hala çok konuşuluyor, Şakirin Cami’nin yankısı dünyaya yayıldı, Tiran’da BIG’in tasarladığı cami eleştiri almaya devam ediyor… İşte tüm bunların arasında “Bugünün camisi nasıl olmalı?” sorusu önemini koruyor.

Emre Arolat Architects (EAA), Sancak Ailesi için Büyükçekmece’de topoğrafyaya uygun 6 metre derinlikte, 500 kişilik mağarayı andıran, minaresiz bir cami tasarladı. Projenin tasarım aşamasındaki yürütücülüğünü ise Leyla Kori yaptı. Heval Zeliha Yüksel, EAA adına Nil Aynalı ile cami üzerine konuştu…

Heval Zeliha Yüksel: “Kendisine sığınılan” manasındaki “Melca” sözü Kuran’da geçer. Tasarımınız Allah’ın “kendisine sığınılan” sıfatına bir gönderme gibi. Bir tür sığınak gibi. Hatta mağara demek daha uygun olabilir. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Nil Aynalı: Cami buraya ibadete gelenler için bir sığınak olarak görülebilir. Diğer yandan caminin kendisi de sığınan bir yapı, her şeyden önce bulunduğu yere sığınıyor. Tepedeki eğimin içine hafifçe yerleşiyor ve gözden kayboluyor. Burada yapının iki farklı kotta birbirini destekleyen iki durum ürettiği öne sürülebilir. Üst kotta yapı, kendisini içine çekmeye hazır bir dış dünyanın kenarında duruyor. Avlu duvarlarının kenarına kadar gelen araç yolu ve yolun karşısındaki siteler bu dünyanın uzantıları. Hakiki olana ulaşmanın gittikçe zorlaştığı, her şeyin pazarlanabilir olmasının ideolojileri ve inançları gittikçe erittiği, geçerli kültürel iktidar aygıtlarının yaydığı düşünme ve yaşama şekillerinin hiçbir sürtünmeyle karşılaşmadan içeri alınıp konvansiyon haline gelebildiği bir dünyadan bahsediyoruz. Farklılıkların törpülendiği, her şeyin objeleştirilerek aynı akıntı içinde türdeşleştiği, bu anlamda sofistike olan ile olmayan arasında ikisi de satılabilir olduğu sürece kayda değer bir ayrımın bulunmadığı bir dünya bu… Bu dünyadan kopup bulunduğu yere sığınıyor. Kendini bir obje olmaktan çıkarıp görünmez kılıyor. Bu dünyanın hiç alışkın olmadığı bir şey yapıyor ve kendini ortadan kaldırıyor, yok ediyor. “Allah’ın varlığında yok olma”nın fiziksel tezahürü bu…

HZY: “Sancak Camisi” tasarımınızı birkaç kelime ile anlatacak olursanız neler söylemek istersiniz? Nereden yola çıktınız?

NA: Proje, cami mimarlığının Türkiye’de ulaştığı katılaşmış biçimci tutumla baş etmeye çalışıyor. Mimari dilin neredeyse yok olduğu, bulunduğu yer ile hemhal olan, kendini yol kotundan baktığınızda çok açığa vurmayan, bu anlamda bir yapı dili bile oluşturmayan ama aşağı kota indiğinizde birden karşınıza çıkıveren bir yapı olarak tarif edilebilir. Üst kotta, taş duvarlar ile tanımlanmış, kamusal kullanıma açık bir bahçe bulunuyor. Bu bahçeden Büyükçekmece Gölü’nü seyretmek mümkün. Bahçeden aşağıya doğru inen kaskatlar merdivenleşerek sizi caminin girişine doğru götürüyor. Bu noktada cami ile karşı karşıya duran çay ocağı, sohbet yeri ve kütüphane gibi mekanlar, caminin toplanma yeri olma özelliğini zenginleştiriyor. Cami, kullanılan malzemelerin kendilerini oldukları gibi ortaya koydukları, tezyinattan arınmış, sade bir iç mekana sahip. Yapının brüt beton duvarları mekana bir ilksellik hissi katıyor. Oldukça loş olan mekanın içine mihrap duvarından sızan ışık, içeriye ruhani bir hava katıyor ve burayı ibadetten zevk alınacak bir mekan haline getiriyor. Yapının her noktasına “tevazu”nun hakim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat bu mütevaziliğin yanında güçlü mekansal etkisi ile insanın iç dünyasında bir tür ruhani coşku yaratma kabiliyeti olduğunu da ekleyerek… Sancak Camisi’ne yaklaşırken avlu duvarının çevrelediği bir bahçe ve taştan örülmüş bir kuleden başka bir şey görmüyoruz. Kule, buranın bir “yer” olduğunun işaretini veriyor. Alt kottan girilen ibadet mekanı, dış dünyadan -çoğunlukla da insanın içinde taşıdığı “dış dünya”dan- sığınmak ve arınmak için bir yer sunuyor. Mekanın tezyinatsız iç yüzeyleri, bu arınma hissini kuvvetlendiriyor. Akıntının kenarındaki bu koyun sakin sularında istedikleri kadar dinlenebilme imkanı buluyorlar. Diğer yandan burası, yoğun bir meditasyon, düşünce ve paylaşım ortamı…

HZY: Namazgah benzetmesine ne dersiniz?

NA: Namazgahlar objeleşmeye direnme kapasitesi bakımından bu camiye yakın görülebilir. Üst kotta yer alan avlu duvarlarıyla çevrili bahçe ve minareyi ikame eden taş kule bir araya geldiklerinde bir namazgahı çağrıştırabilir. Üst bahçe bir kamusal alan olduğu için bu anlamda bir kullanıma da kapalı durmuyor.

HZY: Tasarımınızın bilinen cami örneklerinden ayrıştığını görüyoruz. Sancak Ailesi’nin tasarımınıza ilk tepkisi ne oldu?

NA: Proje ile yakından ilgilenen Suat Sancak, ilk sunuştan itibaren projeyi oldukça benimsedi. Caminin uzaktan algılanmasını sağlayacak bir işaretin gerekliliğini gündeme getirdi. Projenin ilk aşamasında bunun o bölgede bulunmayan yüksek bir selvi ağacı ile sağlanması öneriliyordu. İlerleyen aşamada ise bir kule gündeme geldi. Sancak Ailesi’nin çeşitli ortamlarda projeyi heyecanla savunduğunu biliyoruz.

HZY: Mihrap duvarının uzaması hakkında neler düşünüyorsunuz? (Arap camilerindeki saf ne kadar uzarsa ve herkesin eşit olması durumu)

NA: Caminin yatay oranlara sahip iç hacmi, yapının eğim içerisine yerleşmesini kolaylaştırıyor. Mekanın mihraba paralel örgütlenmesi, kısa kenar boyunca geçilen açıklığı azaltarak kolonsuz bir iç mekanı mümkün kılıyor. “Saf tutmak”, cemaatle kılınan namazın temeli. Birbirinden farklı insanların aynı safta durması bir tür eşitlik sembolü aynı zamanda. Saflar uzayıp mihraba yakınlık arttıkça cemaat olma hissinin de kuvvetlendiği söylenebilir.

HZY: Bugünün mimarlık dünyasında geleneksellik-yerellik-modernlik bir arada sorgulanan kavramlar. Bu cami tasarımı için geleneksel ve yerel kavramlarını bir arada gösteren bir örnek diyebilir miyiz?

NA: Bu camiyi düşünürken, bahsettiğiniz üç kavram da aslında ana gündemimizi oluşturmuyordu. Herhangi birimizin zihninin gerisinde bu kavramlar olmadan düşünebilmesi elbette mümkün değil ama burada daha çok ibadetin özüne dair bir takım değişmezlere ulaşmak, zaman ve kültürden bağımsız olarak ibadet mekanından alınacak zevki düşünmek çok daha önemliydi. Yapının bu tartışmalardan azade, anonim ve zamansız bir dil ile bulunduğu yere yerleşmesi, bazı nitelikleriyle bir mimarın elinden çıktığını gizlemezken genel olarak bulunduğu yerde “doğallaşması” ve orayla hemhal olması önemliydi. Şu anda Türkiye’nin dört bir yanında replikaları yapılan klasik Osmanlı camilerini bir tür “gelenek” olarak düşüneceksek ve modern tutumu “bir durumu bireysel perspektif içerisinden yeniden-kurma/estetize etme edimi” olarak tanımlayacaksak, bu caminin modern bir ürün olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yerellik değilse bile “yere ait olmak” bu yapı için ana konulardan biri.

HZY: Sizce günümüzde camiye ihtiyaç var mıdır ya da -bu soruyu kendimize hiç sormamış farz edip değiştirecek olursak- bugünün camisi nasıl olmalıdır?

NA: Cami mimarlığında ibadet mekanının kişiye ruhani bir haz yaşatabilmesi, namaz kılma isteği ve zevki uyandırabilmesi en önemli nokta. Bu mekanlar tasarlanırken ibadet ile ilgili fonksiyonel gereklilikler tam olarak karşılanmalı. Saf tutamadığınız ya da imamı duyamadığınız bir mekan olamayacağı gibi bir mimari karar yüzünden içerisinin çok soğuk ya da çok sıcak olması da kabul edilemez bir durum. Bu tür fonksiyonel gerekliliklerin yanı sıra ibadetin ruhu ile ilgili olan noktalar da var bizce. Örneğin tarih içinde hep varolmuş ve bugüne kadar gelmiş neredeyse zamansız olarak adlandırılabilecek bazı özellikler var. Bunlardan biri mekanın loşluğu olabilir. Çok aydınlık bir yerde ibadetin ruhunu yakalamak loş bir yere göre daha zor görünüyor.

HZY: Peygamberin evinin “salonu” olarak doğan mescit, ilk dönemlerde heyet kabulü, adalet sağlama mekânı, dert dinleme, paylaşma yeri olarak buluşma noktasıydı. Ancak zaman içinde bu tanımlama ve kullanım değişti. Geçmişten bugüne biçimlenişleri tamamen dönemlerinin hâkim “dinsel kültür”lerine göre olan camiler, bu anlamda “dünyevi” hale geldiler. Nasıl biçimlendirileceklerine dair “uhrevi” herhangi bir referans olmamasıyla birlikte; özellikle minare, kubbe gibi dışsal elemanları günümüzde tamamen simgeseldir deniliyor. Buna katılıyor musunuz?

NA: Minare ve kubbe gibi elemanların ortaya çıkışının ardında işlevsel gereksinimler olduğu açık. Ezan sesini uzağa duyurma, büyük bir topluluğu aynı çatı altında toplama gibi… Bunun yanı sıra birçok artifakt gibi bu elemanlar da zaman içinde kendi işlevsel değerlerinden öte bir simgesel değer kazanmış durumdalar. Kubbenin, kendisini taşıyan sütunlar ve kemerler üzerindeki cesametli duruşunun gökkubbeyi temsil etmesi veya minarenin uzak mesafelerden algılanması sayesinde bulunduğu noktada bir cami olduğunu işaret etmesi gibi… Bu elemanların salt simge haline gelmiş olup olmadığından öte asıl soru bir yapının cami olduğunun ayırdına varmak için bu simgelere neden ihtiyaç duyduğumuz. “Kubbesiz cami mi olur?” ya da “Minaresiz cami olur mu hiç?” gibi tepkilerin konuyu tartışmaya başlar başlamaz ortaya çıkması, bu soruyu önemli hale getiriyor. Türkiye’de cami mimarlığının gelişmemesinin ardındaki sebepler ise ayrı bir araştırmayı hak ediyor. Cumhuriyet Dönemi’nde modernleşen ya da Batılılaşan bir Türkiye tasavvuru dahilinde halkın dini ihtiyaçlarının arka plana itilmiş olması ve bu esnada cami mimarlığı üzerine de zihinsel bir yatırımın yapılmamış olması, bu alanın sığ kalmasına yol açtı. Sonraki dönemde görülen tarihe dönme, bir Altınçağ yaratma ve orada katılaşıp kalma durumu, buna bir reaksiyon olarak yorumlanabilir. Bu dönemde klasik Osmanlı Camisi’nin bir cami prototipi olarak dokunulmazlığını ilan ettiğini söylemek mümkün. Günümüzde 21. yüzyıl inşaat teknikleriyle 16. yüzyıl camileri üretmeye devam ediyoruz. Buna karşı cephedeymiş gibi görünmesine rağmen konunun özüne inemeyip biçimsel bir takım denemelerden öteye gitmeyen “modern cami” örnekleri, müslümanları “Ne olur artık dokunmayın şu bildiğimiz camilere” deme noktasına götürebilir. Oran duygusundan yoksun replikalar mı yoksa kötü modern camiler mi daha zararlı, doğrusu karar vermek zor. Bu noktada yapım tekniğinden mekan organizasyonuna değin tarihselci bir yaklaşımla inşa edilmiş olan Turgut Cansever’in Karakaş Camii, konuya ilişkin kaydadeğer bir eleştiri olarak ortada duruyor.

Etiketler

1 Yorum

  • merve-cay says:

    ayn rand’in yaratilan dunya kitabini okurken dusunduklerimin cok benzeri… Ayni edebiyat mimarlik iliskisi dedigim kitapta ana karakterin mimar olmasi uzerinden mimarligin nasil olmasi gerektigini ustu kapali bir sekilde, yazarin gozunden anlatirken bir yandan da yazarin kendi felsefesini anlatmaktaydi. Cok begendim

Bir yanıt yazın