5-7 Ekim tarihleri arasında düzenlenen Kayseri Mimarlık Festivali için hazırlanan konuşmaya dayanan bu yazı ülkemizin “imar faciasının” nedenlerine ilişkin bir bakış açısı sunmayı hedefliyor.
Değerli katılımcılara ve bu toplantıyı düzenleyen Kayseri Mimarlar Odası’na, festivalin küratörlüğünü üstlenen Sevgili Kerem Piker’e ve danışma kurulu üyelerine teşekkür ederek başlamak istiyorum. Bu oturumda benimle birlikte yer alan mesleğimizin efsane isimlerinden Sayın Yiğit Gülöksüz’e de burada bulunduğu için ayrıca teşekkür etmek isterim.
Depremden sonra kurulan Ortak Akıl-Antakya Platformu’nun bir temsilcisi olarak aranızdayım. Platform olarak kuruluş hikayemizi, hedeflerimizi ve bugüne kadar yaptıklarımızı özetleyeceğim. Ardından Türkiye’nin imar felaketi olarak adlandırdığım hepimizin ortak meselesine ilişkin bir tartışma açmayı hedefliyorum. Odağımızdaki şehir Antakya olsa da daha genel bağlamda şehirlerimizin imar süreçlerine dair temel sorunumuzu tespit etmeye çalışacağım.
Şehirlerimizin sunduğu genel manzaranın bizi memnun etmediğini sosyal medyada karşılaştığımız siyah beyaz eski şehir fotoğraflarının giderek daha çok rağbet görmesinden anlamak mümkün. Sadece gün yüzü görmemiş bu eski fotoğrafları paylaşan sosyal medya hesapları var. Bugün geçmişe oranla daha konforlu bir hayat yaşıyoruz belki ama memnun değiliz. Ve tabii bir de bu daha “konforlu” hayatı da elimizden alan afetler var. 6 ve 20 Şubat tarihli depremler bize acı bir gerçeği bir kere daha hatırlattı: genel görünümlerinden memnun olmadığımız şehirlerimiz aynı zamanda güvenli de değil. Ortada büyük bir yanlış var ama sorun tam olarak nerede? Bu konuşmanın ortaya koyacağı temel soru bu olacak.
Kuşkusuz derli toplu bir cevap arıyorsak bir değil birden çok sorunu burada zikretmemiz gerekir:
1- Güvensiz ekonomik şartlarda gayrimenkulün ana birikim modellerinden biri olarak kabul edilmesi.
2. Düşük ve düzensiz finansman. Tarihin her döneminde inşaat pahalı ve verimliliği düşük bir iş oldu, mevcut eğilimler devam ettiği sürece öyle de kalacak. İnşaatın düzenli olarak finanse edilmesi gerekirken biz bu işten akıl almaz karlar elde etmeyi hayal ediyoruz.
3. İlk iki nedene de bağlı olarak ülkenin inşaat sektöründe aktörlerin eğitim, bilinç ve organizasyon kabiliyetinin düşüklüğü.
4. Her konuşmanın başında 10 bin yıllık geçmişten bahsedilmesine rağmen Anadolu’daki sivil mimarlık kültürünün son derece zayıf olması. Bu problemin basit cevabı atalarımızın göçebe olması değil, atalarımız göçebe değil, biz çok uzun süredir yerleşik hayata geçmiş bir halkın veya halkların çocuklarıyız. 9.-11. yy. arası Britanya destanları ile aynı dönemin Anadolu destanlarına bakarsanız arada büyük bir benzerlik olduğunu, yerleşik şehirlilerle savaşçı akınları ile gelenlerin kaynaşarak ortak yeni bir yerleşik kültürü oluşturduklarını görürsünüz. Bu notu düşerek çok daha uzun bir tartışmayı gerektiren bu parantezi kapatıyorum.
Bu sorunların bir kısmı mimarlık ve mühendislik mesleklerinin sorumluluk alanı dışındaki faktörlere bağlı. Ancak birkaç cümle içinde özetlediğim bu devasa sorunların dışında doğrudan imar süreçlerinin merkezinde duran ve bence problemin merkezinde olduğu halde çok az konuştuğumuz bir sorunumuz daha var: imar kararlarımızın açık ve şeffaf karar süreçleri ile belirlenmiyor olması. Bu noktaya döneceğim.
Çevresinde dolaşacağımız ana sorunu, meseleyi, problem, nasıl tarif ediyorsak o soru cümlesini ortaya koyduktan sonra başa dönelim, Ortak Akıl-Antakya Platformu’nun hikayesi ile başlayalım.
Platformu kuran ekip 6 Şubat depreminden sonra ilk başta çekirdek ekiple Ece, Murat ve Emre Bey’in öncülüğünde bir araya geldik. İlk toplantılarımız o günün koşullarında Zoom üzerinde gerçekleşti ve kısa sürede sayımız yüzleri geçti.
Aynı ekiple 7 Nisan’da Antakya’yı ziyaret ettik. 7 Nisan’daki Antakya ziyareti önceden planlanmamış bir çalıştaya dönüştü. Orada biz esas niyetimizi beyan ederken sivil toplum örgütleri ve yerel halktan değerli katılımcılar da taleplerini ve görüşlerini bildirdiler.
Sonra daha geniş bir grup olarak İstanbul’da 16 Mayıs’ta bir araya geldik. 16 Mayıs’taki toplantı yol haritasının nasıl şekilleneceğine ilişkin hocalarımızla yaptığımız bir değerlendirme toplantısıydı.
17 Haziran 2023 tarihinde ilk çalıştayımızı Antakya’da yaptık. Prof. Dr. Adem Sözüer ve Prof. Dr. Bengi Semerci’nin öncülüğünde hukuk ve sağlık gruplarının çalıştayları düzenlendi. Bu çalıştayda verimli sonuçlar elde ettiğimizi düşünüyoruz. Sonuç kararlarını sosyal medyada paylaştık.
17 Temmuz 2023’te Ortak Akıl-Antakya derneği resmen kurulmuş oldu. 23-24 Ağustos’ta da, şu an biz, buradaki çalıştayları düzenliyoruz. Çalıştay dediğimiz şey aslında bizim yerelle temas ettiğimiz organizasyonlar, aynı zamanda bunların nitelikli bir şekilde belgelenmesi ve ifade edilmesi anlamına geliyor. Bu çalıştaylarda dile getirilenlerin açık kaynaklı olarak paylaşılmasını önemsiyoruz. Ve çalıştaylarımız sonucunda aldığımız kararları dijital ortamda yayınlıyoruz. Bu açıklık ve raporlama çalışma sürecinin belgelenmesi, toplumla paylaşılması ve geriye doğru okunması açısından kritik önemde.
Şimdi esas sorumuza tekrar dönebiliriz.
Depremi yaşamış olan Antakya’nın öncelikli ihtiyacı nedir? Şehri yeniden kurmak, ayağa kaldırmak gibi bir arzumuz var. Peki ama nasıl yapacağız bunu?
Şehirlerin geleceği üzerine düşünmek ve bu konuda çeşitli kurgular, senaryolar oluşturmak niyetiyle yola çıkılan pek çok çalışma vardır. Bir tür gelecek vizyonu oluşturmak olarak tanımlayabiliriz bu tür çalışmaları. Kısa bir araştırmayla dünyadaki örneklerine ulaşmak mümkün. Deprem gibi bir felaket yaşamamış olsalar da Londra’nın 2050 yılındaki gelecek vizyonunu görüyoruz mesela. Ya da Berlin 2070 yılında nasıl olacak gibi bir soruya cevap aranan başka bir yarışmanın görselleri var karşımızda. İnternette şehir isimleri ile gelecek vizyonu için araştırma yaptığınızda karşınıza bu tür imajların çıktığını göreceksiniz. Bu imajların bir tür antrenman veya fikir egzersizleri olduğunu unutmamak gerekir. Berlin 2070’de bu görsellerdeki gibi olmayacak, bundan emin olabilirsiniz. Şehirlerin gelecekleri ofislerde uzmanlar ve büyük tasarımcılar tarafından tasarlanamaz, fakat ortak bir üretimle birlikte yapılır.
Peki onlar şehirlerinin geleceklerini nasıl planlıyorlar? Tasarım ofislerinde değil, daha çok şu resimde gördüğünüz gibi yapıyorlar. Bu gördüğünüz fotoğraf Londra master planının 2016-2021 yılları arasında revize edilme çalışmaları için yapılan toplantılardan bir enstantane. Bu fotoğraf Londra’da imar süreçlerinin bizim süreçlerimizden ne kadar farklı olduğuna işaret ediyor.
Planlama süreci Londra Belediye Başkanı’nın bütün şehirlilere hitaben yazdığı ana tartışma başlıklarının ortaya konduğu uzun bir mektupla başlıyor. Yaklaşık 5 yıl sürecek imar planında yapılan bütün revizyonların satır satır işlendiği toplantılar kayıt altına alınıyor ve açık kaynaklı olarak paylaşılıyor. Ben burada Türkiye’den bu toplantılarda yapılan bütün tartışmaların kayıtlarına ve tutanaklarına erişebiliyorum. Hangi aşamada master planın hangi satırında hangi değişiklik önerisinin tartışıldığını tutanaklar üzerinden satır satır takip etmek mümkün. Londra 2021 Master Planı denilen şehrin anayasası denilen dokümanın nasıl oluştuğunu ve bu metnin kolektif üretim sürecini kayıtlardan görmek mümkün. Özetle şehrin geleceğini açık bir ortamda kolektif bir üretimle kararlaştırıyorlar. Birilerinin kapalı kapılar ardında nasıl yürütüldüğü belli olmayan müzakereler sonucunda yaptığı planlar veya kentsel tasarım eskizleri üzerinden değil.
Bu noktada şöyle kritik bir farkı vurgulamak lazım. İnsanlık tarihinde çok uzun yüzyıllar boyunca üretim anonim olarak yapıldı, şehirlerimiz anonim bir üründü, mimarlarımızın, şehri üreten ustaların çoğu da anonimdi. Sadece şehirler değil diğer üretimlerimiz de anonimdi. Mesela bugün de kullandığımız tekerlek binlerce yıldır aşama aşama adını bilmediğimiz mucitlerin katkılarıyla geliştirilmiş anonim bir üründür. Ardından mucidin, icat edilen nesnenin isminin ve tarihinin işaretlendiği bir dönem yaşadık. Aslında insanlık tarihinin bütününe baktığımızda bunun çok kısa bir dönem olduğu görülür. Telefonun icat edildiği tarihi ve mucidini biliyoruz mesela, Graham Bell. Ya da radyonun icadını ve mucidinin kim olduğunu biliyoruz, Markoni. Fakat yakın dönemde belki pek de farkında olmadığımız kritik bir değişim yaşadık. Mesela şu resimde en sağdaki dizüstü bilgisayarın mucidini ve icat tarihini bilmiyoruz: çünkü bu cihaz çok ufak katkıların sonucunda dünyanın birçok yerinde gelişmiş teknolojilerin bir araya gelmesiyle oluşturuldu. Yeni bir anonimlik çağına doğru yol aldığımızı ve bu yönde bir hayli mesafe katettiğimizi not etmek lazım. Aynı durum şehirler için de geçerli. 1850’lerde Cerda tarafından yapılan Barcelona master planından bahsedebiliriz mesela. 1930’lerde Türkiye’de Ankara için yapılan Jansen planından bahsedebiliriz. Ya da aynı tarihlerde İstanbul için Proust planından bahsedebiliriz. Dikkat ederseniz bu planları da bir müellifin adıyla ve tarihleriyle biliyoruz. Onlara zaten şehir mütehassısı deniyordu dönemin isimlendirmesiyle. Bir davet üzerine gelip, o dönemin gazete haberlerinde söz edildiği şekliyle “şehir mütehassısı Prost İstanbul’a gelir ve incelemeler yapar.” Ardından bir şehir planı ve rapor hazırlayarak yetkililere sunar. O dönem dünyanın her yerinde süreç bu şekilde işliyordu. Fakat bugün planlama süreçleri bu şekilde yürütülmüyor. İçine girdiğimiz yeni dönemi, belki de yeni bir anonimlik çağı olarak adlandırabileceğimiz paylaşımcı süreci doğru anlamamız lazım. Artık telefon veya radyo çağında değiliz, internet çağındayız.
Açık kaynaklı, beklenmeyen yerlerden gelen katkılara açık yeni bir anonimlik çağı. Uzmanların bir araya gelerek en doğruyu belirlediği Britanica çağını geride bıraktık, artık Wikipedia çağındayız. Ben çocukken evlerimizde ansiklopediler vardı, şu an evinde en yetkili uzmanlar tarafından yazılmış o ansiklopedileri saklayan biri var mı? Britanica’nın “doğru”, Wikipedia’nın ise yanlış ve yalan olduğunu, post-truth adı verilen bir çağa girdiğimizi söyleyenlere aldırmayın, en son ne zaman bir ansiklopedinin kapağını açtınız, asıl bu soruya cevap verin. Britanica veya Larousse’un en nötr, tarafsız ve uzmanca bilgiyi içerdiğini iddia edebilir misiniz? (Ek not: Cemalettin Taşçı’ya verdiği ilham için teşekkürler.)
Açıklıktan ve paylaşımdan bahsediyoruz. Peki bizim coğrafyamızda özellikle şehir planları ve imar değişiklikleri konusundaki durum nedir?
Son depremin ardından Londra ve Berlin master plan süreçlerini inceledikten sonra “Hatay” ve “imar planı” anahtar kelimelerini girerek yaptığım internet aramasında karşıma çıkan şu oldu: İskenderun’da liman bölgesinde bütüncül plan içinde nerde olduğunu tam da anlayamadığım bir parselin imar durumundaki plan değişikliği askıya çıkmış. Resmi açıdan askı süresi olarak tanımlanan bir süre var, sanırım bu yasal zorunluluğun yerine getirilmesi için yayınlanmış bir plan değişikliği kararı internet ortamında yayınlanmış. Peki değişikliğin askı süresi içinde yayınlanması güzel ama Hatay’ın bütüncül stratejik planı içinde bu parselin plan değişikliğini nasıl bir bağlama oturtuyoruz? Bu değişikliğin bütüncül strateji içindeki yeri ve gerekçesi nedir? Neden bu revizyona ihtiyaç duyulmuş, biliyor muyuz? Hatay’ın imar planına açık kaynaklardan erişemiyoruz, Hatay’ın bütüncül master plan stratejisini de bilemiyoruz. Bu şartlarda yasal yükümlülük yerini bulsun diye yayınlanan bir parseldeki plan notu değişikliğinin uygunluğunu nasıl değerlendirelim?
Başka bir örnek: siz mesela Antakya’nın Koruma Amaçlı İmar Planı’na ulaşabilir misiniz sıradan bir vatandaş olarak? Hatay’ın genel bir master plan stratejisine ulaşabilir misiniz? Hayır ulaşamazsınız. Deprem ya da benzeri afet durumları için ilgili bakanlık ve kurumlar tarafından hazırlanan Risk Azaltma Raporuna göz atma fırsatınız oldu mu? Ama Londra’nın sadece 2021 master planına değil, 2009 master planına da bu master planların kolektif üretim sürecinin bütün aşamalarına da ben mesela İstanbul’daki evimden ulaşıyorum. Berlin’in master planı Almanca hazırlanmış, fakat AB içinde merkez niteliğinde uluslararası bir şehir olma hedefiyle yola çıktıkları için olsa gerek, aynı zamanda İngilizce çevirisini de hazırlayıp açık kaynak olarak internet sitelerine koymuşlar. Üstelik planlama sürecini takip ederek raporlamakla görevli bir STK’nın bu sürece ilişkin ayrıntılı değerlendirme raporlarına da kolayca ulaşabiliyorum.
Peki Türkiye’deki imar süreçlerinin böylesine olağanüstü derecede gizemli olmasının sebebi ne? İmar planı ve hazırlık süreçlerinde ne tür olağanüstü stratejik bilgiler var ki bunları kimseyle paylaşamıyoruz?
İskenderun limanındaki parsel için askıya çıkan plan değişikliğine ilişkin yayınlanan resmi belgelere bakıyoruz. Sayısız damga, mühür, kaşe, yetkili imzası peş peşe sıralanıyor. Bu kadar imza mühür bu kadar onay, prosedür gereği alınan kurum görüşleri.
Her resmi işlem için takip edilen prosedür buna benziyor. Onca imza, onay, mühür deprem sonrasında ortaya çıkan şu gördüğünüz yıkım sonucunu değiştirmiyor. Sonuçta karşımızdaki manzara bu. Sizce burada bir tuhaflık yok mu?
Peki çare ne? Depremden sonra sosyal medyada, ana akım medyada, çeşitli mecralarda haykırılan görüşlere bakalım. “Yönetmelikleri daha katı hale getirelim”, “yapı denetim firmaları yeterli değilmiş, yapı denetim firmalarını da denetleyecek firmalar olsun”. Ya da hep söylendiği gibi, “liyakatli” birilerini getirelim başa. Peki ama bu söylenenler çare mi? Londralı bir müteahhidin aklına sahtekarlık yapmak gelmeyeceğini düşünebiliyor musunuz? Onlar ahlaklı olduğu için mi daha sağlıklı şehirler inşa ediyorlar? Hayır, onlar da bizim gibiler ama fark şu: planlama ve imar-inşaat süreçlerini açık müzakere ile yürütüyorlar. Sadece master planlarını değil her türlü imar faaliyetini açık planlama süreci ile ve raporlayarak yürütüyorlar. Londra’nın yeryüzünde kurulmuş bir cennet olduğunu iddia edecek kadar saf değilim tabii ki. Can yakıcı pek çok sorunla kendi özel hikayesini yaşayan bir şehir orası. Pek çok çekişme, sorun, öfke, ihtiras, hayal ve hayal kırıklığının hayatın olağan akışı içinde yolunu bulduğu sıradan bir şehir. Bazı sorunların, bazı anlaşmazlıkların asla çözülemeyeceğini, fakat o sorunları yaşama veya bu sorunlarla yüzleşme tarzımızın onları daha dayanılır kılacağını bilmemiz gerekiyor. Londra’nın ucuz konut sorununun asla çözülemeyeceğini, şu sokağın köşesindeki dükkanın yolun karşısındaki yeni gayrimenkul yatırımının yıkıcı etkilerini göğüslerken soluksuz kalacağını, berideki evdeki kiracının işe ve okula yakın yeni bir konut bulamadığı için şehrin bilmem hangi köşesine savrulacağını, milyonluk boş konutların şehrin en değerli noktalarında sermaye depoları haline geldiği bir bölgede kolay çözümler önermenin mümkün olmadığını söylemek mümkün. “Dünyada her karmaşık soru(n) için en az bir tane basit ama yanlış cevap/çözüm vardır derler” diye yazmıştı Ali Hakan Altınay harikulade bir yazısında. Belki de “o en doğru” çözümün var olmadığına, ancak çetin bir müzakere sürecinde çareyi bulacağımıza, başka bir deyişle can yakıcı sorunlarımızı insan olmanın vakarına yaraşır bir yolla dayanılır hale getirebileceğimize inanmak elimizdeki tek çaredir.
Şu noktayı da es geçmemek gerek: biz müzakere etmiyor değiliz, biz çok az kişinin erişiminin olduğu kapalı kapılar arkasında bu süreci yürütüyoruz. Ve bence bizim yaşadığımız imar faciasının ana sebebi bu. Nasıl müzakere edeceğimizin yöntemini henüz bilmiyoruz, bunun üzerine hiç konuşmuyoruz. Bu hengame içinde asıl probleme parmak basmadan birilerinin, bir uzmanın sorunlarımızı çözmesini istiyoruz. Bir bilim kurulu oluşturalım, bu bilim kurulu “bilime göre” karar versin ve bütün sorunlar kolayca çözülsün istiyoruz. Ünlü mimarlardan oluşan bir heyetin hayalleri aşan bir tutarlılıkla şehrimizi tasarlamasını ve o “en doğru” tasarımın inşa edilmesini bekliyoruz. Emin olun kimse sizin sorunlarınızı çözemeyecek. Muhteşem insanlardan oluşan bir bilim kurulu ya da herhangi bir akil heyet bu kompleks sorunları çözemez. Bunu net bir şekilde anlamamız ve not etmemiz lazım. Mesela Antakya’daki sit alanındaki enkaz kaldırma sürecine ilişkin Kültür Bakanlığının düzenlediği bir toplantı oldu yakınlarda. Solanda bulunan herhangi birinizin bu toplantıda haberi var mı? Toplantıda alınan karalara ulaşabiliyor musunuz? Ulaşamıyorsunuz. Toplantının tutanakları veya ses kayıtları var mı? Yok. Peki böyle bir toplantının herhangi bir yaptırımı olabilir mi? Olamaz. “Bakın, meseleyi istişare ediyoruz, en değerli hocalarımızı topladık, onlara danışıyoruz, ne yapıyorsak onların olurunu alarak yapacağız” diyorlar. Yetkililerin sözlerine güvenmeli miyiz sizce?
Platformumuzda yol haritası üzerine tartışırken değinilen konulardan biri de İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkım yaşayan Avrupa şehirlerinin yeniden canlandırılma süreciydi. Bu konuda değerli hocalarımızla fikir alışverişi yaptık, kaynakları tarama şansı bulduk. Savaşın ilk yıllarından itibaren şehirler yıkılırken, bu şehirler yeniden nasıl ayağa kalkacağı sorusu üzerine yoğun ve geniş katılımlı tartışmalar yürütülmüş. Belki biliyorsunuz 1930’lardan itibaren Nazilerin de şehirleri yıkıp kendi ideolojilerine uygun şekilde yeniden inşa etmek gibi bir hayali vardı. 1930’ların sonlarında Hamburg’a baş şehir plancısı olarak atanan, 7-8 yıl sonra savaş bittiğinde bu görevden el çektirilen Konstanty Gutschow’un bütün bu sürecin sonunda kısa bir değerlendirmesi var. Bu kısa ama çok değerli pasajı serbest bir çeviri ile aktarmak istiyorum: “Şehir organik olduğu kadar teknik bir mekanizmaya sahip son derece karmaşık bir insan yapımıdır. Öyle ki şehirlerin tümüne birden herhangi bir teori ile vakıf olamazsınız. O halde biz şehir plancılarının yegâne reçetesi alçak gönüllü bir felsefeyle planlama olmalı. Şehrin kendine has özgünlüğüne nüfuz etmeye çalışmak gerekir.” Bu akılda tutulması gereken kritik bir not.
Toparlarsak, bugüne kadar yaptığımız çalıştaylar ve toplantılar sonucunda 5 acil temel ihtiyaç olarak belirlediğimiz ve son çalıştayın sonuç bildirgesinde de yer verdiğimiz maddeler ile konuşmamı tamamlayacağım.
1- Özerklik: böyle bir planlama faaliyetlerin yürütülebilmesi için özerk bir planlama ve koordinasyon ofisinin kurulması gerekir.
2- Müzakere: ofisin müzakere esasını temel alarak çalışması gerekir. Şehir esasen şehirlilerin açık veya örtük müzakeresi üzerine kuruludur.
3- Etaplama: ofisin sürecin etaplarını planlaması gerekir. Çünkü bir hamlede bütün bir şehri tasarlayamazsınız, inşa edemezsiniz. Şehir kompleks ve süreç gerektiren katmanlı bir sistemdir. En az insan bedeni kadar kompleks bir sistemdir. Bugün düğmeye basıp yarın fabrikadan bir insan imal edemeyeceğiniz gibi şehri de bir yerlerde düğmelere basarak otomatik işleyen bir süreçle elde edemezsiniz.
4- Veri şeffaflığı: bu olmadan planlama ve müzakere süreci yürütülemez. Bu tarafların birbirlerini ciddiye almasının teminatıdır aynı zamanda.
5- Açık kaynaklı arşiv: Her konuşma ve tartışma açık kaynaklı bir arşiv içerisinde hızlı bir şekilde erişilebilir ve doğruluğunun sınanabilir olması gerekir. Antakya’daki herhangi bir eski eserin nitelikleri fotoğrafları, alınmış çizim kayıtları rölöveleri varsa diğer projeleri. Bunlara çok hızlı bir şekilde erişebilmemiz gerekir.
Özetle, bütün sosyal kesimleri açık müzakere masasına çağıran, aşamalı ve esnek stratejiler kurgulayan, kente ilişkin sürekli açık veri üretimi yapan, her aşamada sınanabilir hedefler koyan, aşamaları açık bir şekilde yayınlayan ve paylaşan katmanlı bir kurumsal yapı gereklidir. Böyle bir organizasyonu oluşturana kadar kentlerimizin plan kararları asla güvende olmayacaktır.
Ve son olarak aklınıza şu soru takılmış olabilir: bizim uzun tartışmalara, müzakereler yürütmeye vaktimiz var mı? Antakya’nın durumunu görüyoruz, şehir çökmüş durumda. Şehirde günlük yaşamını sürdürmeye çalışan insanların acil ihtiyaçları var. Bu vahim vaziyete rağmen bizim oturup tartışmaya vaktimiz var mı?
Biliyorsunuz, ülkemizde her konu acildir. Tanıl Bora’nın Cereyanlar adında çok güzel bir kitabı var, Osmanlı-Türk modernleşmesinin başından itibaren farklı siyasi akımların öncülüğünü yapmış okumuş yazmış insanların serencamını mesafeli bir bakışla sunan bir kitap. Kitapta yer alan neredeyse bütün siyasi ideologların, fikir önderlerinin mutabık kaldıkları tek konu geç kalmış olduğumuz. Neredeyse hiçbir konuda uzlaşamayan bunca fikir önderinin mutabık oldukları tek konu geç kaldığımız ve en kısa sürede şu veya bu hedefe ulaşmamız gerektiği. Hedef konusunda da mutabık değiller ama acelemiz olduğu konusunda hiçbir kuşkuları yok. Peki 150 yılın sonunda neredeyiz? İç rahatlığı ile şu noktaya ulaştık diyebiliyor muyuz? Aceleyle, birbirimizi görmeden, içtenlikle konuşmadan nereye varmayı umuyoruz?
Bu mesleğe adım attığımdan beri, yani yaklaşık 25 yıldır sürekli 100 m koşucusu gibi bütün teslimlerin aslında dün yapılması gerektiği bir telaş içinde iş yaptım. Her konunun, her teslimin çok acil olduğu ve tuhaf bir şekilde teslimlerin asla yetişmediği fantastik bir evrende çalıştım. Deprem olduktan sonra ertesi gün düşündüğüm ilk şey şu oldu: meslek hayatım boyunca inşaat sektöründe çok yoğun bir tempoda çalıştım ve ülkenin neredeyse tümü şu an bir enkaz halinde. Sadece depremde yıkılan şehirlerimiz değil, şu an depremi bekleyen ayaktaki şehirlerimiz de biz öyle göremesek de aslında bir enkaz yığını. Bence bu doğru değil, bizim bir noktada durup düşünmemiz ve ne yapacağımıza, nasıl yaşamak istediğimize karar vermemiz gerekiyor. Ve bunu ciddiye alınmayı hakkeden yetişkin insanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun vahametini hakkıyla kavrayarak yapmamız gerek. Antakyalıların, bu yüce gönüllü değerli insanların hakkı budur. Daha azı değil.
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.