Uzun süredir eve sadece uyumaya geliyor, kıyafetlerini bile çıkarmadan televizyonu açıp koltuğa uzanarak boş boş ekrana bakıyordu. Tam uykuya dalacakken Le Corbusier’yi Telegol’de konuşurken gördü ve sırıtıp koltuğun üzerinde öylece sızdı...
Alarmı erteleyebildiği kadar ertelemiş ve yüzünü bile yıkamadan yollara düşmüştü. Mezun olduğundan beri giderek rutinleşen yaşamına renk katabildiği ender anlardan olan hafta sonları bile artık işe gider olmuştu.
Aslında sorgulamıyor değildi bu durumu. Herkesin söylendiği fakat yıllar içerisinde kanıksanan “Mesai mimarlığın fıtratında var. Hem daha gençsin!” anlamsızlığını düşünüyordu düzenli kahvaltı yapmayı unutmuş bünyesine az sonra acı bir kahveyle girecek soğuk simidini alırken.
İşe başlarken verilen vaatler ve sözlerin palavra olduğunu, yollara düştüğü pazar sabahı kliması inatla açılmayan otobüsten dışarıyı izlerken düşündü. Ne görüşmeye gelenler “süper” max kullanıyordu, ne de patronlar “mesai” yaptırmıyordu. Yeterince olgunlaşamayan mimarlık camiası palavralarıyla kendi ayağına sıkıyordu.
İşin komik yanı, yaratıcı olmaları için işe alınan mimarlar etrafı ego, kibir, kıskançlık, dedikodu, yalan ve daha nice art niyetli duygular barındıran dört duvar arasında sıkışmış bir ortamda tasarım yapmaya çalışıyor diye düşünerek gülümsedi son dakikada yetiştiği vapurdan tıraşı gelmiş İstanbul siluetine bakarken.
Nihayet ofise geldiğinde yine ağırlık çökmüştü. Satış odaklı düz mantık işlerden biriyle uğraşıyor, yaptığı her hamle mesleğini ve karakterini sorgulamasına neden oluyor ve bazen bu durum onu utandırıyordu.
Saatler ilerlediğinde büyük bir hışımla içeri giren patron, ortama genel bir gerilim verip, gözüne kestirdiği iki üç kişiye imalı bir şekilde laf attıktan sonra adeta bir Yeşilçam jönü edasıyla odadan çıkmıştı. Daha çok değil 15 saat önce büyük bir sevinçle içeri giren bu kişi “Arkadaşlar yeni bir iş geldi akşam mesai var! Ne yiyelim? Ne istersiniz?” demişti tüm sevimliliğiyle.
Kısa sürede değişen bu ruh halleri ve dengesizlikler, kendini bir tiyatro oyunu hazırlıyor gibi hissettiriyordu. Sadece yönetenler değil, çalışanlar da her karakteri canlandırabiliyordu. Sabah işe geç gelip etrafa gülücükler saçan kişi, akşam başkası mesai saati bitiminde çıktığı için surat asabiliyordu. Bir başkası, yaptığı bir çalışmayı takdir edilmeyi beklemek yerine överek anlatırken beriki bir başka “çalışma arkadaşını” acımasızca çekiştiriyordu.
Evet, bildiğin tiyatro gibiydi bu camia…
Hala kendini fark ettiremeden seyircilerin arasından baktığı, oynayacağı karakteri ve oyunu aradığı fakat bulamadığı bir sahneydi.
Tüm bu yaşananlara ilave olarak siyasetin ve ülke gündeminin doruklarına ulaştığı bir taksi sohbetinden sonra saat 03:00!da nihayet eve varmıştı.
Televizyonu açtı ve yine boş boş ekrana bakarken uykuya daldı. Bu sefer Bjarke Ingels’le beraber “Le le le Corbusier” adlı türküyü söylüyordu Flash TV’yi iliklerine kadar hissederek.
Belki de sadece rüyasında bu tiyatroya dâhil olabiliyordu. En azından mimarlarla hem de halay başı olarak..
4 yorum
Şahane bir yazı yahu.
Sırıt sırıt.
Kızım yanımda diyor ki baba komik olan ne? Kızım komik olan hayat ve bizim meslek.
Helal.
bu suratın her kıvrımını ezberlediğim ve gözümün her yanının mosmor olduğu günlerde, tipik “ne için” sorularını sorarken, tebessüm sebebim oldu 🙂
Tirasi gelmis istanbul cok iyiymis.
Hep mi aynıyı durumdayız…içimden, başka bölüm okusaymışım keşke dedim.. Şu an seçme şansım olsaydı 4 yıl sonra yine mimra olcaktım ama:)))