Mimar Gözüyle Elif Şafak’ın Son Romanı: Ustam ve Ben

Mimar Sinan'ı temel alan ve 3 yıllık bir çalışmanın neticesi olduğu söylenen, üstelik de altında Elif Şafak'ın imzası bulunan bu romanda, sanat tarihi ve mimarlık konularında oldukça basit hatalarla karşılaşınca bunları kaleme almak gereği hissettim.

Elif Şafak’ın son romanı Ustam ve Ben’i, merkezinde 16.yy İstanbul’u ve Mimar Sinan olduğunu duyar duymaz merakla aldım ve okudum. Mimar Sinan’ı temel alan ve 3 yıllık bir çalışmanın neticesi olduğu söylenen, üstelik de altında Elif Şafak’ın imzası bulunan bu romanda, sanat tarihi ve mimarlık konularında oldukça basit hatalarla karşılaşınca bunları kaleme almak gereği hissettim.

HAMAMIN KAZAN DAİRESİ!

Sayfa 15’den: Bu haftaki görevleri (…) bir hamam resmetmekti. Üstadın talebi gayet açıktı: Sekizgen göbektaşı yüksekçe olacak, altına yerleştirilecek kazan dairesinin hararetiyle ısınacak; (…)

Eserlerinde Osmanlıca ifadeleri, Farsça tamlamaları severek kullanan Elif Şafak, bu sefer tam tersi bir tavırla, 16.yy’a ait bir yapı öğesine günümüzden bir karşılık yakıştırmış. Hamamın külhanından kazan dairesi diye bahsetmesi, kitap daha başlarken neyle karşı karşıya geleceğimize dair bir ipucu olabilir mi acaba? Osmanlı mimarisinde bazı yapı türlerine ait terminoloji üzerinde tam bir mutabakat yoktur. Hamamlar ise, hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek derecede net tanımlanmışlardır. Soğukluk, sıcaklık, külhan ve cehennemlik; mimarlık tarihçilerini bırakın, hayatında iki üç kere hamama giden herkesin bildiği terimlerdir.

Külhana kazan dairesi denmesi kadar vahim bir diğer fantezi de, bu “kazan dairesi!”nin, bizzat Mimar Sinan tarafından göbek taşının altına yerleştirilmesinin istenmesi olsa gerek! Hamamların altında “kazan dairesi!” değil, cehennemlik adı verilen, ve “kazan dairesi”ndeki sıcaklığı döşemeye ulaştıran bir boşluk vardır. Elif Şafak’ın “Kazan Dairesi” dediği külhan ise, hamamın altında değil, en ucunda bulunur.

Konuyu Hüsrev Tayla hocanın, Şakirin Camii kadar gündeme gelmeyen ama bana kalırsa ondan çok daha önemli bir eseri olan “Geleneksel Türk Mimarisinde Yapı Sistem ve Detayları” adlı eserinden bir çizimle taçlandıralım isterseniz.

FRENK DİYARINDAN HEDİYE GELEN HALILAR

Sayfa 21’den (Sarayda gizlice dolaşan kahramanımızın gözünden 16. yy’da Topkapı Sarayı tasvir ediliyor) : (…) minderlerle kaplı uzunca sedirler; Frenk diyarından hediye gönderilmiş, tavandan asılmış süslemeli duvar halıları (…)

Frenk diyarından Osmanlı’ya herşey gelir de, halı da nereden çıktı şimdi? Avrupa’da halıcılık o zaman daha emekleme dönemindeydi. Tamam, Haçlı Seferleri’nin etkisiyle 11.yy’da Avrupa halı diye birşeyden haberdar olmuştu ama, Fransa’da ilk el dokuması halıların Türk halıları örnek alınarak dokunmaya ancak 4. Henry zamanında 1608’de başlandığını biliyoruz. Teorik olarak, 16.yy’da Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğu’na kesinlikle halı yollanmadığını iddia etmek tabi ki mümkün değil; ama lütfen biraz insaflı olalım. Dünyanın İran’la birlikte iki halı merkezinden biri olan, o konuda çok ileride olan bir imparatorluğa, herhalde Frenk diyarından hediye yollayacak olsalar, kendilerinin bu kadar geri ve taklit aşamasında oldukları bir ürünü seçmezlerdi herhalde. İsviçre’ye Türkiye’den saat yollamak gibi bir şey bu. En iyi ihtimalle, üzerinde hiç düşünülmeden yazılmış bir cümle olduğunu kabul etmek lazım bana kalırsa.

DİVANYOLU TIKALIDIR, SAHİLDEN GİDELİM!

Sayfa 29’dan (Mimar Sinan, gece vakti saraya çağrılır, bir at arabasına biner ve yola koyulur): (…) kadife perdeleri aralayıp dışarıyı seyre koyuldu Sinan. Haliç’in yanındaki Yahudi mahallesini, ardından Arapların, Ermenilerin oturduğu muhitleri kat ettiler.

Bu olayların yaşandığı sırada kitaptaki kurguda 3. Murad padişah… Yani Süleymaniye Camii yapılmış ve Mimar Sinan’ın konağının da Süleymaniye’de olduğunu biliyoruz. (kesin bilgi) Peki, sizce 16.yy’da, Süleymaniye’den at arabasıyla Topkapı Sarayı’na gitmeniz gerekseydi hangi yoldan giderdiniz? Tabi ki, Roma döneminden beri şehrin Doğu-Batı yönünde ana eksenini oluşturan, bir ucu Edirnekapı’da, bir ucu da Topkapı Sarayı’nda olan Divanyolu’ndan!

Süleymaniye’den Haliç’e inseniz bile, bugünkü gibi Haliç boyunca surları dıştan takip eden bir yol olmadığından, hem de at arabasıyla gece vakti, surların içindeki mahallelerde dolambaçlı sokaklardan Topkapı Sarayı’na ulaşmaya çalışmanın bir manası olmazdı. Kısacası Süleymaniye Camii’nin hemen yanından, sarayın kapısının önüne kadar uzanan, şehrin en eski ulaşım arteri dururken, gece vakti, at arabasıyla Süleymaniye’den Topkapı Sarayı’na Haliç’ten ulaşmak hakikaten akla mantığa sığacak gibi değil.


1520- 1603 ARASI İSTANBUL KENT PLANI / İSTANBUL BİR KENT TARİHİ, DOĞAN KUBAN, S. 251

DUVAR HALISI

Sayfa 30’dan: (Topkapı Sarayı’nda geçiyor) Eşyaları tarayan bakışları, duvara asılı ipek halıya takıldı.

Osmanlı’da klasik dönemde halı hiçbir zaman duvar süsü olarak kullanılmamıştır. Özellikle İç Anadolu’da yaygın olan duvara kilim asma geleneğinin ne zamana kadar gittiğini bilmiyorum ama İstanbul’da özellikle klasik dönemde, hele de sarayda halılar halı olarak kullanılırdı. Bunun aksini gösteren ne bir minyatür gördüm, ne de bir belge. Halıların masalara serilmesi, duvarlara asılması, hatta kiliselerde duvarlarda süs olarak kullanılması, Avrupa için çok kıymetli olan bu metaya verilen kıymetten ötürü, Osmanlı topraklarında değil, Avrupa’da görülür.

TOPKAPI SARAYI’NIN ADI HAKKINDA

Sayfa 53’ten: Topkapı derlerdi adına. Duvarlarının arkasında kaç canın ikamet ettiğini bilen yoktu.

Esasında oturup da bana bu yazıyı yazdıran ifade buydu. Topkapı Sarayı’na, “Topkapı Sarayı” ismi 19.yy’da, 2. Mahmut Dönemi’nde verilmiştir. Öncesinde Saray-ı Cedit-i Amire veya Saray-ı Hümayun olarak adlandırılırdı. Başka isimleri de vardı ama Topkapı Sarayı kesinlikle bunların arasında değildi. Bunu bilmek için de mimarlık tarihi uzmanı olmaya gerek yok. Hadi dönem araştırmasını iyi yapmadın diyelim, neden bilip bilmeden, hem de devrik cümlelerle edebi maharet sergilemeye kalktığın bir yerde “Topkapı derlerdi adına” diye bir iddia koyuyorsun ortaya? 3 sene araştırdığını söylediğin, 16. yy İstanbulunu ve Mimar Sinan’ın adını kullanarak pazarladığın bir eserde bu kadar bariz bir hata yapmak hakaret değil mi okuyucularına?

Sonra da sayfa 80’de cümle içinde “karak” kelimesi geçmiş. Dipnotta da açıklama verilmiş: Karak: 16.yy’da Doğu Hindistan seferlerinde kullanılan Portekiz ticaret gemisi. Ben sayın Elif Şafak’ın yerinde olsam, 16.yy gemicilik terminolojisinden devşirdiğim bir iki ifadeyle okuyucuya entelektüel derinlik taslayacağıma, önce bütün romanın geçtiği mekanın adını öğrenirdim.

TÜFEK VARKEN KILIÇLA SAVAŞMAK

Sayfa 120’den: Bir elinde tüfeği, bir elinde kılıcıyla iriyarı bir Frenk, tökezleyip kargısını düşürmüş bir yeniçeriye saldırıyordu.

16.yy’da tüfekler vardı evet. Ama oldukça ağırlardı ve cephede göğüs göğüse savaşta seri dolum yapılamayacağı için genelde uzaktan ateşleniyorlardı. Ağırlık dolayısıyla zaten bir elinde tüfek tutarken öbür elinde de kılıç savurmak mümkün olamazdı. Ayrıca madem tüfeği var bu arkadaşın, yeniçeriye neden kılıçla saldırıyor? Hadi tüfeği bir kere ateşledi ve bir daha doldurması zaman alacak, o zaman omzuna assa daha mantıklı olmaz mıydı? Hadi ama lütfen, ben mi abartıyorum?


Bu tüfeği tek elinizle tutup, diğeriyle kılıç sallamaya var mısınız?

PADİŞAHIN MEYDANIN ORTASINDA ŞENLİK İZLEMESİ

Sayfa 137’den (At meydanı’nda yapılan bir şenlik tasvir ediliyor) : Uzakta, tahta sıraların ortasında, parlak kumaşlar ve altın püsküllerle süslenmiş bir set kurulmuştu. Üstünde Sultan Süleyman Han, herkesi görüp herkesçe görülebileceği bir yükseklikte bir tahta oturmuştu.

At meydanında yapılan törenlerde padişahın yeri bellidir. İbrahim Paşa Sarayı’ndaki şahnişinden (Elif Şafak için açıklama: Bir nevi balkon) seyreder padişah bütün törenleri. Hünername’de, 1530 yılında Kanuni’nin şehzadelerinin sünnet düğünü olağanca netliğiyle çizilmiş karşımızda duruyor! 16.yy’da Kanuni Sultan Süleyman’ın katılacağı At Meydanı’ndaki bir törenden bahsediyorsak, romanın kurgusu gereği dahi olsa padişahı alıp da halkın içindeki tahta sıraların ortasında bir yerde oturtamayız.


Hünername’den bir sahne. 1530 yılında Kanuni’nin 3 şehzadesinin sünnet düğünü. Kanuni ve şehzadeleri İbrahim Paşa Sarayı’nın Şahnişin’de yerlerini almışlar.

SÜLEYMANİYE CAMİ ARSASININ, CAMİDEN EVVEL BOŞ BİR ARSA OLMASI

Sayfa 183’ten (Sinan, Süleymaniye Cami inşaatında işçilere hitaben konuşmaktadır): “Burası çorak bir araziydi vaktiyle” dedi Sinan. “Bu yapıyı siz yükselttiniz.”

Süleymaniye Camii arazisi, cami yapılmadan önce top oynanan bir tarla veyahut otopark değildi! Orada Saray-ı Atik isimli, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra yaptırdığı ilk saray vardı. Süleymaniye Camii yapılacağı zaman, Saray’ın arsasının mühim bir bölümü istimlak edilerek yer açıldı. Yani Mimar Sinan işçilerine “Burası çorak bir araziydi vaktiyle” demiş olamaz. Dese dese: “Yahu şu kadar boş arsa var şehirde, biz geldik eski sarayı istimlak ettik, yerine cami yapıyoruz. Allahım sen bana akıl selamet ver… Öhö öhö yok yok bir şey demedim ben gıcık tuttu” demiş olabilir. Kısacası, Süleymaniye Camii yapılmadan önceki arsa, İstanbul’da o tarihte boş olmadığından kesin emin olduğumuz birkaç yerden biridir. Yazarımız ise saray arazisine, Sinan’ın ağzından “Çorak” dedirtmektedir.

MİMAR SİNAN’IN ÇİNİLERİ, İZNİK’TEKİ ÇİNİCİNİN İSTANBUL BAYİ’NDEN ALMASI

Sayfa 221’den (Mihrimah Sultan Cami’nin çinileri kalitesiz çıkınca, Sinan’ın çırakları Haliç’teki çinici ustasına giderler) Burada satılan mallar İznik’ten geliyordu.

Mimar Sinan, Cihan padişahı Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan için yapacağı caminin çinilerini, Haliç’teki dükkanında İznik’ten getirttiği çinileri satan bir adamdan alıyordu demek… Hmmm… Evet… Çok bir şey yazmadan geçiyorum.

KUBBEYE “DAM” DENMESİ

Sayfa 327’den: (…) sekiz ayaklı merkezi bir kubbe yaratılmıştı. Bu şekilde yarım kubbeler kaldırılınca devasa ve yekpare bir dam altında birleşmişti bütün yapı.

Kubbeye “Dam” demek mimarlık terminolojisinde yeni bir açılım sayılabilir. Dam, bilindiği gibi yaygın olarak düz, toprak çatılara verilen isimdir. Başka kullanımları da var ama hiçbir durumda ne kubbe için, ne de binaların üst örtülerinin hepsini niteleyen genel bir ad olarak kullanılmaz. Selimiye’nin kubbesini övmek niyetiyle ona dam demek ayrı bir ufuk istese gerek.

BAB-I ALİNİN YÜKSEK KAPISINDAN MÜRUR EDİP GEÇER İKEN YEK BİR ATLI SÜVERİYE DENK GELİP RASTLADIM!

Sayfa 327’den: (…) Mermer ve granitten yapılmış fil ayakları üzerinde sekiz ayakla desteklenen müsemmen kubbe, sekizgenden daireye akan bir mimari çıkarmıştı ortaya.

Bir cümle içinde aynı manaya gelen kelimelerin ardarda sıralanmasıyla dalga geçmek için başlıkta yazdığım ifade kullanılır. Elif Şafak da bu cümlesinde iyi bir performans sergilemiş.

Öncelikle “fil ayaklarının üzerindeki sekiz ayak” meselesini anlamaya çalışıyorum. Hani fil ayağının boyu yetmemiş, ilave bir başka ayak mı konmuş acaba üstüne! Sonra, madem sekiz ayağı zikrediyorsun, aynı cümlede kubbeye bir daha kalkıp müsemmen demenin manası ne? Aynı cümlede sırayla sekiz, müsemmen ve sekizgen kelimeleri kullanılmış! Hepsi bir yana, mermerden yapılmış fil ayağı ne ola ki? “Mermer kaplı” mı demek istedi acaba? Selimiye’nin fil ayakları mermer kaplı da değil ki… Anlamadım gitti…

İKİ ÇEMBERİMİZ VAR; BİRİNİN ÇEVRESİ ÖBÜRÜNDEN BÜYÜK, DİĞERİNİN DE ÇAPI BERİKİNDEN BÜYÜK!

Sayfa 328’den: Acaba Selimiye’nin kubbesi Ayasofya’nınkini geçmiş miydi? Hem evet hem hayır. Kubbenin çevresi ölçülecek ve yüksekliği kubbe tabanının hizasından itibaren hesaplanacak olursa, onlarınki daha büyüktü. Selimiye Cami’nin yuvarlak kubbesi, daha yüksek olan zirvesiyle Iustinianos’un yassı kubbesini aşmıştı. Şayet yerden itibaren ölçülecek ve kubbesinin çevresi değil de kutru hesaba katılacak olursa onlarınki azıcık daha küçüktü. Aynı anda daha büyük, daha küçüktü.

Bir dakika, bir dakika! Şimdi aranızdan bir kerede tam olarak anlayan oldu mu? Ben anlamadım. 3-4 kere okudum. Sonunda da hatanın bende değil, neresinden tutsanız elinizde kalan bu paragrafta olduğunu anlayıp rahatladım.

Mabetleri kubbe çapı üzerinden yarıştırmak ilk düğmeyi yanlış iliklemek oluyor. Ama çapları yazacaksanız lütfen kasmayın ve itiraf edin: Selimiye’nin kubbesi Ayasofya’dan büyük değildir, küçüktür. Hem de iki mabetin yapılış tarihleri arasında neredeyse 1000 yıl olmasına rağmen. Bunu söyleyelim ve rahatlayalım artık lütfen. Zorlayınca yukarıdaki örnekteki gibi neticeler çıkıyor sonra! “Efendim, ee aslında küçük denemez ama büyük demesek de daha doğru olur” gibi komik komik değerlendirmeler. Bu kadar ıkınma kasılma neden? Hayır, ecdadına toz konduramayan muhafazakar bir yazar yazsa bunları, milliyetçi reflekslere yoracağım. Ama romanın başından beri kardeş katlinden girip eşcinsel ilişkilere geçen, oradan yalancılık, gaddarlık, entrikalarla romanını ören Elif Şafak, neden çaresizce daha küçük olan kubbenin aslında büyük olduğunu ima etmenin çetrefilli yollarına baş koyuyor da “aslında konuya farklı bir açıdan bakarsak belki öyle olmadığını görebiliriz” gibi bir ifadeler kullanıyor anlamıyorum.

Özetleyelim mi? 1) Ayasofya’nın kubbe çapı, kubbe zamanla deforme olduğundan yer yer değişmekle beraber Selimiye’den büyüktür. 2) Kubbenin en yüksek noktasının (kilit taşının) cami zemininden yüksekliğine bakılırsa, yine Ayasofya Selimiye’yi geçer. 3) İlla ki Selimiye kubbesi’nin Ayasofya’yı geçtiği bir parametre bulup, sevindirik olacağız ya; kubbenin kasnağından kilit taşına kadar olan mesafe ölçülürse, Selimiye Ayasofya’dan daha yüksektir. Peki bu övünülecek bir şey midir? Hayır zira, eşdeğer çapları olan iki kubbeden basık olanını inşa etmek statik olarak daha fazla hüner ister. (Bkz Reha Günay; Sinan’ın İstanbul’u; Sinan’ın Yapılarının Mimari Analizi, S.54) Buna kubbe basıklığı diyoruz. Kubbenin kendi yüksekliği/ kubbe çapı. Ayasofya’daki değer 0.290, Selimiye’de ise 0.327. Matematiksel olarak daha büyük olan her zaman daha makbul olmuyor ne yazık ki.

Konuyu kapatmadan evvel, kitapta geçen kubbe çevresi, kubbe çapı meselesine değinmeden olmaz. Elif Şafak’ın iddiasına göre Selimiye’nin çevresi Ayasofya’dan büyükken, Ayasofya’nın da çapı (kutru demiş ya hani) Selimiye’den büyükmüş! Ben en son geometri çalıştığım sırada, çemberlerin çapları ile çevreleri birbirine doğru orantılı olarak bağlı idi. (Çevresi 2πr; çapı 2r değil miydi yahu!) Yani iki çemberden birinin çapı diğerinden fazlayken, diğerinin de çevresinin berikinden fazla olması imkansız!

Kubbe çapları üzerinden estetik değer yarıştırmanın sonu bu olsa gerek…

BİTİRİRKEN

Ülkemizde kitapları en çok satan yazar, 3 yıllık bir araştırmanın sonunda yazdığı kitapta, koskoca Selimiye’nin kubbesine dam derse, külhanı kazan dairesi zanneder, saray arsasını çorak arazi diye niteleyip, koskoca padişaha törenleri meydanın ortasında izlettirir, daha o dönemde olayların geçtiği sarayın adını dahi yanlış zikrederse bu neyin göstergesidir acaba? Ben bulamadım, varın siz düşünün biraz da…

Etiketler

14 yorum

  • halil-yildirim says:

    Yazi harika ve cok bilgilendirici, bilindigi gibi Elif Safak, Ingilizceye de cok hakimdir ve direk Ingilizce de yazar bazen kitaplarini. Sanirim kitaptaki dam kelimesini, Ingilizce’deki “Dome'” yani kubbenin karsiligi olarak, sirf cumle daha zengin dursun diye ve ayni cumlede iki defa kubbe kelimesini kullanmamak icin yazmis. Ingilizceyle Turkce birimleri karismis kisa devre yapmis:)

  • gokcen-keskin says:

    Bilgilendirici yazınız için teşekkürler, küçük bir karışıklık gördüm; πr2 dairenin alanını hesaplama formülü. Yani çapı 2r.

  • pinar-erbiz says:

    Demek ki 4 sene değil mimarlık eğitimi için mimarlıkla ucundan alakalı bir kitap yazmak için yetmiyormuş.

  • gorkem-akinci says:

    Sevgili Gökçen Keskin.. 2πr dairenin çevresidir.. π çarpı r kare alanıdır.. Mehmet Berksan’ın yazdığı doğrudur..

  • koray-aslan says:

    Sevgili Görkem Akıncı, Gökçen Hanım yorumu yazmadan önce Mehmet Bey sehven “(Çevresi 2πr; çapı πr2 değil miydi yahu!)” yazmıştı. Yani çap ile alan hesap formülü arasında bir hata olmuştu. Gökçen Hanım da çevre hesaplmasında dair bir şey söylememiş, πr2’nin çap değil alan olduğunu, çapın 2r olması gerektiğini ifade etmiş. Bunu yazdıktan sonra Mehmet Bey de yazıdaki o kısmı düzeltmiş zaten. Gökçen Hanım’ın yorumunda bir yanlışlık yok hali hazırda. Yazıdaki hata giderildiği için yorumun neye binaen yazdıldığı anlaşılmıyor sadece.

  • kubra-agar says:

    Bilgilendirici nitelikte bu yazi icin tesekkurler ama uslubunu cok onaylayamiyorum.

  • mehmet-berksan says:

    Kübra Hanım, mesajınız için teşekkürler. Üslup konusunda başka eleştiriler de aldım. Buna hak verdiğimi söylemem lazım. Tekrar yazacak olsam aynı tespitleri daha soğukkanlı bir şekilde dile getirmeyi tercih ederdim.

  • suna-guler says:

    Böyle bir okur önünde saygıyla eğilirim. Anlayarak, sorgulayan okur, edebiyatı yüceltir. Elif Şafak’ın Aşk adındaki romanını okuduğumda aynı aymazlıklara, dil hatalarına, daha pek çok aksaklığa tanık oldum. Yorum yazmadım, çünkü bir yazarın böylesine köpürtülmüş bir başka yazar hakkında olumsuz yorumlar yapması, canımı sıkacak yorumlara yol açabilirdi. Ben kimdim ki Elif Şafak’ı eleştirecek? Gönül verdiğim edebiyat adına size minnetttarım.

  • talha-gencer says:

    Sayın Berksan’ın tesbitleri genellikle doğru ama bence yeterli değil. Sonuçta bu bir roman, bir kurgu eseri , hiçbir biçimde belgesel bir niteliği yok. Zaten Elif Şafak’ta romanın sonunda bazı tarihi gerçekleri deforme ettiğini ve romanın akışına göre kurguladığını itiraf etmiş. Ona bakarsanız roman bir masal havasında gelişiyor ve birçok pasajı gerçeklikten çok uzak. Örneğin Topkapı sarayından Galata’ya fille nasıl gidilir? Fil Haliç’i sandalla mı geçecek? 10 günde bir taş köprü yapılabilir mi? Buna benzer daha pek çok abartmalar var. Bu bakımdan bilimsel ve tarihi gerçeklerden oldukça uzaklaşmış.

  • hayati-binler says:

    Öncelikle bir emek sarfedip romanı yazan yazara ve bu eseri okuyarak tenkit yazan Mehmet Beye teşekkür ediyorum. Kitabı henüz okumadım, sadece görüş yazısını okudum. Mehmet Beyin görüşlerine katılıyorum. “Üslubu beyan aynıyla insan” yahut “Uslub-u beyan aynıyla insan” darbı meselinden hareketle tenkit yazısı, mezkur kitapta geçen ve umulmadık/beklenilmeyen hatalardan dolayı meydana gelen sükut-u hayalin gayet tabii yansıması olmuş. Ama böylesi ifadelerden sonra aradan geçen zamanla üslup yumuşaması da olduğu çoğunlukla vakidir. Her neyse gelelim ana konuya:

    Mimar bir yazarın 3 sene araştırma yaptıktan sonra mezkur hataları yapmasını kınamıyorum. Eksik/kusur insanoğlu içindir. Dahası, hepimiz talebeyiz. Üniversitelerde hocalık da yapsak, bir tarafımız daima talebedir. Bu itibarla daim öğreniyoruz, öğrenmeye açıksak ve ihtiyaç duyuyorsak tabii. Yalnız memleketimizin henüz aşamadığı bir mesele var: Tarihini/Mimarisini adam gibi öğrenmek, öğrenmeye niyet etmek; başkalarından, yabancılardan değil kendi kaynaklarımızdan öğrenmek.

    Münevver-Aydın-Entelektüel dizisi bize Osmanlı-Cumhuriyet-Küresel Dönem sıralamasını akla getiriyor. Dili -sözümona- yabancı kelimelerden arındırmak gayretiyle aslında bir başka yabancılaşmaya götürerek daha da bozmak maalesef yapılmış ve yapılmakta olan mühim hatalardan. Bu da kültürel yozlaşmayı getirdiği gibi, kendi öz kültüründen uzaklaşmayı ve kültürüne yabancılaşmayı getiriyor. Özellikle ilgili alandaki bilinmesi ve kullanılması gereken ıstılahî kelimelerin her ne gerekçe olursa olsun modernize edilerek/uydurularak kullanılması; kültürün hele bir yazar tarafından bu şekilde yansıtılması, okuyucunun yanıltılmaması açısından fevkalade ehemmiyetli.

    Türkiye’de yalnızca mimari eğitiminde değil, birçok alanda bizi biz yapan kültürel birikimimiz ve medeniyet telakkisi yerine; çoğu tercüme, yabancı uzman/yazarların görüşleri âlâ-yı vâlâ ile anlatılır ve verilir. Mevcut ıstılahî kelama ecnebice namlar takılarak adeta o mânâ yüceltilir ve ulaşılmaz hale getirilir. Dahası bizde, şayet siz bir kelimenin yabancıcasını kullanmıyorsanız o konuyu bilmediğiniz sanılır, yahut konuşmacı/yazar öyle sandığı için kendisini kullanmak zorunda hisseder.

    Mimari eğitiminde talebelere verilen sanat tarihi, mimarlık tarihi, rölöve ve restorasyon derslerinin münderecatı ve usulü ile eski mimarimize dair lügatçenin doğru olarak oluşması ve imalata dair bilgilerin doğru biçimde oturması, mezuniyetten sonra belirli bir süre azimli bir çalışma/araştırma sürecine mütevakkıftır. Bu da işin teferruatına dair ayrı bir cihetidir.

    Çözüm: Kendi kültür ve medeniyet birikimimizi doğru ve güzel biçimde öğrenmek. Bizi biz yapan temel dinamiklerin neler olduğunu iyice incelemek/kavramak/çözümlemek. Terakkimizi temin ederken bu temel değerleri/birikimi bugüne irca etmeye çalışmak.

  • feriha-ozkan-er says:

    Mimar Sinan’ı temel alan ve 3 yıllık bir çalışmanın neticesi olduğu söylenen, üstelik de altında Elif Şafak’ın imzası bulunan bu romanda, sanat tarihi ve mimarlık konularında oldukça basit hatalarla karşılaşınca bunları kaleme almak gereği hissettim.

  • can-lafci says:

    Üslubun son derece yerinde olduğu kanaatindeyim. Bu kadar hataya sert eleştiri olmasın mı? Elinize sağlık.

  • omer-yilmaz says:

    Son cümleye kadar eh ama son cümle çok çirkin.

  • mehmet-berksan says:

    Sayın Bayar;
    Alaycı üslubumdan şikayet ederken, sizin de son cümlenizde kendinizce alaycı bir ifade kullanma çabanız gerçekten ilgi çekici. Yorum yazmadan önce zahmet edip önceden aşağıda yazılanları okusaydınız şu ifadelerimle karşılaşacaktınız: “Üslup konusunda başka eleştiriler de aldım. Buna hak verdiğimi söylemem lazım. Tekrar yazacak olsam aynı tespitleri daha soğukkanlı bir şekilde dile getirmeyi tercih ederdim.”
    Gelelim şu cümlenize: “O kadar detay hatalar açıkçası güzel olmuş” Bu cümleye ve yorumunuzdaki noktalama işaretlerine bakınca, Elif Şafak’ın eserini “Gayet edebi” bulmanızı hiç şaşırtıcı bulmuyorum.
    “Tarihi roman tarih kitabı değildir. Dolayısıyla mimarlık terminolojisine dair ufak hataları büyütmenin alemi yok” yollu eleştiriler sizden önce de defalarca, çok daha seviyeli şekillerde dile getirildi. Eğer Elif Şafak kitabın tanıtımı için kanal kanal dolaşırken “Fil kaybettiğimiz hafızaya gönderme yapan bir metafordur. Ben bu kitabı kaybettiğimiz tarih bilincini canlandırma adına yazdım. Yazarken de 3 yıl boyunca Osmanlı mimarlık tarihine dair okumadığım kitap bırakmadım. Hatta Gülru Necipoğlu’na bile danıştım. The Age Of Sinan başucu kitabım oldu” diye konuşmasaydı bu tezi savunanları o kadar boşa çıkarmamış olabilirdi.
    Anlaşılmayan bir diğer mesele şu: Ben kitabın edebi bir eleştirisini yapmıyorum. Amacımın kitaptaki mimari hataları dile getirmek olduğunu net bir şekilde dile getiriyorum. Yazımı da Radikal Kitap veya Cumhuriyet Kitap ekinde değil, bir mimarlık portali olan Arkitera’da yayınlıyorum. “Bu eser tarihi roman, tarih kitabı değil!” diye heyecanlanmadan önce, yazının edebi bir eleştiri değil, teknik bakış açısıyla ele alınmış bir metin olduğunu anlamak lazım. Yazdıklarım arasında esasen Elif Şafak’ın doğru olarak yazdığı, benim ise hatalı olarak “yanlış” diye ortaya koyduklarım varsa oturup konuşalım.
    Avrupa veya Amerika’da kitapları yüzbinler satan çok ünlü popüler bir yazar kalksa, diyelim ki Pasteur’ün hayatına odaklanan biyografik bir romanı müthiş bir reklam kampanyasının eşliğinde ve ünlü bir yayınevinden piyasaya çıksa; fakat kitap tıp terminolojisine ilişkin onlarca komik hata içerse; mesela pens yerine pense yazılsa, veya 1850’lerin Fransasında antibiyotiklerden bahsetse acaba ortam nasıl bir tepki verirdi merak ediyorum?

Bir yanıt yazın