Arkadaşım Ahtapot ve Mimarlık*

İsmi "Octopus Vulgaris"ti. Bir heykeli andırıyordu. Başı dimdikti. Gururla ayakta duruyordu.

Etkileyiciydi. Bir balerine de benziyordu. Uzun uzun bacakları vardı. Her biri incecikti. Usulca yere dokunuyor, hepsi sözleşmişcesine ağır ağır hareket ederken, parmak uçlarında sanki dev bir dünyayı taşıyordu. Çekiciliğinin yanında vantuzları ve her yanını saran, onu kaplayan kaygan yüzeyi ile insanı ürküten bir tarafı da vardı. İrili ufaklı gözenekleri su damlaları gibi yukarıdan aşağı onun bacaklarına doğru akıp gidiyor ve her biriyle nefes almasını sağlıyordu.

Headington yoluna paralel Harcourt Terrace’da okula yakın bir yerde, kavisli yolun tam köşesini tutan Pakistanlı ailenin çoluk çocuk çalıştırdığı dükkanın tam karşısında, uzayıp giden yolun sonundaki sıra evlerden birinde oturuyorduk. İşte orada, bir sabah onunla karşılaşmıştım. Kapının mektupluğundan, girişe atılmış, çok severek okuduğum Independent Gazetesinin içindeki ekini elime alıp, göz gezdirirken tam sayfa hali ile onunla yüz yüze gelmiştim. Dakikalarca bakmış, dikkatle incelemiştim. İlgimi çekmiş ve aklımda kalmıştı. Uzun yıllar önceydi. Günlerden cumartesiydi.

İşte bu ahtapotla bir sabah aniden bizim stüdyonun kapısından girdiğimi de hatırlıyorum. Tabii ki ne ben onun, ne de o benim elimden tutmuştu. Ama belki de böyle birşeydi birlikteliğimiz. Çünkü resmini yanımda stüdyoya getirmiştim, o günün diğer bazı kahramanları gibi. Üstelik hazırladığımız bir çalışma gününün çok önemli, hatta akılda kalıcı bir aktörü de olmuştu. Oxford Mimarlık Okulu’nun en üst katındaki ana yola bakan atölyesinde, bizim öğrenciler yorgun gözlerle daha yeni yeni toplanıyordu. Birinci sınıflar stüdyosu birkaç hafta önce başlamıştı. O gün buluştuğumuz dikdörtgen mekanının uzun duvarında diğer aktörler ve onların büyütülmüş boy boy resimleri arasında o da yer aldı. Kimler, neler yoktu ki türlü imajların, enstantanelerin yer aldığı duvarda… Picasso’nun bir portresinden, Tapies’in yıllarca önce yaptığı bir maketvari instalasyona, o zamanın meşhur binası Gehry’nin Bilbaodaki Guggenheim’inden, Oxford’da üç yolun birleştiği Magdelen köprüsünün altından ıslak birgünde fotoğrafladığım yağmur damlalarına, Arjantin Tangosu’nun efsanevi ismi Astor Piazzola’nın bir uçtan bir uca çektikçe çektiği akordiyonlu resminden Libeskind’in Berlinde zigzaglar çizerek uzayıp giden, sanki acılar içindeki, her yanı kesik kesik Müzesine kadar. Amaç mimarlığın ve sanatın görüntülerini yaşamın içine atmaktı.

“Hareket kavramı” üzerine bir sunum hazırlamıştım günün başlangıcında. Çünkü bir önceki stüdyo gününde yine sanıyorum ‘Su’ ile ilgili bir diğer sunumla başlayan, sonra birkaç saatlik bir workshopa, sonra da orada yapılanlar üzerine tartışmalara dönüşen bir günün sonunda bu kavram ortaya çıkmıştı ve etrafında bir süre dolaşıp durmuştuk. Yirmi, yirmibeş kadar imajın sıralandığı , günlük yaşamdan sanata, sanattan mimarlığa giden, birinden birine geçen bir örgü içinde oradan oraya atlayarak farklı hikayelerle, öğrencilerin de katılımıyla günün açılışını yapmıştık. Hareket kavramına ısınmak onu yorumlamak istiyorduk. Sonunda üç imaj öne ortaya çıkmıştı. Bunların arasında bizim gururlu ahtapot ve yakın dostları yine bir fotoğrafçının farklı bir açıdan çekip bambaşka hale gelen bildiğimiz sıradan bir ‘pırasa’ ve fotoğrafta yarı belinden kesilmiş balerinin ellerinin uçları, ayaklarında yükselen bale ayakkabıları ve yarı transparan döne döne giden etekleri yan yan gelmişti. İstedikleri birini seçip ve üzerine çalışacaklar, her nasılsa çizecekler, belki hızla maket yapacaklar, ya da yazacaklar, belki de gördüklerini unutacaklar, hayal edecekler ve duvarda karşılarında gördükleri imajların arkasına gideceklerdi. Malzeme ve anlatım serbestti. Sonra da birkaç saatlik hızlı bir workshop çalışması ardından hep birlikte yapılanların üzerinde tartışmaya geçtik. Bugünkü aklım olsa ben de çizer, boyar, maket yapar, ya da ne yapabileceksem yapar, onlarla paylaşırdım hoca olarak. Amaç birinden diğerine yansımalardı. Yansımaları birleştirmek, işe yarayanları almak, diğerlerini bırakmaktı duygulara, hissedilenlere göre.

Bu tür stüdyo günleri ile spontane anlarla dolu sorular ve cevaplar yaratmaya ve aktif bir stüdyoda sonunu bilmediğimiz bir serüvene başlamış olduk. Bir dizi çalışma da, aniden sohbetlere eklenen workshoplarla, her türden günlük hayattan malzemelerle, onlara yüklenen farklı anlamlarla, arada misafir diğer hocaların katıldığı vurdulu kırdılı ara değerlendirmelerle stüdyoyu birlikte yürüttüğümüz Jane (Tankard) ve bize hafta da bir gün katılan Matt (Gaskin) ile adım adım ilerledik. Bir ‘Su’ kavramı ve etrafında nehirlerin akarak konturladığı ve bir kale kalıntısının olduğu bir ucundan kente bağlanan, bir ucundan kıvrılan bir nehrin yanındaki pubın yer aldığı, nehirlerinde uzun yüzen evlerinini sıralandığı, bir tarafında da metruk fabrikaların ve onları takip eden konutların yer aldığı, yağmurlar zamanında ara sıra sel basan ve İngilizler’in çamurlarında çizmeleri ile yürüyüş yaptıkları gizemli, uçsuz bucaksız bir Oxford çayırından başka, hareket, ritm, kareoğrafi, eskiz, yazma, çizme, didik didik ettiğimiz bir film, filmdeki Carlos Saura, kıpkırmızı etekleri ile Carmen, ustaca dans etmeler, Hoca ile öğrencisinin ileri geri flemenko müzikleri eşliğinde provaları, peyzaj ve diğerleri başından hiç düşünmediğimiz bir şekilde sıraya girmişti. Mimarlığın dışına çıkıyorduk tekrar ona zamanı gelince dönmek için. Direkt mimarlığa girmek yerine, olabildiğince etrafında dolaşmak istemiştik, hep birlikte ve onu adeta özlemek daha sonra ona hazırlanmak spontane anları kovalamak onlarda projeler için ipuçları esintiler almak önemliydi. An gelecekti, sabırlı olmalıydılar, olmalıydık, birşeyleri yakalamak için. Hem öğrencilere hem kendimize güvenmeliydik. Kimseyi inciltmiyorduk, kimseyi de öldürmüyorduk. Bu işten keyif almayı düşünüyorduk. Alt tarafı birer proje yapmaktı işimiz sonunda. Ama bunu ötesine geçmeliydik. Üstelik bizler dahil hepimiz öğrenecektik hep birlikte. Aynalar vardı sanki her yanda. Birinden diğerine çok şey yansıyordu almak, yorumlamak, transforme etmek için. Bir yandan kimilerinin yarışma, bir yandan da hiç umursamayıp yarışmama halleri içinde herkesin başka bir taksimetresi oldu. Biribiri ardına eklemlenen ve kendi profilini yaratan stüdyo günleri içine haftalar aktı gitti.

Sonuçta dev bir peyzajdan başlayarak ve bütün bu hızlı workshopların temposunda projeleri programlayıp bitirerek insan vucudu ile ilgili ölçeğe vararak çalışmalara son noktayı koyduk. Aslında final, öğrencilerin Jane ile birlikte notlarını verdikten sonra onların bizlerle de tartışarak hazırladıkları sergilemeydi diğer grupların bir koridor etrafında hazırladıkları odaların yanında. okul idaresince her hocaya verildiği gibi bu sergileme için verilen 100’er Paund’u Jane ile birleştirmiştik. Uzun uzun, oda boyu ince sazlar, dev karton rulolar alındı. Odanın ortasındaki uzun dikdörtgen şeklinde çökeltilmiş suyla dolu havuz, havuzun içinden adeta fışkıran ve tavandaki karton şeritleri taşıyan dekonstriktivist sazların biribirine giren çizgileri, havuzun etrafındaki bir basamak sudan yükselen bembeyaz mıcırlı çepeçevre yüzey, bütün stüdyonun tavanları, duvarlar dahil sıra sıra dev karton şeritlerle kaplanması ve içerinin karartılıp uzun bir kutuya dönüşmesi, birkaç noktadan görüntülü olarak projerlerin mekanda sergilenmesi, ışıklar arasında karanlıkta dönüp durması ile show tamamlanmıştı. Son noktasını ise karanlıktaki ışıkların, projelerin aralarında bütün detayları ile sıralanıp döndüğü ortada havuzun üzerindeki yanyana mumların yarattığı atmosferde noktaladık.

Stüdyodaki yorumlamaların çoğu başlangıç ve bitiş açısından oldukça farklıydı ve kişiseldi hem sunuş hem malzeme hem de içerik açısından. İspanyol bir öğrenci Jorge’nin (Fernandez) ki ise yazının başlığı ile yan yana geliyordu. Bizim ahtapot adeta tam anlamıyla onun çalışmasına tempo tutmuş onunla sanki el ele kol kola sonuca gitmiş, projesini derinden etkilemişti. Başlangıç anlarında ahtapotun vantuzları ilgisini çekmiş hatta bir karton kutunun ceperlerinde etrafta bulduğu sıradan, plastik çay kahve bardakları ile bir maket çalışması yapmıştı. Bu mekan suyun altında olacaktı. Oranın sel basma anını, göletleri düşünmeye başlamıştı. Ama çalışmasının bir yerinde tıkanmıştı. Zorlanıyordu. Etrafa bakmasını, dikkatle alıcı gözle gözlemesini vurgulayıp duruyorduk. Her şey, ya da çok şey, çok şeye bağlantılı olabilirdi. Ve sabırla beklenen anı buldu. Bir stüdyo günü zincirleri adeta kırdığını keyifle anlattı. Banyo yaparken küvetin yanında gözüne çarpıp dikkatle incelediği yerdeki plastik paspas her şeyi biribirine bağlamıştı. Bilgisayarla testlere, çizimlere başladı. Suyun altındaki kapalı havuz projesinin ipuçlarını hayatın içinden bir anakdot ile yaratmış oldu.

Akılda kalan çok şey var. Simon (Helm) markette çalışıyormuş. Ara sıra ortadan kaybolduğunu hissettiğimde bir ara konuşunca anlamıştım. Diğerlerinden çok geri kalmıştı. Bir dün ortaya çıktığında ilk yaptığı eskizlerde suyun tasvirinde Cezan’ın vuruşlarının tadı olduğunu konuştuk uzun uzun. Onları analiz edip, nehrin yanındaki eski kale kalıntısının yanından başlayarak suyla ve oradaki taşlarla birleştiren ve mumla yaptığı akan maketlerinden akan suyu göstermiş, kontrast bir malzemeye atlayıp dev kayaları heykel gibi nehirde kullanarak yanlarından geçen kayıklara kiosklar tasarlamıştı. O vuruşlar kayalara, kayaların nehirde yuvarlanışına dönüşmüş bambaşka boyutlara varmış, sonunda gruptaki en özgün projelerden birine imzasını atmıştı. İşin başında az çalışmasıda bir avantaj olmuştu. İsmini unuttuğum bir öğrencinin ise yaptıklarımızdan hoşnut olmadığı açıktı. Ara jüride sadece bir bozuk radyo getirip hafif açılı bir şekilde duvara dayamıştı. “Projem bu” dedi. Şerit şeklinde bir yazı vardı bozuk radyonun üzerinde. Ve bir küfür yazıyordu. Hepimiz nasibimizi alıyorduk. Bir tepkiydi. Bazı hocalar bu küfrü görünce haklı olarak onu bir güzel haşladılar. Sonraki toplantıda neden bozuk radyoyu getirdiğini sordum. Bozuk radyonun içindeki karmaşa ve düzen gerçekten müthişti. “Neden içine girmiyorsun?”u konuştuğumuzu hatırlıyorum. Şaşırdı “nasıl ama” derken iş ciddileşti. Gerçekten de girdi, bulduklarını yakın plan fotoğrafladı ve buldukça da buldu. Projesine aktardı. Küfür bambaşka yollar açmış, bozuk radyo ile projeyi bağlamıştı. Kemikçinin hikayesi ise daha başkaydı ve dramatik bir hal almıştı projesinin ortalarında. Workshopların birinde “Pırasa”nın çizgilerinden etkilenerek çok değerli eskizler çizdi. Hatta geleneksel çamurda yürümenin farklı farklı anlarını, batıp çıkmanın kesitlerini yaptı. Ama bir ara alanın bir köşesinde Cowley Road’daki kasaptan aldığı iki ucundan kesilmiş otuz otuzbeş santimetre uzunluğundaki bir kemiği düşey olarak dikmişti. Hatta onun kesitini, rontgenini de yaptıkları arasında gördük. Paftasında bir tarafta kan damlıyor, bir tarafta da kesilen kemik dramatik bir biçimde kuleleşiyordu. Dehşet vericiydi. Tartışmalardan sonra ayak izlerindeki o yumuşak yaylanmalar, esneklik gündeme geldi ve kemik yan yattı, o elastik, yaylanma fikri kemiğin yatay halde yumuşacık bambaşka bir hale gelmesini sağladı. Baştaki ve sonraki yarıklarından kapıları tasarladığı, Oxford’daki homelessler için kitap okunabilecek, dinlenebilecek birkaçının bir araya geldiği uzun uzun mekanlara dönüştü.
Sonunda ahtapottan, pırasadan, balerinden ya da bozuk bir radyodan, bir kemikten, kayalardan ve farklı bir ipucundan yola çıkan hatta onunla sonuna kadar gidenler, onu bırakıp workshoplardaki başka ipuçlarından başka şeyler bulup, onları mimarileri, projeleri ile birleştirenler de oldu. Öğrencilerle hep birlikte gezdiğimiz sergilerden, Anish Kapoor’dan, Christo’dan, Seura’dan, Goldsworthy’den ipuçları bulanlara ya da örneğin Filistin asıllı oradaki tutsaklığın, acıların duygularını yansıtan Mona Hatum’dan esinlenerek iğnelerden kendi Oxfordu’nu yaratan ve dev çayırda Alice Harikalar Diyarında isimli kitaptan yola çıkıp kendi peyzajının kareografisini kurandan, bu üniversite kentindeki akademisyenlerin kent dışına kısa süreli yolculukları sırasında yanlız bırakabilecekleri kedileri için tasarlanan kedi evine, dev çayırın etrafında yaşayan farklı etnik gruplara bağlı insanların, farklı inanışların bir araya gelebileceği bir ibadet, meditasyon ya da toplanma mekanı yapana, Carmenden yola çıkıp eteklerinin savrulamasında bir sokağın yanından geçen demiryolu da dahil kapatana hatta hızını alamayıp yine hayali bir hale döndürüp evin içine yukarıdan dalan bir savrulmanın alt kattaki odalardan birine dalışı ve başka bir hale gelişi, çayırın ortasında hüzünlü kalabalığın yanında ölenin küllerini upuzun iskelesinin ucundan suya savurma seremonisi dahil dek adım adım izleyen bir krimatoryum mekanına, çayırın bir bölümünü çelik bir peyzajla kaplayan, yarıklarından birinden alta inip oranın yarı hayal yarı gerçek fictional mekanını tasarlayana kadar daha bir çok farklı farklı projelerle, sonuçlarla karşılaştık bizim gruptaki yirmibeş ya da otuz cıvarındaki öğrencinin çalışmalarında.

Tekrar baştaki ahtapota gelince… Uzun yıllar geçti. O benimle, ben onunla birlikte sanki özel bir yolculuğa çıkmıştık. Zaman gelip, kuzeye, Helsinki’ye yerleştiğimde, Finlandiya’da türlü türlü stüdyolar yapmaya başladığımda ahtapot farklı sınıfların mimarlık stüdyolarında yine irili ufaklı roller aldı, sanki sahnede diğer dostları ve yakınları ile. Bazen ortadan tamamen kayboluyordu. Sonra tekrar bir yerlerde ortaya çıkıyor gibiydi. Hatta Kore öncesi Helsinki Güzel Sanatlar Akademisinde yaptığımız ‘Sınırlar 1 ve 2’ isimli stüdyolarda genç sanatçı adaylarıyla bile tanıştı. Ve son olarak da geçtiğimiz aylarda görevimi tamamladığım Koredeki bir yıllık stüdyo hocalığım sırasında ahtapotla karşı karşıya gelen, Dong-eui Üniversitesi’ndeki Mimarlık bölümünün ilk sınıfları ve Diploma öğrencileri oldu. Hatırlıyorum bir koca günü Leonardo’dan, Aalto’ya, Piranesi’den, Libeskind’e ve bir sürü sanatçıya uzanan sunuştan sonra bizim ahtapota ayırmışlar arkasından uzun uzun tartışmıştık yaptıkları, maketler, resimler, boyamalar, imajlar arasında. Çalışmalarının bir yerinde okyanus kıyısındaki Güney Koreli Busan sakinlerinin, orada yaşayanların günlük yaşamında çok yakın bir yere sahip olan, pazarlarında, marketlerinde, sofralarında hep olan ahtapotla ilgili çok bir özel workshop bile yapmıştık. Tabii başta ahtapot ve diğerleri onun arkadaşları, yıllarca oradan buradan özel olarak önüme çıkıp topladıklarım, çektiğim fotoğraflar, diğerlerinin çektikleri, yağmur damlaları, buzlar, pırasa, sadece bir semboldu. Binalarla, mekanlarla, bir araya geliyor ve yaşamın peyzajı, adeta aktörleri oluyordu. Kısacası aslında ahtapotun arkasında çok şey gizliydi. Belki de hem vardı hem de yoktu. Bazen görünüyor bazen de yok oluyordu. Her nasılsa günlük hayatın izleri mimarlıkla yan yana geliyordu iç içe giriyordu. Her öğrencinin kafasında, mekanlarında kendi sınırlarını, anlamını arıyordu gidebildiği, ulaşabildiği yere kadar.

Kısacası sevgili ahtapottan yıllarca karşılarında olduğum farklı ülkelerden öğrencilerle birlikte çok sey öğrenmiştim. Onunla ilgili en canlı sahnelerden biri Busan’daki Jagalchi Metro istasyonundan geniş merdivenlerle çıkılan Lotte katlı marketinin biraz ilerindeki geleneksel dükkanların arasından geçip oralara özgü sokaklardan yürüyerek deniz kenarındaki Jagalchi Balık Marketi’ne girdiğimde karşılaştığım, bugün gibi hala canlı ve gözlerimin önündeki o an olmuştu. Adeta şaşkınlık geçirerek bu inanılmaz mekanın tam orta yerine düşmüştüm. O gün geleneksel balık marketin uzadıkça uzayan, bir uçtan bir uca arka arkaya kıvrılarak giden ıslak ara sokaklarında, diğer balıkların ve deniz ürünlerinin arasındaki dev akvaryumların içinde, yan yana, çok kalabalık olanından daha sakin olanlarına, adeta danseden, tezgahların üzerine sere serpe uzanmış yüzlerce, her ölçüden sanki her milletten türlü türlü ahtapotlarla, bizim ahtapotun neredeyse bütün akrabalarıyla tanışmıştım.

İşte orada Busan’ın geleneksel Balık Marketi’nin ortasında türlü türlü ahtapotun arasında adeta bizim Octopus Vulgaris’i aradım. Nerede bizim ahtapot dedim. Independent Gazetesi’nde, Harcourt Terrace’daki evde onu ilk gördüğüm anı hatırladım. Aradan onaltı, onyedi yıl geçmişti. Parmak uçlarında sanki bütün bir dünyayı taşıyan anı aklıma geldi. Vantuzları binalara, kaygan örtüsünün peyzajlara, peyzajların kentlere dönüştüğü an gibiydi. Aniden gözlerimin önünde bizim ahtapot koskocaman bir mimarlığa dönüşmüş, Hepimizin bir yerinden tuttuğumuz mimarlık olmuştu. Ahtapot mimarlıkla yer değiştirmişti. Evet ‘Octopus Vulgaris’ her yanı ile mimarlığın, mimarlığımızın ta kendisiydi. Busan da onu bulmuştum. “Ahtapot” ve “Mimarlık” yüzyüze gelmişlerdi.

Independent Gazetesi’nde Ahtapotun fotoğrafını çeken Kevin (Summers) şöyle diyor. “Birçok kişi balıkların fotoğrafını çeker ama bir ahtapotun fotoğrafını çeken fazla değildir. Genellikle çirkin ve korkutucu bir hali olsa da bu yaratığın başka bir tarafının olduğunu göstermek istedim. Zannederim fotoğraf onun tehlikeli tarafının yanında muhteşem formunu gözler önüne seriyor.” Sevgili Ahtapotun, yani başka bir deyişle, başımızın taçı, bu güzelim mimarlığın bütün güzellikleri yanında savaşlarla göz göre göre yokedilen, dümdüz edilen ülkeleri, kentleri, para hırs adına, cepleri doldurmak adına, kar adına çirkinleştirilen meydanları, sokakları, mekanları vardır. Hatta mimarlıkları yokedilen, yoksayılan mimarlar, yapıtları bile ortadan kaldırılanlar’ hatta kara listeye alınlar bile vardır. Bu da onun korkutucu yanlarından sadece birkaçıdır belki. Ama mimarlığın ne kabahati olur ki. Kabahat onu çirkinleştiren, korkutucu hale getiren mimarlığı çok farklı anlayan bazı kişiler, karar vericiler, güç sahibi olanlar ve hatta bazı mimarlardır. Ama hala mimarlık adına, dünyanın güzelliği ve barış adına, özgürlük adına onu ayakta tutan kişiler, mimarlığın gönüllüleri ve yüzyıllarca, bin yıllarca geriye geriye doğru uzanan izleri ile, herkese farklı farklı tarafından görünen halleri ile, farklı farklı bambaşka köşeleri ile mekanından mekanına girilen adeta mekanları hiç bitmeyen sonsuz bir sergi gibi önümüzde durmaktadır. Gizemli köşeleri ile hala keşfedilmeyi beklemektedir, binlerce yıllık yapıtları, eğitimi, mimarları ve her yaştan öğrencileri ile… **

* Bu yazı İTÜ, Mimarlık Fakültesine, Taşkışla’ya beni davet eden, dostlar Funda Uz ve Ayşe Şentürer’in ortak stüdyoları için, 28 Nisan 2014 tarihli “Yaratıcı mimarlık için Sorular” isimli toplantıdaki konuşmamamdan yola çıkmıştır. Yazıyı o gün 109 nolu anfiye gelip dinleyenlere ve öğrencilere adıyorum.

** İngilizcede “Octopus” olarak bildiğimiz “Ahtapot”, Fin dilinde”Mustekala” ya da “Octopusi”, Kore dilinde ise “Nakji” olarak bilinmektedir, Canlı ahtapota ise San Nakji denilmektedir.

Etiketler

1 Yorum

  • asli-alp says:

    Merhaba , Hüseyin hocam sizinle iletişime geçebilceğim bir mail adresiniz var mı ? Mimarlık öğrencileri olarak düzenlemeye çalıştığımız bir workshop hakkında size danışmak istiyoruz .

Bir yanıt yazın