Şehir için, ne yaptığınız kadar, nasıl ve ne amaçla yaptığınız da önemli... İstanbul için, ne yaptığınız kadar, ne yapmadığınız da önemli.
Türkiye’ye yayılmış olan geniş çaplı protestoların nedenlerinin, Gezi Parkı ve genel olarak kentselleşme sorunlarının ötesinde olduğu ortada. Yine de, olayların bir park alanının korunma çabasından başladığını hatırladığımızda, Ankara Hükümeti ve İstanbul Belediyesi tarafından seri halde ilan edilen, irili, ufaklı, tepeden inme yapılaşma projelerinin, özellikle agresif kentsel dönüşüm programlarının, bu tepkinin oluşmasında önemli bir katkısı olduğu gerçek.
2005’de Taşınmaz Varlıkların Yenilenmesi yasasınının kabulünden beri, Tarlabaşı’ndan Süleymaniye’ye, Sulukule’den Fener Mahallesi’ne küçüklü büyüklü dönüşüm projeleri, hükümet ve belediye tarafından yürütülen, soylulaştırma ve rant yaratma projelerine dönüştü. Özellikle düşük gelirli kent sakinleri evlerinden edildi, borca sokuldu. Altyapı projelerinin neredeyse tamamı, iyice tartışılmadan oldubittiye getirildi: Metro Köprüsü’nden Avrasya Tüneli’ne, Üçüncü Havaalanı’ndan –görünümünü ve duyarsız adını yeni öğrenebildiğimiz– Üçüncü Köprü’ye kadar, şehrin işleyişini ve ekolojisini temelden değiştiren projeler kamuoyunun içine sinmedi. Çamlıca’da, Beşiktaş’ta ve en son olarak da Taksim’de, kamusal alanların ve kentsel donatıların aşındırıldığı önerilerde, İstanbullular’dan görüşleri değil, projeleri sunuldukları şekilde hazmetmeleri istendi.
Şehre yeni eklenenler, kent hafızasında yer etmiş büyüklü küçüklü önemli çevreleri ve mekanları yerinden etti, ediyor. Emek Sineması’ndan kuzey ormanlarına, tarihi yarımada silüeti’nden İnci Pastanesi’ne, şehrin değerli varlıkları yok ediliyor ya da zedeleniyor. Halkın, sivil toplum örgütlerinin, mimarların, şehircilerin, peyzajcıların, kent ve sanat tarihçilerinin uyarıları, yerel ve uluslararası kurumların durdurma/erteleme önerileri, karmaşık ve bulanık idari pratikler içerisinde duyulmaz hale geliyor, dikkate alınmıyor.
Bütün bunlar, İstanbul’a akan küresel sermaye, pozitif ekonomik göstergeler ve de öncelikleri hatalı tespit edilmiş bir dünya kenti üretme projesinin yan etkileri ve sonuçları. Ayrıntıları belirsiz bu projenin uygulanması için, özellikle son zamanlarda, Ankara Hükümeti mi, İstanbul Belediyesi mi daha istekli, belli değil. Kusurlu da olsa İstanbul Gelişim Planı’nın ve Metropolitan Planlama Merkezi’nin ilk dönem önerilerinin zamanla işlevsizleştirilmesi; Karadeniz kıyısında yüksek yoğunluklu yapılaşma ve Kanal İstanbul önerilerinin genel seçimlerde reklam malzemesi haline getirilmesi, Ankara’nın artan hevesliliğinin işareti olarak algılanabilir. Gezi Parkı konusunda İstanbul Belediye’sinin görece suskunluğu ve çelişkili ifadeleri de bu şekilde yorumlanabilir. Yine de, dönüşüm ivmesini arttırma, hem ulusal hem de şehir yönetiminin ortak arzusu gibi görünüyor.
Fakat bu dünya şehri projesinin sorgulanması gerektiği ortada. Bu sorgulama İstanbul için nasıl bir gelecek istediğimizin ana hatlarını oluşturmamıza da yardım edecektir. Dünya şehri olma telaşı içerisinde, kenti “en büyük”, “en yüksek”, “en hızlı” projelerle bezeme tutkusu, İstanbul’a ve halkına derin zararlar veriyor. Oysa ki İstanbul’un biricik coğrafyası içinde, benzersiz bir dünya şehri olduğunun kabulü ile başlayan, hem kültürel hem de doğal varlıklarının akıllıca korunmasını hedefleyen bir politika yolunda atılacak adımlar, bu agresif ve süratli dönüştürme pratiklerinin yerini alabilir.
Bu alelacele dönüşümün kamuoyu tarafından nasıl karşılandığı sorusu üzerinde uzun uzadıya düşünmeliyiz. Doğrudur ki, özellikle son on yılda İstanbul’un büyümesi ve ekonomik genişlemesi baş döndürücü bir şekilde ilerlemiş ve konuttan ulaşıma ivedi çözümler üretilmesini gerektirmiştir. Şehrin topoğrafyası, -epey tahribe rağmen- tarihi yapıları ve de kentsel problemlerin ölçeği, dünyada örnek oluşturulabilecek birebir model sayısını kısıtlamıştır. Bu dönüşüm sürecinde toplu ulaşım sisteminin genişletilmesi gibi olumlu adımlar da atılmıştır. Fakat sunulan birçok çözümün yapay soylulaştırmaya, şehrin doğal kaynaklarının kaybına, kamusal alanların daraltılmasına yol açıyor olması ve son olarak da karar mekanizmalarında söz eksikliği, kamuda güven kaybına neden olmuştur.
Şehri oluşturan pratiklerle, şehrin formu arasındaki ilişki karmaşık bir konu. Şehir ve genel olarak mekan, uzun sürelerde büyük külfetlerle değişir. Pratikler, prosedürler ve bunlara bağlı anlaşmalar, kurallar, yükümlülükler ise görece daha esnek ve hızlı değişime açık olgulardır. Türkiye gibi dramatik politik, ekonomik ve sosyal değişimlerin sıklıkla yaşandığı bir ülkede ve özellikle İstanbul’da, şehrin kendine özgü zamanında, özellikle düşük gelirli şehir sakinleriyle barışık şekilde, tarihi ve coğrafyasıyla uyum içinde dönüşmesini sağlamaya çalışmak yerel yönetimlerin en önemli görevleri arasındadır. Bu tip bir yükümlülük, Ankara’nın yönetim önceliklerinden çok metropoliten önceliklerin öne çıkarılmasını ve ilçe yönetimlerinin gücünün ve kamusal katılımın artırılmasını gerektirir. Öneri, İstanbul gibi devasa bir şehrin genel bir program olmadan yönetilmesi ya da gerektiğinde büyük müdahalelere başvurulmasının engellenmesi anlamında anlaşılmamalı. Tersine, hem büyük hem küçük projelerde, ana kararları yönlendirebilecek esaslar tartışılmalı, belirlenmeli ve bunlara uyulmalı.
Başlangıç olarak, İstanbul’un büyük ölçekteki olmazsa olmaz unsurlarında anlaşılabilir mi? Bu unsurlar yapılaşmaya rehber olacak ilkeler halinde tanımlanabilir mi? Bu ilkelerin büyük bir gereklilik olmadıkça değişmeyeceği, saptırılmayacağı, sulandırılmayacağı konusunda halka güvence verilebilir mi? Tarihi silüetin, kuzey ormanlarının, vadilerin ve su kaynaklarının dokunulmazlığını formüle eden, kamu alanlarının yapılaşmaya açılmasını engelleyen, toplu taşım projelerinin önceliğini sabitleyen bir planlama ilkeleri paketi geniş olarak destek görmez mi? Son olarak, yenileştirme projelerinde –gerekirse önerilen projelerin önünün kesilmesi seçeneğini de içinde barındıran– göstermelik değil, gerçekçi ve uzun süreli anlaşma/pazarlık süreçlerini mümkün kılacak, katılımcı bir hukuksal çerçeve kurulabilir mi?
Bu öneriler şu anda içinde bulunduğumuz sermaye birikimi ve tepeden inmeci yönetim ortamında naiflik olarak görülebilir. Serbest sermaye sistemlerinde, Susan Fainstein’ın yeniden formüle ettiği, şehri oluşturan sosyal grupların eşitliği ilkesi üzerine kurulmuş mekansal ilişkilere dayalı adil şehir kavramının uygulanabilir olup olmadığı Engels’ten beri tartışılagelmiştir ve kavramı bütünüyle reddeden düşünürlerin sayısı azımsanamaz. Fakat tanımları gereği yapıcı ve etik ilkeleri içinde barındıran planlama ve kentsel tasarım disiplinlerinin içerisinden bakıldığında, plancının ve mimarın görevi, yetki alanları dahilinde ve en basit anlamda, kent kaynaklarının ve varlıklarının mümkün olduğunca adaletli olarak paylaşılmasını sağlamak değil mi? Halkın, demokrasinin sadece seçim sandığı olmadığını hatırladığı ve hatırlattığı bu günlerde, şehrin ve “şehir hakkı”nın da, kişisel haklar gibi, eğitim gibi, demokrasinin önemli dayanaklarından biri olduğunu, Gezi Parkı süreci ile başlamış tartışmanın bir parçası yapmalıyız. Plancının ve mimarın konumunu, yükümlerini ve disipliner yetkelerini gözden geçirmeli; mekansal tasarımın, sadece estetik değil, -kamusal ve özel- menfaat sahiplerinin haklarını gözeten, mekansal çözüm üretebilen, etik esaslar üzerine kurulu boyutlarını hatırlatmalıyız.
Andrey Tarkvosky’nin Kurban adlı filminde, filmin baş karakteri, ölümünden hemen sonra annesinin bakımsız bahçesine azimle müdahale ettiğini anlatır. Fazlasıyla uzamış otları, bitkileri sökmüş, yenileriyle değiştirmiş, kendi bildiğince güzelleştirmiştir. Temizlenip, annesinin ölmeden önce hep bahçesini izlediği koltuğa oturup, doğallığını kaybetmiş manikürlü bahçeye baktığında duyduğu tatminsizlik ve hata yapmışlık duygusu içinde annesinin kaybolan anısınına ağlamaya başlar.
Bilmiyorum idarecilerimiz ne düşünürler uçakları İstanbul’dan inip kalkarken gördükleri açık alan yoksunu, kiremit kırmızısı ve iyice grileşen şehir manzarası karşısında. Savunma olarak sunulan “hizmet ediyoruz” cümlesinin şehir bağlamında kısıtlarını tartışmak ve anlatmak gerekiyor ki şu kavransın: Şehir için, ne yaptığınız kadar, nasıl ve ne amaçla yaptığınız da önemli… İstanbul için, ne yaptığınız kadar, ne yapmadığınız da önemli.