Akademi ve İstanbul’un Masumiyeti: Var Olma ve Yok Olmalar Arasında

Kuzeyde bu yıl yeni bir hazırlık sınıfına başladım. Etrafımızı çeviren doğa stüdyosunun kapısından sanki usulca içeri girdim, gözüme ilk ilişen masaya oturdum. Olanı biteni daha dikkatle ve daha yakından gözlemeye hazırdım.

Doğada yeni bir dönem bitiyordu, ya da önümüze yepyeni bir dönem açılıyordu. Çatırdamalar ve çözülmeler başladı. Ve devamı geldi.

Kırılma sesleri arasında buz parçalarının körfezde oradan oraya giderek erimeleri, etraf sakinleştikten sonra etrafımızda uyanan doğa, bütün gücünü toplayıp birkaç hafta içinde fışkırdığı anlar, ilkbaharın keskin ışıkları ile parlayan renkler, uzun uzun gölgeler, önümüzde her yeri kaplayan sazlıkların düşey çizgileri, sanki hiç bir şey olmamış gibi geçen kış devrildikleri yerden tekrar gururla ayağa kalkışları, dikilişleri ve yavaş yavaş kendi mekanlarını yeniden omuz omuza yaratmaları, yeniden başlayan ışık ve gölge oyunları, bütün bunların arasında tam bir nüanslar zincirlemesi olan zaman, değişen renkleriyle denizin suyu, yaz evinin biraz ilerisinde açık denize bizi götüren kanal, kanalın labirentleri, hüzünlü renkleri ile sonunda yine kapımıza dayanan sonbahar, yine suyun üzerindeki artık sonu gelmiş buraların sembolü akzambaklar, yine yükselecek, daha sonra taşkına dönüşecek ve ön bahçenin yarısını kaplayacak kanalın telaşı, yine hemen önündeki kanalı her türlü halleriyle bekleyen çizgileri, sazlar, boyun bükmeler, biribirlerine sarılmalar, soğuklar öncesi karmaşık telaşlar, yepyeni bir mekana dönüşecek ön bahçe ve sonra yine kış, önce beyaz arkasından buz ve boydan boya bütün kıyılarda kalkan sınırlar, gazetelerde yayınlanan buz haritaları, buzun üzerinde korkmadan gezilen güven uçsuz bucaksız kıyılar, yükseltiler, alçaltılar, buzlarda yaşanan anlar ve yine çözülme anı ve yine tekrar biribiri ardına diğerleri… 

Bazen kısa, bazen uzun günlerin, gecelerin arasında, etrafımızda durmadan dönen bu çemberin içinde, geçtiğimiz hafta bir kaç gün için Fincesi kesä mökki denilen yerde, yani bizim yaz evindeydik. Bir fırtına, bir kıyamet, bir yağmur derken, bir de bu gürültüde binalarını güçlendirilme ile ilgili başı dertte olan, bizim bir zamanlar mekanlarını doyasıya yaşadığımız akademiden sosyal medyaya yayılan bazı haberler, moloz yığınları, yeni yazılar ve resimler geliyordu. Kısacası bizim okul, sanatın ve mimarlığın tasarımını öğrendiğimiz okul, hücra bir köşede, Baltık denizinin önü sazlarla kaplı bir körfezinde yine kuzeyi buldu. Neredeyse elimden tuttuğu gibi beni tekrar o tanıdık mekanlarının içine attı. Herkes yine yıllar sonra sanki eksiksiz oradaydı. Resimlere yansıyan mekanlar da aynen eskisi gibiydi. “Aman Efem” leriyle ünlü hep dik yürüyen, hep dimdik oturan, “Babanızda mı mimardı kuzum”, “Aferin efendim”, “Baca efendim baca” ve bir sürü deyişleri ile, tashihe gelen öğrencinin kağıdının bir kenarına çizdiği sineği gerçekmiş gibi eliyle kovalayışı, kısacası dilden dile unutulmaz hikayeleriyle akademililerin hep hatırladığı, bu binayı geleceğine tasarlayan Sedat Hoca, efsanevi çaycımız Ahmet Amcamız, unutamadığımız Mutlu Ablamız, onun arkasından sevgili Zühremiz, ve tabii ki adeta bizlere kalbini çıkarıp veren Muammer Hocamız ve diğer bütün hocalarımız, mimarlarımız, sanatçılarımız, öğrenciler, gençler yaşlılar, yeniler eskiler ve mekanlar, eski mekanlar yeni mekanlar, eski kolonlar, yeni kalınlaştırılmış kolonlar… 

Köşe oturmasından dışarı baktım. Bu defa sonbahar gelmişti. Doğa yine bütün renkleri ve yepyeni imajı ile karşımızdaydı. Masanın üzerinde açık bilgisayarın sayfasında bir yerde üst üste akademi imajları ve daha önce çektiğim doğa imajları vardı. Bütün bu her yanımızı, etrafımızı saran doğa ile o sırada bize hem çok uzak hem de çok yakın olan üzerinde tartıştığımız mimarlık bir anlamda karşı karşıya, yüz yüze geliyordu. Sanki aniden biribirleriyle bir sohbete başladılar. Çok geçmeden anladım ki sadece konuşan doğaydı etrafımızdaki. Mimarlıktan uzun süre çıt yoktu, adeta sesi kesilmişti. Sohbetin bir anını yakaladım. Yağmur başlamıştı, yağmurun sesi kapıdan geldi. Doğa diyordu ki “Ben doğarım, yok olurum, tekrar doğarım, tekrar yok olurum. Yani kısacası hep yok olurum ve hep doğarım. Gecelerim gündüzlerim vardır her biri farklı. Gölgelerim vardır her biri farklı. Hiç bir anı, diğer anına ummayan anlarım vardır. Hiç bir köşesi, hiç bir köşeme uymaz yerlerim vardır. Ama benim sonum olmaz. Hep ama hep yeniden doğarım, tekrar tekrar yok olduktan sonra. Hergün doğarım… ”

Mimarlık suskundu. Önümde açık bilgisayarın monitöründeki eski akademi imajları hala bir bir geliyordu. Bu sözlerle yan yanaydı. Tekrar gelenlere baktım. Üç tanesi arka arkaya sıralandı. Akademinin ilk restore edilen bölümü. İşte orta hol. Şimdiki Rektörlük tarafı. Yıl 1953. Bir Osmanlı sarayından, bir akademiye döndürülen akademinin ilk akademililik hali. Kimseler yok. Bembeyaz. Yerler mermerden. Üstünde yıllarca kimbilir kimlerin yürüdüğü mermerden. Onları saran yanyana, uzun uzun kolonlar ve sanki yüzlercesi arka arkaya gelmiş gibi kirişler ve derinlik ve derinlik, sanki biribiri ardına açılan perdeler, açılmayı bekleyen perdeler. Herşey bugün gibi, o günde.1953 yılında da suskun… Hemen arkasından çok daha sonraları bu orta holde sergilenen 1981 yıla tarihlenen Yeni Eğilimler sergisindeki işler. 

Yine kimse yok. Yazılar geçiyor resimlerin yanından ama etraf suskun ve yine pek fazla ses de yok. Ve işte 1970 lerden başka bir kare, başka bir başyapıttan efsanevi bir köşe geliyor. Bir ışık oyunu, bir ışık filitresi yaratılmış. Dış boşluktan gelen ışığı heyecanla, hep birlikte söz birliği etmişcesine içeri davet eden yüzlerce cam tuğlalı şeffaf duvar. Her çizilen çizgisi ile yapılan modernist bir yapının, modernist bir merdiveninden detay… Bir geleneksel sarayın yeni dünyaya açılan cesaretli iç dünyası. İmajın yanındaki yazıdan bölümleri, başlığı ile yazmalıyım. Diğer önceki iki imajda da adeta ilk yapıldığı andan bu güne değişmelerle ve son olanlarla oradaki acıklı dramı, ne yazıktır ki Sedad hocaya kendi kurumunun yaptığını özetleyen Aykut Köksal burada şöyle diyor. “BİR VİRTUOZİTE ÖRNEĞİ… Akademi’nin karşıt devinimle yükselen merdivenleri iç mekanı ışığa boğan aydınlıklarla çevriliydi… ” Ve bu mekanın bozulmasından ve oradaki kapatmalardan söz ediyor. Sonu ise dramatik. Sedad Bey’in tüm virtuozitesini yansıtan ve bize mimarlığı öğreten bu mimarlık artık yok…” İmajın altında oradaki sohbette de sözü edildiği gibi gerçekten de hocanın tasarladığı bir eğitim kurumunda, “bir mimarlık okulunda alınamayan derslerden biri” bu. 

Doğa etrafımızda uçuşan yaprakları ile söyleyeceğini söylerken, ben mimarlık susmuş sanarken aslında suskun yazıların belki de susarken olanca gücü ile haykıran satırlarını, imajlarıyla konuştuğunu, olanca gücü ile haykırdığını yani kısacası mimarlığın konuştuğunu, eski akademinin konuştuğunu fark ediyorum. Ve bu arada Doğa ile mimarlığın bazı tarafları ile biribirlerine benzediklerini de anlıyorum. 

Doğa yok olma ile tekrar var olmalara ve tekrar doğmalara kadar giden nüanslarla aslında doğayı tasarlıyor. Yok olanlar, daha da güçlü bir şekilde doğuyor, dünyaya geliyor. Belki yaşamın özü gibi. Sanki herşey doğumu bekliyor. Her şeyin bir seremonisi var, doğanın bir köşesinde. Doğa adeta seremonilerin dünyası. Bu seremonilerin her biri, her anı ile, her ölçeği ile muhteşem. Böyle bir mimarlık yaratılabilir mi ! Yaratılmamış… Yaratılamamış… Doğa bir başka… Kimbilir milyonlarca kez denenmiş, doğa soyutlanmış ama en azından ondan, yani doğadan öğrenilmiş, detaylarından öğrenilmiş çoğu kişinin, çoğu tasarımcının yaptığı gibi. Doğa kuşkusuz en büyük bir tasarım. Ama bir şey de var ki, mimarlık da tekrar tekrar doğuyor. Işte şimdi karşımda duran akademinin özeti olan üç, dört resim gibi. Yok ama var. Yok olabilir, bozulabilir, yıkılabilir, farklılaştırılabilir ama tekrar önümüzde her şeyi ile, fiziksel olarak bire bir, şimdi olmasa da. Son olarak sahneye sahneye gelen başka bir görüntü geliyor. Adeta bunlara ilave… Şah ve mat… Akademideki bir boykot anındaki merdiven başı sohbeti, seriyi tamamlıyor. O bizi taa aşağılardan alıp soluklu, uzun kıvrılışı ile konferans salonunun sahneye yakın kapısına taşıyan, aşağıdaki mermerlerden başlayan merdivenin ilk geniş basamakları. Basit, iki kelime ve bir cümle yazılmış. ‘Mekanın ruhu… Akademi merdivenleri basit bir strüktürden mi ibaret?’ Bunu da yazan Derya Nüket Özer. Altında da bir link var: http://www.mimarlikmuzesi.org/Gallery/DisplayPhoto.aspx?ID=29&DetailID=1&ExhibitionID=11Başlığı da şu. Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci işgâli sırasında yapılan bir toplantı. Akademi müdürü Hüseyin Gezer topluluğa konuşma yapıyor, 1968. Yıllar öncesinden tanıdıklar yine orada bu resimde. Bazıları var, bazıları yok ama hepsi var. (Hüseyin Gezer (1), Şadi Çalık (2), Emin Barın (3), Mustafa Cezzar (4) ve diğerleri). Özer’ın bu imajı ile yanındaki bağlantısı ve de Köksal’ın sıraldığı, önceki üç dört eski resim sanki her şeyin üzerinden atlıyor. Yani kısacası mimarlık, yani o anda mimarlık olan akademi ve onun mekanları tekrar doğuyor. Bugüne geliyor.

 

Bütün bunların ışığında yukarılardan Akademiye doğru tekrar bakarken aslında o kolonların, o mekanların, o boşlukların masumiyetini düşünüyor insan. Akademi de masum, masumdu İstanbul gibi diyorum. Yıkılıyor, yapılıyor, tekrar yıkılıyor tekrar yapılıyordu bir çok köşesinde her ne nedenle olursa olsun, yani her gün gecelerinin, gündüzlerinin, karanlıklarının aydınlıklarının değiştirilemez temposunda doğanın yok oluşu ve tekrar tekrar oraya çıkışı gibi. Akademi de bizim Eskiz kent İstanbuldan alacağını alıyor. https://www.arkitera.com/gorus/index/detay/205 Akademinin de adeta bir mabet, sanat ve mimarlık adına, kültürümüz adına, İstanbul’un nirhengi taşlarından biri olduğu unutuluyor. 

Ama o merdiven başında olduğu gibi “Mekanın Ruhu”, hiç yok olmayacak bir varolma. Ne değişirse değişsin. Ve tabii bütün bu olanlar böyle bir mekana, mekanlara yapılacak müdahalelerin ne kadar hassas ve ne kadar önemli ve ne kadar da ciddi olduğunu da bize hatırlatıyor.

Tekrar kuzeye dönüyorum. Şimdi komşumuz Maisa ile küçük oğlu Eino geldiler. Eino bazen orada olduğumuzda bize gelip oynamayı seviyor. Dört yaşında. Zaten bizim ufaklık Toivo Işık ile Eino’nun ablası, ondan birkaç yaş daha büyük olan Minea ben bunları yazarken etrafımda oynayıp duruyor. Onlar bizim yaz evi komşumuz. Daha sonra geçen yıl tamamladıkları, biraz ilerideki iki katlı evlerine yeni ekledikleri teraslarını gösteriyorlar ve oradan yine kanal boyuna gidiyoruz. Bizim kanalın hala gururla ayakta duran, sanki babadan oğula geçen sazları ve güçlerini kaybetmesi öncesi son showlarının provalarında. Hepsi iç içe girmişler. Hala omuz omuzalar. Karmaşık gibi gözüken ama bu karışıklıkta kendi kuralları da koyan çizgilerle bir anlamda bütün kıyı da çalınan bir caz melodisi var sanki. Uzakta kalan yine bir öbek akzambak, Maisa’ların iskelesinin ilerisinde, son anlarındaki müthiş estetik bir birliktelik içinde pozlarını veriyor bütün kanal boyunca olduğu gibi. Etrafımızdaki dünya sararmış. Arkamda her yana yayılan ıslanmış yaprakların hüzünlü gözüken ama parlak sarıları, kahverenkleri, bejleri her yanı sarmış. Yine doğa yok olma ile olmama arasında bir yerde kendi izlerini bırakıyordu çok soğuklar öncesi… Bütün masumiyeti ile İstanbulun masumiyeti, akademinin masumiyeti gibi… Biraz da etrafa, sonbaharla hüzün de çöküyor derin, katman katman renkler ile.

* Akademinin eski halini gösteren Aykut Köksal’ın yayınladığı üç imaj, kendisi tarafından Akademi arşivinden alınmıştır. Akademinin yeni bölümünden olan fotoğraf ise Aykut Köksal tarafından çekilmiştir.

** Doğa imajları makaleyi kaleme alan Yanar’ın arşivinden alınmıştır.

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın