Sakız’daki ikinci günümüze çoğunlukla Cenevizli aristokratların yerleşim yeri olmuş, Ada’nın zengin bölgesi Kampos’da yürüyüş yaparak başlıyorum. Havlamalar, ötüşler ve hatta anırmalar yoldaşım, yasemin kokularının yanında. Bahçe duvarlarının kızıllığı; Ada’da bol bulunan taşın, bu yörede farklı olduğunu gösteriyor. Eski ya da yeni oldukları ayırt edilemeyecek özende örülmüş duvarların devamlılığında, herbiri birbirinden çekici evler kıvrımlı yolun sürprizleri. Görebildiğim cephelerindeki ortaklıkları mermerli merdivenleri, sütunlarla desteklenmiş balkonları, kemer şeklinde söveli pencereleri ve heybetli kapıları. Her evin önünde asmayla tanımlı bir avlu, çakıl kaplı avluda da bir süs havuzu var. Bahçelerdeki meyve ağaçları yüklü; turunçgillerin yanına nar, incir ve bademler sığınmış.
Kampos
Duvar Detayları
Bu görkemli, ama bir o kadar da yalın evlerin yapılanış biçimlerinin Ada’daki ipek böceği yetiştiriciliği, sakız üretimi ve narenciye gibi tarımsal işlevlerle ilişkili olduğunu sezebiliyorum. Bahçe duvarları sadece mahremiyet için yükselmemişler; rüzgârdan, dondurucu soğuklardan ve tozlardan korumuşlar içeride üreyenleri. Toplanıp ahşap kutularda taşınan sakız damlaları serin odalarda saklanmalıymış. Sulamak için derin kuyular; suyu biriktirip kanallarla bahçeye yetiştirmek için büyük havuzlar gerekliymiş. Aynen geleneksel Bodrum evlerinde olduğu gibi.
Bodrum Sakız Evleri
Tam burada Sakız ile Bodrum arasında gözlemlediğim müştereklerden söz edebilirim. İlki yerel mimarileriyle ilgili; sokaklar, bahçeler ve evler hepsi Akdenizli. Özellikle yapı sistemleri ve ana yapım malzemeleri aynı olan yığma taş evlerin ortaklıkları çok. Ancak Bodrum sakız türü evler, Sakız’daki Ortaçağ köyleri’ndekilerden çok; Kambos bölgesi’ndekilerle benzerlik göstermekte. Bazı kaynaklara göre isimleri Sakızlı ustalarca yapılmış olmalarına; bazılarına göre ise Sakız’dan gelen tacirlerin oturmalarına bağlı olan Bodrum’un özgün kent dokusunun elemanları; zengin ailelerin yaşadığı büyükçe evler olmakla birlikte Sakız’dakilere göre çok daha küçük boyutta. İki bölgenin evlerinin ölçüleri farklı da olsa yapı ve boşluk oranları birbirine yakın. Ayrıca yalın cepheler üzerindeki abartısız süslemeler de benzer. Her ikisinde de söveler, köşe taşları ve çatı saçaklarının yapıyla birleştiği yerlerde kornişler var. Bir de geniş cephedeki bahçeye bakan cumba şeklindeki küçük balkonlar. Anneannemin biz çocuklara soğuk kış gecelerinde çekme helva yaptığı o muhteşem mekan ve gizemli sohbetleri düşüyor aklıma.
İki yerin bir diğer ortaklığı da geçmişlerinde entellektüellerin sevdiği mekanlar olmaları. Tarih boyunca güçlü uygarlıkları barındırmış yerleşimlerden geçen ya da buradan beslenen ustaların çok olması doğal. Sakız’da bu ünlülerin büstlerinin bulunduğu parka maalesef biz gidemedik. Ayrıca Homeros’un etrafına toplayarak öğrencilerine ders verdiğine inanılan taşa da dokunamadım bir öğretmen çocuğu olarak.
Gidemediğim bir diğer yer de, üst katı müze ve galeri olan Korais kütüphanesi. Adamandios Korais de Bodrum’un en Halikarnaslısı gibi, ismi Sakız ile bütünleşmiş bir yazar. Neyse ki özel Bodrum Deniz Müzesi’nde Balıkçı’ya ayrılmış bir köşeciğin yanında ismini sonradan verdiğimiz ve Sakız’daki ile aynı denize bakan Cevat Şakir Halk Kütüphanemiz var.
Kambos bölgesi’nde yürüyüşüm tahminimden uzun sürüyor. Oysa yoğun bir program daha bizi beklediğinden hemen dönmeliyim. Akşamdan günümüzü Ada’nın ismini aldığı sakız ağaçlarını daha yakından görecek şekilde programlamıştık. Ama öncesinde mimar bir arkadaşımın önerdiği Sakız Müzesi’ni gezmek gerek. Ada’da bunun dışında Bizans, Jüstinyen, Denizcilik, Tıp, Nareciye müzesi gibi küçük de olsa değişik temalı müzeler bulunmakta. Hangi birine gitmeli ki? Oysa buradan sonra gideceğim Türkiye’nin belki de en popüler turizm kenti olan Bodrum’da “çocuklarımı hangi farklı müzeye götürsem” diye bir seçeneğim yok. Memleketimde halen bir etnoğrafya müzesi bile kurulamamışken koca Bodrum Kalesi’nin kuşkulu geleceği tartışılıyor bugünlerde.
“Ne utanç” diye, suçlulukla karışık kızgınlığımla boğuşurken biz de aşağıdan gördüğümüzde çok heyecanlandığımız Sakız Müzesi’nin kapısından dönüyoruz. Çalışma saatlerinin dışında olduğumuz için bu çağdaş yapının sadece güzel manzarasına eşlik edebiliyor; ancak barındırdığı ruhunu yaşayamıyoruz. Yine de tepenin içine gömülerek arazisiyle uyumla bütünleştiğini ve geniş çatısının gölgesindeki büyük cam yüzeylerinin sayesinde bahçesiyle iç içe olduğunu fark ediyoruz.
Pirgi’ye yöneldiğimizde müzenin bulunduğu yerden ne kadar bol olduğu görülen ve kokuları arabamızın içine kadar dolan sakız ağaçlarını yakından inceleyebiliyoruz. Tam da hasat mevsiminin başında oradaymışız. O yüzden sakızın toplanmasını kolaylaştırmak için altlarındaki toprağa serilmiş kireçler henüz tertemiz. Ürün vermesi için en az yüz yılını dolduran bu yaşlı ağaçların biraradalıkları sanki bir düğün yerindeymişim gibi coşkulu bir duygu veriyor bana. Basit bodur çalılar, beyaz etekler giymiş körpe köy kızlarına dönüşüyor gözümde.
Sakız Müzesi
Belki de aklımızda kalacak en etkili anı bu olacak. Sakız ağaçlarının eğilerek altına girişimiz, gövdelerindeki çizikleri okşadığımız, elimize yapışmasına aldırmadan küçük bir parçayı dişlerimizin arasına aldığımız an. Nakış nakış işlenip damla damla beklenen bu emeğin bir koruyucusu var Ada’da; Sakız Üreticileri Birliği. Onların varlığı, hem ağaçların, daha çok da onları diken, büyüten ve üreten yerlilerin geleceğini garantiliyor. Eski yapılar da böyle değil midir? Onlara bakan, onaran ve asıl sahiplenenlere ihtiyaçları vardır. Sadece onları yenilemek yetmez; içlerindeki yaşamların sürmesi gerekir.
İşte böylesi evlerin olduğu köyleri keşfetmeye dönüyoruz yeniden. Herkesin sakın görmeden gelme dedikleri Pirgi’ye yöneliyoruz. Gerçekten ilginç bir yerleşim olan bu köye de araçla girilmiyor. Sokaklara taşmış renkli hediyelikler bizi hemen içerilere alıyor. İlk bakışta cephelerdeki iki boyutlu desenlerin pek de değeri yokmuş gibi geliyor. Ama bu birlikteliğin bir rast gelişten ibaret olmadığını dikkatle incelediğimde görebiliyorum. Duvarlardaki bu dokuların sadece bir sıva işçiliği değil; bunun üstünde sabırla yoğrulmuş bir sanat ürünü olduğunu düşünüyorum.
Mimari dildeki bütünlüğü sağlayan tek şey nakışlı yüzeyler değil Pirgi’de. Evlerin bir diğer önemli niteliği de, altları bile bezenmiş sokaklara bakan balkonları. Siyah beyaz dokuların üzerine asılmış domates kuruları, evlerin kırmızı gerdanlıkları adeta. Diğer köylerde de gördüğümüz sokaklardaki kemerli geçişler, Mağusa Surları içindekileri hatırlatıyor. Komşuluk ilişkilerinin sürdüğü belli, evlerinin önünde dizdize yakınlıkta oturanların aynı topraklardan gelmiş olduğumuzu hatırlatan içten tebessümlerini yanımıza alarak yürüyoruz.
Pirgi
Kentin dışından hiç fark etmediğimiz kalabalığı, ortasında büyük bir kilisenin de olduğu meydanda görünce şaşırıyoruz. Sanki o daracık sokaklar, küçük birer nehir gibi akmış da biriktirmiş insanları burada. Ada’da en çok içilenler olan frape ve limonataların kokuları birbirine karışmış. Son olarak meydandan daracık bir geçişle Bizans dönemine ait mozaik kubbeli Ayon Apostolon Kilisesi’ni görerek taçlandırıyoruz Pirgi gezimizi.
Sakız’ın gezilecek yerlerinden olmazsa olmazlar içinde bulunan başka bir köyüne yöneliyoruz. Mesta da, korunma amaçlı yapılanmış bir köy. Kapıları kilitlenince kale gibi olanlardan. Kapalılık hissini yaşadığım sokaklar boyunca Mesta, biraz donuk geliyor bana. Köyün ortasında meydanlaşan yerde bir kilise var. Saat kuleli yapının beyaz renkli kubbeleri ve büyüklüğü endamını artırıyor. Buradaki yapı cephelerinde Anavatos’ta da gördüğüm üçleme şeklindeki kemerler dikkatimi çekiyor. Bu küçük çıkmaların yarattığı gölgeler, sade cephelerdeki sönük izler.
Mesta
Aslında her biri açık hava müzesi gibi olan tüm bu köylerin birçok ortaklıkları var. Ölçekleri, insan ölçeğiyle ilgili net bir algı sağlıyor. Köylerdeki mimari eserlerin büyük bir çoğunluğu ne yazık ki 19. yüzyıldaki depremde zarar görmüş olsa bile çok iyi korunmuş durumdalar. Yanyana olan evler, kol kola sıralanmış askerler gibi kentlerin surları olmuş. Kendilerini dışa kapamışlar. Bir araya gelişleri de şaşırtmalı bir labirent düzeninde. Çok renkli değiller, ciddi bir duruşları var. Ya taş duvarları olduğu gibi yalın bırakılmış, ya da Akdeniz’in bildiğimiz beyazına bürünmüş. Bazıları ise çivit mavisi sövelerle renklenmiş. Ama en soluğunda bile bir incelik var, sahibinin yüreğinden çıkmış bir dokunuş. Pencere önündeki seramik saksıda bir fesleğen ya da pembe açmış sardunya, kapının boyunu aşmış bir kaktüs, çardaklardan sarkan su kabakları, kurutulmuş sebze dizileri. Hiç olmadı yeni badanalandığı belli olan sakız gibi merdivenlerdeki canayakın çiroz sarmanlar, tekirler…
Ada’dan ayrılmadan serin sularına dalacağımıza söz vermiştik birbirimize. O yüzden Mesta’dan sonra güney kıyısına doğru yöneliyoruz. Volkanik patlamalar nedeniyle siyah çakıl taşlarıyla kaplı olmasından dolayı bizi heyecanlandıran Mavra Volia’yı seçiyoruz tuzunu hissetmek için. Buraya gelmeden önce Emborios’taki küçük tavernada Ayhan Sicimoğlu’nun “hastası” olduğu meşhur ahtopot ızgarayı tadıyoruz, yanında uzo yerine yerel bira Chios’u tercih ederek.
Mavra Volia, Ada’daki birçok temiz ve sakin plaj arasında en ünlü olanı. Kayalıkların koyuluğu mu düşmüş denize, yoksa bu güzel gece mavisi kendi içinden mi geliyor? Suya atlayıp kıyıda ayağımızı acıtan taşların karalığına bakıyoruz uzunca yüzdüğümüz süre boyunca. Sonra bu iri taşlar, oyuncağımız oluyor ailecek. Üst üste koyup köylerde gördüklerimiz gibi kuleler yapabilmek için saatlerce uğraşmak hepimizin bir başka ortak anısı oluyor Sakız’dan.
Doğal yapısıyla gerçekten büyüleyici olan plaj, diğerleri gibi halka açık. Plajdaki tek yapısallar, soyunma kabinleri ve gerideki küçük büfe. Yaşadığım yer Kuzey Kıbrıs’ta denizlerin nasıl kirletildiği ve tüm kıyıların nasıl parsellendiğini düşünüyorum. Belli başlı şahıslar tarafından işletilen yerlerden hepimize ait sulara girebilmek için yüksek giriş ücretleri talep ediliyor. Belediyeler de bakımlarını bile tam olarak sağlayamadıkları kısıtlı plajlarıyla övünüyorlar.
Dönüşümüzde sabah yürüyerek geçtiğim ve avlularını görebilmek için uğraştığım evlerin arasındayız. Yol üzerinde durmuş araçların çokluğundan, burada özel bir yer olduğunu düşünüyoruz. Sanırım burası Eleni’nin bahsettiği “Citrus Müzesi’”. Sakız’daki tarımsal yaşamın izlerini bulabileceğiniz büyük bahçe ve içindeki taş ev, ilgi çekici bir merkeze dönüştürülmüş. Hem yerel ürünlerin satıldığı hem de ikram edildiği yerin keyfini çıkaranların arasına katılıyoruz. Sunulan ürünler bilmediğimiz şeyler değil belki, ama sunumları o kadar özenli ki. Sevdiklerimize taşımak üzere birkaçından alıyoruz. Citrus’ta geçirdiğimiz zaman boyunca “ileride belki bizim Bodrum’daki bahçe de böyle özel bir mekâna dönüşür, ailemizin gençleri bunu başarabilir” inancını koyuyorum düşlerimi biriktirdiğim köşeme.
Yoğun geçirdiğimiz ikinci günümüz de biterken Kent merkezi’nin akşamını bu sefer yaşamak istiyoruz. Daha tecrübeli olduğumuzdan limana gelmeden parkedip uzun kordon boyunca yürüyoruz. Kent hemen arkasındaki sert sırta doğru tırmanıyor. Ama hareket, kıyı boyuna peşi sıra yerleşmiş kafe ve restorantlarda. Neredeyse hiç aralıksız dizilmiş mekanlar tıklım tıklım, yeme içme burada da bol ve uygun.
Yayalara ayrılmış caddeden içerilere girince kentin göbeğindeki yeşil alan olan parkı görüyoruz. Ada’da yaklaşık 350 yıl kalmış Osmanlı’dan kalma camii, hamam, çeşme gibi önemli tarihi yapılar da yakın çevrede. Ama akşam olduğundan biz sadece önlerinden geçip Sakız’ın yerel ürünlerinin satıldığı butik dükkanlara dalıyoruz. Bizim gibi Türk turist sayısının çokluğu da bu mekanlarda net olarak görülüyor. Ada’nın flora çeşitliliğinin kanıtı olan sakız, zeytin, incir, badem ve hatta cevizli yiyecek, içecek ve bakım ürünleri bolca var. Bu zenginliğin değişik koku ve tatlarını deneyerek satın alıyoruz.
Son gecemizde evimiz gibi benimsediğimiz otelimizin bahçesinde keyifle sohbet ediyoruz ailecek. Ve anlıyoruz ki hepimiz unutulmayacak birçok anıyı dizmişiz belleğimize. Ortak kararımız, Sakız’ın iki günden çoğunu hak etmesi! Güneyi, Kuzeyi ve Batısı, bir de merkezi için birer ayrı gün gerekli. O yüzden buraya yeniden geleceğimiz sözünü veriyoruz birbirimize. Hem de laladeslerin tarlalarda açıp mis gibi koktuğu bahar aylarında. Umarız kendimize bu kadar yakın hissettiğimiz ağırbaşlı Adamız’ı yine böyle buluruz. Sadece her biri kendi döneminin masal anlatıcısı olan yapılarını değil; yazmaya çalıştığım tüm zarifliklerini korur kararlılıkla.
Artık güz mevsiminin serinliğini hissettiğimiz ertesi günün sabahında bu nakışlı Ada’yı Sakızlılara bırakıyoruz ruhumuza yüklediğimiz tüm sakinliğiyle. Ama siz mutlaka gidin yaz bitmeden. Sakız’daki ağaçlar, evler, sokak ve köylerle yüreğinizdeki güzellikleri biraz daha işlemek, bize olduğu gibi size de iyi gelecektir.
Kaynak:
Ağaçlar, Evler, Sokak ve Köyleriyle Nakışlı Bir Ada: Sakız-Bölüm I