Mimarlığı Aramak hakkında...
İzmir’de, Mimarlık Haftası 2011’de, “Kentte Mimarlığı Aramak” başlıklı bir workshop yaptık. Çalışma bütünüyle başından sonunu bilmediğimiz, bilmek istemediğimiz bir süreçti. Tabii ki bu çalışma ileride olası bu tür daha detaylı soyuttan somuta gidecek çalışmalar için sadece bir başlangıç oldu. Bir anlamda katılımcıların biribirleriyle olan dialogları aracılığı ile yapılan bir egzersizdi. Çalışmada formun, biçimin daha ötesinde başka bazı ipuçları yakalamak istedik. Planladığımız gibi de oldu ve 4-5 saat sürdü. Arada bir çay molası verildi, öğle sonrası saat üçte getirtilen sandviçleri yedikten biraz sonra hızla yapılanları özetleyerek programdaki söyleşiye katılmak üzere finali yaptık. Sonunda aklımızda ileriye dönük izler ve herşeyin ötesinde bu hızlı spontane sürecin hikayesi ve daha sonra farklı açılardan kişisel olarak değerlendireceğimiz bir tortu kaldı. En önemlisi de katılımcıların kendi düşüncelerinin ön planda olması ve bütün sürecin pedagojik tarafıydı. İşte bu hikaye genel hatları ile aşağıdadır.
Bu workshopta mimarlığı arayacak katılımcılar ile ilk defa AKM’nin kafesinde benim kısa süre sonra başlayacak daha önce programda planlanan söyleşim öncesi, stüdyo çalışmasından bir gün önce şans eseri karşılaştık. 7’si Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden, 3’ü Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakülteleri’nden gelen farklı sınıflardan 10 öğrencinin birçoğu ile kendiliğinden gelişen bir sohbet yaptık. Eski Akademi’den mezun biri olarak, Mimar Sinan kökenli olduğumu, orada yıllarca hocalık yaptığımı söyleyince aynı okuldan gelen öğrenciler şaşırdılar. Ne onlar uzaklardan, Helsinki’den gelen beni, ne de ben onları hiç mi hiç bilmiyorduk. Yine de AKM’deki ortası düşük, etrafında bir İspanyol mimarın projelerinin asılı olduğu sergi salonunun uzantısındaki kafenin bir köşesindeki duvara yakın bir masada benim önceki meslektaşlarım ve bazıları eski öğrencilerimden olan oradaki genç akademisyen arkadaşlarım ve eski hocalarım aramızda olmadan bizlerle birlikteydi.
Ertesi gün saat 10’da AKM’nin yanında bize çalışma yeri olarak gösterilen Resim Heykel Müzesi’nin sergi salonunda buluştuk. Fuayenin ilerisinde, yine bizim okuldan mezun sevgili Emre Arolat’ın harika bir sergisi vardı. Hassas ve rengarenk el çizimleriyle dolu çizim defterlerinden boy boy projelerine uzanan çok detaylı bir serginin ortasındaydık. İşin başında Akademililer her yanı sarmış, kuşatmıştı. Fakat buna karşın biraz şaka ile karışık söylemeliyim, Dokuz Eylül’den gelen üç öğrenci arkadaş daha ciddi, saatinde gelen bir gruptu. Bizim akademililer ise hala yoldaydılar. Geldiler, geliyorlar, trafik durumu, öyleydi, böyleydi derken saat onbuçuğu, onbiri bulmuştu. Söylediklerine göre listeye kendilerini yazdıran iki Çukurovalı öğrenci ise ne hikmetse Calvino’yu okumadıkları için daha işin başında havlu atmışlar, workshop’a gelmeyeceklerini söylemişlerdi diğerler bazı katılmcılara.
Dün kendisiyle tanıştığım, çalışmamızı izleyecek ve not alacak İzmir Mimarlar Odası’ndan Naciye Hanım ise workshop çalışmamızı yapacağımız yerin yukarıdaki mekan olduğunu söyledi. Neden bizim Emre’nin paftalarıyla çevrili bu mekanda yapmıyoruz, mimarlık bizi iyice sarsın, sardıkça sardıkça diye ben dahil bazı katılımcılar içlerinden düşünürken yukarı doğru gidenlerin arkasına takılıp çıktık. Bizi filme alacak üçlü ayaklığıyla videoyu taşıyan genç arkadaş da bizi takip ediyordu. Benle birlikte çalışma grubu bir futbol takımı gibi 11 kişi olmuştu. Gözlemciler, yani hakemler ise bir anlamda sözünü ettiğimiz Naciye Hanım ve videocu arkadaşımızdı. Stüdyoya katılan bir öğrenci arkadaşımızın sol kolu bütünüyle alçıdaydı. Workshopa bu halde başından sonuna büyük bir özveri ile devam etti. Onun enerjisi bize hep tempo tuttu.
Yan yana birleştirdiğimiz üç yuvarlak masada, farkında olmadan üç yuvarlağın yonca örneği oluşturduğu bir konturun etrafında kare oturma yerlerindeki yerlerine oturmuştuk bile. Biraz da önceleri bizi kuşkulandıran, sonra unuttuğumuz, hatta videocu arkadaşın da bazen sabite alıp katılımcılara yardım ettiği uzun boylu leylek ayaklı siyah video da çalışmaya başlamıştı. Video ve sahibi de oyuna katılıyordu. Calvino’nun “Görünmez Kentler”i artık ellerimizdeydi. Her birimiz daha önce okuduğumuz sayfaları tekrar tekrar karıştırmaya başladık. Az ya da çok, okuyan herkes kendi özetini özet geçti. İzmir’den, Dokuz Eylül’den katılan bir arkadaş birkaç sayfa ve iki hikaye okuduğunu yürekli bir şekilde ortaya koydu. Ama saptamaları çok olgun ve sanki bütününü devirmiş gibiydi. Özetler biribirine girdikçe girdi hatta saat bir deki çay molası öncesi heyecan doruğa çıktı. Katılımcıların diyalogları yolumuzu çizmeye başlamıştı. Calvino’dan yola çıkarak rota herkesin mimarlığı nasıl arayacağına döndü, katılımcılar Calvino’yu bir kenara yakınlarına bırakıp nasıl ve neyle hangi malzemelerle ne yapacaklarını düşünmeye başladılar.
Ben kafamda birşeyler dolaşsa da öğrencilerin bulgularını, sezgilerini takip etmeye özen gösteriyordum. Kaleciler gibi son topları tartışmalardan almaya, çekmeye çalışıyordum, sanki oyunu durdurup, ara toparlamalar yapmaya çalışıyordum belki yol açar diye. Eldeki bize sunulan malzemeler ise herşeyi başka yöne çevirebilirdi ve aynen öyle de oldu, rüzgar bir süre sonra tümüyle döndü. Yuvarlak küçük bir masanın üzerinde T cetvelleri, 30 a 60 ve 45 derecelik cetveller, kalemler, seloteypler, A4 boyutunda kağıtlar vardı. Aralarından bir rulo eskiz kağıdı dikkatimizi çekti. 30 cm enindeydi. Naciye hanıma kaç metre olduğunu sorduk. 20 metre cevabını verdi… Gruptan bir kısım dışarı bir yerlere kentin köşelerine gidip çalışıp gelmek, bir kısmı bulnduğumuz mekanda çalışmak istiyordu. Naciye Hanım’a kaç tane daha eskiz rulo daha fazla bulacağımızı sorduğumuzu hatırlıyorum. Naciye Hanım kaç tane istiyorsunuz diyince ağzımdan 100-200 çıktı. Aklımca bir araba dolusu rulo gelir, belki yer gök bunlarla dolar, aşağıdaki sevgili Emre’nin sergisine bile uzarız hatta ortadaki boşluktan ne olduğunu bilmediğimiz yukarılara çıkıp ışıklıklara ulaşırız, yan bina AKM’nin odalarına salonlarına hatta kentte doğru çıkıp minübüslerin arasından yukarılara yamaca doğru bu kağıtlarla karda yürümek gibi bir iz bırakırız gibi düşünsem de, aklımdakileri kimseye söylemedim bile. Naciye Hanım’dan bir tane daha bulunabileceği cevabını alınca, biraz burulsam da hiç bozuntuya vermedim. Sonuçta en iyi olasılıkla iki rulo birlikte 40 metre beyaz şeffat eskiz kağıdımız olacağını anladık. Hepsi buydu… Kitapları, Cavino’yu rulo ve muhtemelen gelecek ikincisini masanın üzerinde bıraktık. Ve heyecan en yukarılardayken çay molası gelmişti. Hepimizin kafasında tilkiler koşturmaya başlamıştı. Aşağı indik.
Bizim takım ben dahil arada kafayı boşattık. Uzun çay masasında oradan buradan konuşurken doruğa çıkan sohbet daha da yerine oturur gibi oldu. Yukarı çıktığımızda herkes olduğumuz mekanda çalışmak istiyordu. Takım olmuştuk. Arada gelen ikinci rulo ile birlikte 10’a bölünce adam başına 4 metre eskiz kağıdı bizi bekliyordu. Kaç grup olur derken bir katılımcı yanlız çalışmak istediğini söyledi. Bir diğeri yanında getirdiği sarı eskizi kullanma kararı aldi. Laf aramızda Helsinki’de hiç rastlamadığım o sarı eskiz kağıdı, beyaz rulolardan daha da hoşuma gitmişti. Ama sadece bir öğrencinin yanında olan İstanbul’dan getirdiği bir büyük paftaydı. Sonunda en az yaklaşık 4 metre eskiz kağıdı, tek çalışan kendine ışık ve gölge adını takan çizgili kazaklı öğrencinin ve her birinde üç katılımcının olduğu üç grubun ellerindeydi. Kısacası her bir öğrenci arkadaşımızın önünde 4’er metrelik mimarlık önündeydi. Ben elimde makas, “4 metre mimarlık var”, ” 4 metre mimarlık var” diyerek uzun ruloyu isteyenlere kesmeye, bölmeye başladım.
Mekana ilk girdiğimde hissettiğim ve çok önemsediğim ortadaki boşluğa kimse yaklaşmıyordu. Aşağıdan görüyorduk ama ulaşamıyorduk. Sadece çatıdaki ışıklığı görüyorduk. Oraya ulaşacak, bizim mekandan yukarı çıkan da bir merdiven vardı, parmaklıkların arasında. Bilinmez muamma bir mekandı. Görünmez kentleri belki de orada bulabilirdik, çalışma kimbilir nereye gider diye düşünürken, yukarı çıkabilirmiyiz lafını birkaç kere tekrarladığımı hatırlıyorum. Naciye Hanım “Yok çıkılmıyor” dedi. Bir bildiği vardı. Daha sonra katılımcılardan bir grup bu boşluğun altına uzun hafif açılı bir şekilde upuzun bir kağıt serdi. Bulunduğumuz mekanın, dikdörtgen mekanın her iki yanında seritler halinde uzunlamasına kullanılmayan parapetlerle bölünen uzun yan şerit mekanlar bulunuyordu. Bu parapetler de bir muammaydı. Herhalde buralardan aşağıya bakan galerileri yer kazanmak için sonra kapatmışlardı. Olduğumuz yerin dar ucundan girilen, demir parmaklıklı sürülünce katlanan, parmaklıklarla açılan bir kapısı vardı. Onun yanında ise yukarıdaki kata çıkan merdivenlerin önüne yine oraya çıkmayı yasaklayan yandaki giriş kapısındakilere benzer demir parmaklıklar bulunuyordu ve nedense kilitliydi. Herkes uzun mekanın neredeyse kenarlarına çekildi. Ben de aralarında dolaşırken ve yapılanlar üzerine serbest atışlara, spontane yorumlara başladım.
Işık ve Gölge… İlk dikkatimi çeken kendine “gölge ve ışık” adını takan öğrenci arkadaşımızın tam karşı duvara hafif yatık uzun 4 metre eskiz kağıdıyla, çizgisini göz hizasında bir baştan başa çekişiydi. Sanki bir badana fırçasını eline almış boydan boya duvarda bir iz birakmıştı. Florasan ışıkları bütün mekanı baştan başa çepeçevre dolaştığı bizim odada gölge ve ışık seçtiği uzun duvarda 30 cm’lik genişlikte eskiz şeritinin üzerinde biribirini takip eden farklı fragmanlar yaptı. Soyut başladı, fakat hızla figüratif tarafa yöneldi. Uzun eskiz kağıdı daha sonra parça parça bölündü. Sonunda çalışmasını çok sevdiği Beyoğlu ile ilgili bir finalle tamamladı. Onun aradığı mimarlık her zaman soluğu aldığı, soluk aldığını söylediği Beyoğlu olmuştu.
Elma… Önceleri takma ismi olduğunu düşündüğüm ama daha sonra gerçekten “elma” olduğunu öğrendiğim öğrenci arkadaş gruptan ayrılmış sarı kağıdı küçük parçalara bölerek küçük mekanların narin maketlerini yaptı. Birinden diğerine geçiyordu. Daha sonra onları kaldırdı orta boşluğun alttaki bir kıyısına yarısı boşta kalacak sekilde biribirlerini ipe dizer gibi sıraladı. Sonra da Kosova’dan geldiğini anladığım Elma kendi kıyısını, güvenli bir kıyı bitişinde yaratıyordu. Tavanın galeriye dönüşüne yakın bir yeri yaptıklarını yapıştırmak için seçmişti. Başında da sembolü, çok özenle çizdiği ismi gibi elma resmi vardı.
Örgücü… Kosova’lı Elma’nın birbirleriyle fikir alışverişlerinden sonra ayrıldığı gruptan yine bir süre sonra onun gibi ayrılan diğer bir katılımcı, uzun eskiz kağıdının üzerinde şerit halinde biribirini kesen çizgiler çizmişti. Doğrultularda her şey iç içe geçiyordu. Bunlar onun farklı biribirini kesen düşüncelerinin çizgileriydi. Sonra bazı renkli A4’lerden seçtiği sayfalardan ince şeritler oluşturduğunu gördük. Bu şeritler ile daha önce yaptığı bu çizimin bir modelini yaptı. Bu örgüyü, biribirine geçen çizgileri girdiğimiz kapıya astı. İçeri girerken eğilmek gerekiyordu. Her kapıda belki de bir örgü, gireni bekliyordu. Kapıdan girilecek yeri bulmak, örgülerin altından geçmek gerekiyordu. Bu onun mekanı ve mekanımızın giriş kapısının örgüsü oldu.
Kolu alçılı savaşçı… Elma’ nın ve Örgücü’ nün arkasından gruptan ayrılan sol eli alçılar içindeki son katılımcı ise o hali ile üzerlerine kolaylıkla batırılabilecek süngerden kare bir altlık buldu. Üzerinde düşey çubuklar ile bir grid e yakın kompozisyon yaptı. Bu çubukları üstlerinden dolaşan birinden diğerine bağlayan kırmızı yün iplik, bir yerden diğerine hikayeyi takip ediyordu. Bu dikmeler bu arkadaşın anlarıydı. Yaşadıklarıydı. Köşe başlarıydı. Bu onun hızla bir kolu alçıda etrafından süzdüğü mekânıydı. Herşeyin bitiminde bu yaptığı maketin üzerinde sereserpe bükülmüş uzun eskiz kağıt, yaptıklarının üzerinde bir uçtan bir uca savruluyordu.
Dokuz Eylülcüler … Son iki gruptan birinde Dokuz Eylül Ünüversitesi’ nden gelen biri kız, iki erkek öğrenci ise tam anlamıyla mimarlığı tavana astı. Yukarıdan aşağı sarkan, torbalaşan şeritler ile bir installasyon yapmayı denediler. Bu üçlünün paylaştığı mimari mekânlarıydı. Kağıdın geçirgenliğinden faydalanıp arkasında performanslar yaptılar, hareketlerle bu yarı şeffaflıkların aynı yüzeylerde kullandıkları yün iplerinin çakışmalarını bulmaya çalıştılar. Saçlar, eller eskiz kağıdına girip çıkan yün iplerin dönüşleri ve lekeleri biribirlerinin gölgeler oldular. Sonuç olarak sanki narin ve içi dışı gözüken, insanı, mekanı, onların mimarlıklarını taşıyan güvenli bir el yarattılar.
Galerinin Altı Üçlüsü … Son üçlü ise iki kız bir erkekten oluşuyordu. Üçü birden ortadaki boşluğun altında uzunca serdikleri dört metrelik eskiz kağıdının ucundan başladılar, ekleye ekleye devam ettiler. Bir çizimde profilden oldukça derin ifadeli yüzler, yüz yüze, karşı karşıya geliyordu. Eller, kollar devam etti. Kağıt ve eskizler uzadıkça uzadı. Bir ara kızlardan biri kağıdın yönüne başı çizgilere dönük boylu boyunca yattı. Kağıt insanla bütünleşti, saçlar çizgilerin devamı oldu. Daha sonra kalktı ters yöne doğru çizgiye bakarak oturdu sonra vucudu iki büklüm oldu, kağıtlar, çizimler, uzun kağıdın üzerindeki tanımlamalar, mekânlar kendisini sardı. Mimarlik çizgisi onunla vucuduyla birlikteydi, sarmaş dolaş olmuştu. Bir ara bu üçlü kağıtlarını alıp ortadan kayboldular. 4 metrelik mimarlıkları onlarla dışarı çıktı gitti.
Kalkan Yasak … Bu arada nedense daha önce açılamayan yukarıdaki galerinin demir kapısı açıldı. Hızla merdivenlerden yukarı çıktık. Gördüğümüz manzara inanılmazdı. Uçsuz bucaksız bir mekânda, sanatın tam orta yerindeydik. Her yer, yer gök yapıtlar ile doluydu. İnsanının nereye bakacağını şaşırdığı çok yoğun bir kalabalık arasındaydık. Herşey iç ice girmişti. Kuzgun Acar’ ın heykellerinden, İbrahim Çallı’ nın, İbrahim Balaban’ ın, Adnan Turani’ nin, Neşet Günal’ ın resimlerine, çok tanınmış sanatçıların her bir yapıt ile kimbilir neler alınabilecek muhteşem bir kolleksiyonla yüz yüzeydik. Bazıları bugün artık aramızda olmayan Türk resim ve heykel sanatın duayenleri yan yana, omuz omuza efsanevi yapıtları ile karşımızdaydı. Herşey çok yoğun bir düzende biraradaydı. Sanatın pazar yerinde gibiydik. Birlikte yukarı çıktığımız, etrafa şaşkın gözlerle baktığımız ‘Işık ve Gölge’ ile sabahtan beri bir hazinenin altında olduğumuzu anladık. Yasaklar olmasaydı da buraya daha önce çıkabilseydik, acaba stüdyo nerelere giderdi derken iş işten geçmişti, olan olmuştu. Yasaklar yine yapacağını yapmıştı. Geriye dönüp yapıtlar arasından sıyrılıp tam ortalarındaki galeriye doğru yaklaştık. Aşağıda bizim stüdyoyu gören boşluktan bakıp, olanı biteni, günün son anlarını izlemeye başladık.
Son grubun elemanları tekrar stüdyoya döndüklerinde üzerinde çalıştıkları, uzun kağıtlarının bazı kenarları yanmıştı. İzler vardı. Kağıt daha da güzelleşmişti. Bu arada bu gruptan erkek olanı ise elinde camera gördüklerinin fotoğraflıyordu. İki kiz ise yukarı bizim olduğumuz galeriye çıkıp diğer katılımcılarında bazılarının da çalışmalarında kullandıkları kırmızı yün ile aşağıya sallandırdıkları iplerle bir anlamda bir örgü yarattılar. Onların mimarlığı insandı. Buna bağlı olarak, bütün aşağıda yaptıkları uzun çizginin, performansın üzerinde hatta bütün arkadaşlarının yaptıklarının ortasında herkesi taşıyan, mimarlıklarını taşıyan bir ağ yaratmışlardı. Bu ağın altında çizgilerinin ucunda üçlü birlikte bir araya gelerek günü tamamladılar.
Final … Sona doğru stüdyomuza gelen Dokuz Eylüldeki akademisyenlerden Emel Kayın da sohbete katıldı ve finali yaptık. Herkes olanları hızla yorumladı. Tek bir şey kalmıştı. Neyin olup neyin olmadığını görmek ve değerlendirmek için zamanın geçmesi… Ve sular durulunca , zamanı gelince o günü yazmaları ve benimle düşündüklerini paylaşmalarıydı. Farklı mimarlık sınıflarında olan öğrencilerin katıldığı bu çalışma, başından sonu bilinmeyen mekan yolculukları için sadece bir başlangıçtı. Herkesin “4 metrelik Mimarlık” larındaki, bambaşka mimarlıklarının ipuçları, izleri için bir küçük, küçücük bir adımdı… Ama en önemlisi bu işten kendi köşelerinde keyif almalarıydı… ve katılımcıların yaptıklarını hatırlayıp düşünmeleri ve kendi köşelerinde tekrar değerlendirmeleriydi.
*Bu workshop Mimarlar Odası izmir Şubesinin 3-7 Ekim tarihleri arasında İzmir’ de düzenlediği, “İnsan Hakkı Olarak Mimarlık” konulu 11. Mimarlık Haftasında , 6 Ekim tarihinde yapılan “Kentte Mimarlığı Aramak” isimli bir çalışmanın anekdotlarıdır. Katılanlar: Neslihan Özyiit, Emine Zeytin, Selin Selçuk, Ayşe Okudan, Elma Grapcı, Hürsel Sarıdağ, Gamze Hacer Alnıak, Onur Ertürk, Samet Bamancı, Yiğit Kılınç, Hüseyin Yanar
2 yorum
ve ogunden sonra mımarlıgımızı aramaya başladık sevgılı Hüseyin Yanar la beraber…
4 Metre Mimarlık ve dolayısıyla sevgili koçumuz bize doğru yolu göstermedi, aksine bu yolda kaybolmayı önerdi