Britanya’da 1760’da başlayan Sanayi Devrimi (1760-1840), Avrupa’daki tarım, kırsal toplumların endüstriyel ve kentsel hale geldiği endüstriyel gelişme dönemidir. İmalat süreçlerinin el üretiminden makine üretimine geçişi ile başlamıştır. Bu dönemdeki önemli gelişmeleri sıralayacak olursak; makinelerin gelişimi (önce: çıkrık ve elektrikli dokuma tezgâhı dokuma tezgâhı), fabrikaların ve kapitalizmin yaratılması, buhar gücünün kullanımı, ulaşımın gelişimi, bazı insanlar için yaşam standartlarının yükselmesi, kentsel ortamların artan nüfusudur. Bu gelişmeler doğrultusunda işçi sınıfının kötü yaşam koşullarına da neden olmuştur. Bunlardan ilki ve en önemlisi; kömürle çalışan fabrikaların dumanından dolayı şehirlerde hava kirliliği yaratarak, kötü hava koşulları ve sağlıksız ortamları beraberinde getirmiştir. Şehirlerde uygun konut bulunmaması nedeniyle çok kısa sürede çok sayıda insanın yaşadığı yerleşim yerleri olan sağlıksız kentsel gecekondu mahalleleri yaratmıştır. Fabrika sahipleri tarafından daha fazla kar elde etmek için işçileri sömürerek yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Hükümetlerin desteğini alarak işçilerin fabrikalara karşı haklarını korumak için sendikaların kurulması ile bu sonuçlanmıştır. Endüstrinin yaşama getirdiği yenilikler ve kentlere getirdiği sağlıksız ortam koşullarında, insanlar hayatlarından kopmuş ve adeta makine gibi yaşamaya devam ederlerken; bu düzene karşı çıkan ve benimseyen başlıca ekonomik modeller ve entelektüel eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Bunlardan ilki ‘Kapitalizm (1760); üretim araçlarının (fabrikalar, atölyeler, makineler vb.) özel mülkiyetine dayanan bir üretim biçimidir.
Özel mal sahipleri, işçilerin emeğini bir bedel karşılığında satın alırlar ve ürettikleri malları satarak para kazanırlar. Bu, özel mülk sahipleri (burjuva) ve işçiler (proletarya) sınıfını yaratır. Bugün kapitalizm dünyadaki en yaygın ekonomik modeli haline gelmiştir. Diğer bir eleştirel düşünce ise ‘Sanayi Devrimi ve Kapitalizm’e karşı olarak ortaya çıkan ‘Sosyalizm (1850)’; Üretim araçlarının (fabrikalar, atölyeler, makineler vb.) Sosyal mülkiyeti (örneğin devletin mülkiyeti) ile karakterize edilen bir siyasi ideoloji ve ekonomik sistemdir. Sosyalizm, 1860’larda Alman filozof Karl Marx ve ortağı Friedrick Engels’in fikirleriyle geliştirilmiştir. Bununla birlikte, Marksizm, kapitalist sosyal düzenin hastalıklarına bir çözüm olarak sosyalizmi ve onun aşırı komünizmini önermiştir. Sosyal ve ekonomik olarak da kent ortamındaki yaklaşımlar bu şekilde yaşanırken, bir yandan da sanat, tasarım, müzik ve mimaride farklı gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Endüstrinin getirdiği metalaşma gücüne karşın insan aklının, yaşam biçimlerinin sanatta ön plana çıktığı görülmektedir. Artık sadece sanat sanat için değil, topluma mal olacak bir hale bürünmeye başlamıştır. Toplumsal olaylar, gündelik yaşantılar ön plana çıkmaktadır.
19. yüzyılda modernizm terimi içinde kendisini ifade etmektedir. Çünkü 19. yüzyılın hemen öncesinde görülen teknik gelişmeler, yeni yaşama biçimlerinin oluşumlarını hazırlamıştır. 19. yy.’da mimarlığa, sanata yol gösteren en önemli gelişmelerden birisi de; arkeolojinin gelişmesi olmuştur. J. J. Rousseau’nun özgürlükçü sözlerinden, Karl Marx’ın sınıfsal ayrıma karşı çıkan sosyal adaletin olduğu bir dünya düzeni üzerine konuşmalara geçilmiş, siyasi, ekonomik yapılarda değişimler yaşanmıştır. Eski dünyanın geride bırakılmaya çalışıldığı, yeni dünyaya gözlerini açtığı dönem olarak kendisini ifade etmektedir.
“…Eski dünya pagandı, modern dünya ise Hıristiyan. Yani, eski dünya karanlığın örtüsü altında kalmış, ama modern dünya, Tanrı’nın, oğlu İsa Mesih biçiminde insanlar arasında ortaya çıkmasıyla dönüşmüştü. Mesih’le birlikte insanlık tarihinin bütün anlamı değişti-ya da daha ziyade, tarihe ilk kez bir anlam verilmiş oldu, demeliyiz…” (Kumar 88)
Amerika’da yaşanan özgürlük hareketlerinden de güç alarak gerçekleştirildiği ifade edilen 1789 ihtilali Avrupa’nın genelini etkilemiştir. Bu etkinin sanata yansıdığı bilinmektedir. 19. yy. boyunca yaşanan gelişmeler, gösterilen karşıt tutumlar ile birlikte birçok akım birbirini devam ettiren nitelikte olmuştur (Şekil1).
Sanat artık toplum için olma yolunda ilerlerken ‘Sanayi Devrimi’ne karşı olarak ‘Romantizm (1800-1850)’ ortaya çıkmıştır. Ağırlıklı olarak sanatsal ve entelektüel alanlarda ortaya çıktı ve endüstri devriminin getirdiği yaşam tarzına karşı bir düşmanlık olarak kendini göstermiştir. Başlıca savunucuları William Wordsworth, Lord Byron ve William Blake gibi İngiliz şairleridir. Hareket, sanayi devriminin ‘canavarca’ makinelerinin aksine geçmişi ve doğayı önemsemektir, duygulara önem verir. Aydınlanma klasisizminin aksine, nüfus artışından ve sanayileşmenin hızlı kentsel yayılmasından kaçmak için orta çağ zamanlarını ve halk sanatını ön plana çıkartmaktadır. Caspar David Friedrich’in “Sis denizinin üzerinde gezgin” (Şekil 2) resmi romantik idealleri temsil ederken, doğaya dönüş ve duyguların ön planda olduğu en önemli romantizm temsilcilerinden birisidir. Bir fotoğraf gerçekliğiyle yansıttığı doğanın melankolik ifadesini neredeyse insansız olarak resmetmiştir.
Ferdinand Victor Eugène Delacroix (26 Nisan 1798-13 Ağustos 1863), Francisco Goya (1746-1828) gibi sanatçılar diğer önemli temsilcileri arasında yer almaktadır. Asıl olanın makineleşen dünyaya karşı insani duyguların ön planda vurgulanmasıdır. Diğer önemli sanat akımlarından birisi ise Realizm (gerçekçilik); Nasıl ki romantizm klasizme bir başkaldırı niteliğinde ise gerçekçilik yani realizm hem klasisizme hem de romantizme bir başkaldırıdır. Amaç; klasik ve romantik akımların yapaylığından kurtarmak ve konularını toplumsal sınıf temaları üzerinden gündelik yaşamları nesnel bakış açısıyla, önyargısız yorumlayarak aktarmaktır.
Sanattaki sembolizm 19. yüzyılda beliren, realizmi reddeden bir akım olarak ortaya çıkmıştır. ‘Sanat sanat içindir.’ felsefesinin kendilerine zemin oluşturması ile birlikte, asıl gerçeğin söz konusu olanın ötesinde gizlenmesi önemlidir. Mona Lisa tablosu içerdiği gizem ile bu konuda önemli girdilere sahiptir. Empresyonizm ise 19. yy.’da ortaya çıkan bütün sanat akımlarını etkileyen özellikle resimde doğa unsurlarını, kişinin izlenimlerini, duygusal izlerini yansıtmayı hedeflemekle birlikte bunu yaparken; özellikle ışık ve renklerden kaynaklanan görsel izlenimleri tıpkı fotoğraf karesinin farklı zamanlarda çekilmiş anlarını yansıtması gibi aktarmaktadır. Akımın öncüleri Claude Monet ve Camille Pissarro’dur (Şekil3).
Post empresyonizm, empresyonistlerin ışığın ve rengin doğal tasvirine olan ilgisine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır (Şekil4). Sanatta bunlar gerçekleşirken; müzikte ise yeni bir döneme geçilmiştir. Klasik dönemden romantik döneme olan kısmı kapsamaktadır. Piyanonun icadı ile Barok stilden farklılaşarak daha temiz ve sade olmasıdır.
Mimaride ise; 19. yy. genel stilistik tutumu eklektik olmasıdır. Farklı mimari üslupların tek yapıda toplanması halidir. Beraberinde gelen ‘Historisizm (Tarihselcilik)’ ise, yalnızca Yunan ve Roma klasisizminin değil, aynı zamanda sonraki stilistik dönemlerin de yorumuyla karakterize yeni bir tarihselci evre içermektedir. Yeni malzeme kullanımı reddedilerek eskiye öykünmenin ve eskilerden yeni bir yaklaşım ortaya çıkaracaklarının inancında olmaktadır.
19. yüzyılda Hegel ile birlikte felsefeye tarih ve tarihselliğin katılmakla kalınmadığını, bu “totaliter” ve “bütüncü” (holistic) tavrın tarihsiciliği de beslediğini belirtir. Önemli olan bir diğeri mimari akım ise; Neoklasizm (1800-1820), 18. yüzyıldan miras kalan ve Laugier’in mimarlık teorileri (ilkel kulübe-doğaya dönüş), 20 yıl boyunca mimarlık alanına hakim olmaya devam etmiştir. Neoklasizmin bu son aşaması, Yunan topraklarına (örneğin Brandenburg kapısı, Berlin) yapılan yeni arkeolojik keşiflerin etkisiyle, özellikle kuzey Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘Yunan Uyanışı’ (1800-1820) adı altında gerçekleşmiştir. Antik Yunan ve Antik Romanın yeniden canlandırılmasıdır (Şekil5).
Gotik Revival (Yeniden Uyanış / 1820-1880) , 1820’lerde Neoklasik mimariye bir tepki, mimaride Gotik canlanmayı teşvik eden (Augustus) Pugin’in yazılarında ortaya çıkmıştır. 1840’da (John) Ruskin bu Gotik uyanış idealini daha da geliştirdi ve malzemelerin dürüstlüğünü burgulamıştır. Hem Pugin hem de Ruskin’in Gotik uyanışı desteklemesi, aslında sanayi devriminin hızlı yaşam tarzına bir tepkiydi. Geçmişi ve onun yavaş hareket eden atmosferini özlediklerinden bahsetmektedir. Gotik canlanma mimarisi en çok İngiltere ve Fransa’da görüldü. Geçmişi ve ortaçağı kutlayan romantizmin mimaride bir yansıması olarak görülebilir. Bir diğer önemli Gotik canlandırmacı, 1950’lerde temel olarak mimari teoriler üreten ve ortaçağ binalarının yorumlayıcı restorasyonlarını yapan Viollet le Duc (1814-1879), malzemelerin ‘dürüstçe’ kullanılması gerektiğini, yani onları niteliklerine ve özelliklerine göre kullanılması gerektiği fikrini vurgulamaktadır.
École des Beaux-Arts (1830), özellikle 1830’lardan 19. yüzyılın sonuna kadar, Paris’teki École des Beaux-Arts’ta öğretilen akademik mimari tarzdır. Bu dönemin en önemli mimari gerçekliği ise Endüstri Mimarisi (1850-1900); Yüzyılın ortalarına doğru Sanayi Devrimi, mimaride belirgin etkilerini göstermeye başladı ve gelişmelerinden yararlanan mimari destekçileri yaratmıştır (ondan önce herkes buna tepki gösteriyordu; örneğin gotik canlanma vb.). Bu Endüstriyel mimarinin ilk önemli binası, 1851’de Londra’da düzenlenen ilk Dünya Fuarı’na ev sahipliği yapmak üzere Londra, Hyde Park’ta inşa edilen Joseph Paxton’ın Kristal Sarayıdır (Şekil 7).
Oryantalizm; ‘19. yüzyıl Avrupa’sında ise Paris’de bulunan Ecole des Beaux-Arts önderliğinde 18. yüzyıldan beri mimarlıkta etkili olan Neo-Klasik üslup ile önderliğini Viollet-le-Duc’ün yaptığı ve Neo-Klasik akıma karşı olan Romantik Rasyonalizm akımına ek olarak, Doğu medeniyetlerinin mimarisine olan ilgi neticesinde oluşan egzotik bir yaklaşım sonucunda ortaya çıkan oryantalizm ile şekillenmiş eklektik (seçmeci) bir anlayış söz konusuydu (Tosun, 2008, sy. 81).’
Endüstrinin kente yansımaları ile Hausmann and Paris ve Garden City Movement olarak görülmektedir. Haussmann, 1853 ile 1870 arasında büyük bir kentsel yenileme (Haussmann’ın Paris’i yenilemesi) yapmıştır. Şehrin ‘nefes alması’ için eski kalabalık mahalleleri yıkarak geniş bulvarlar, bu bulvarlar için katı cephe düzenlemeler, durumu olmayan insanları şehrin dış kıyılarına göndermiştir, yeni parklar ve meydanlar, yeni kanalizasyon, çeşme ve su kemerleri yapmıştır (Şekil 8).
Bir başka erken şehir planlama metodu / çalışması, Birleşik Krallık’ta Ebenezer Howard tarafından 1898’de başlatılan Garden City Hareketi; Arts and Crafts hareketinden esinlendi ve aynı şekilde Sanayi Devrimine de bir tepkidir. Arts and Crafts olarak “doğa ile uyum içinde yaşayan insanlar” fikrini de desteklemiştir. Sağlıksız bir kapitalist ortama karşı, kendine güvenen, sosyalist kentler üretmeyi hedeflemektedir. İnsanların kendi yiyeceklerini ekip kendi mallarını üretebilecekleri tarım arazileriyle (yeşil kuşak) çevrili konut ve kamu binalarından oluşmaktadır. Sanayi şehrine bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak; 19. yy.’da gelişen sanat akımları daha çok topluma yönelirken, mimariye ve kente yansıması daha çok sağlıksız koşullardan etkilenmesiyle gerçekleşmiştir.
Kaynakça