Yönetmenliğini, aynı zamanda şehir plancısı olan Perihan Bayraktar’ın, kurgusunu Thomas Balkenhol’un yaptığı film, Aron Angel’in profesyonel ve özel hayatını anlatırken İstanbul’un kentsel devinimine dair kesitler sunan bir çalışma niteliği de taşıyor.
Filmde Angel ile yapılan söyleşiler ve ailesinin ona dair hatıralarının yanısıra İlhan Tekeli, Cana Bilsel ve Tarık Şengül’ün şehircilik üzerine anlatımlarına da yer veriliyor. Aron Angel’in, ailesinin, Tekeli, Bilsel ve Şengül’ün konuşmaları, fikirler ve diyaloglar arası gelgitler kente dair fotoğraflarla desteklenerek, bir dönem kronolojik olarak seyirciye aktarılıyor. Erken Cumhuriyet yıllarından günümüze kadar İstanbul’un geçirdiği değişim gözler önüne serilirken bir yandan da Türkiye’de şehircilik anlayışının nasıl “oluşup” bugünlere geldiği anlatılıyor.
Film, Kadıköy İskelesi ve Haydarpaşa Garı’na bakışın ardından, erken Cumhuriyet yıllarındaki planlama anlayışı üzerine konuşmalarla başlıyor. Tekeli, Osmanlı’da gelişen planlama anlayışının kentteki yangın sorununa çözüm olma amacı taşıdığını söylüyor. O dönemde Osmanlı’da bu durum bir haritacılık sorunu olarak görülmektedir ve dolayısıyla birikim bu yöndedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise organik yapıdaki Osmanlı kentinden ziyade, daha planlı ve Batı benzeri bir yapılanmaya gidilir. Şengül bu durumu, ulus devletin metalaşması olarak tanımlıyor. Tekeli’ye göre kent planlaması başlı başına bir modernite projesidir ve o dönemde rejimin kendini ispatı açısından büyük önem taşır. Nüfusun azalması, Ankara’nın başkent oluşu gibi sebeplerle İstanbul geri planda kalır ve kenti canlandırmak için yeni bir işlev kazandırılması gerekir. Tam bu dönemde, 1936 yılında, Henri Prost Türkiye’ye gelir ve belediyeye danışmanlık hizmeti vermeye başlar.
Okul yıllarında, Paris’te Prost ile tanışan ve hatta onun ön ayak olmasıyla mimarlığın yanısıra şehircilik de okuyan Angel’in Prost ile yolları İstanbul’da bir kez daha kesişir ve birlikte çalışmaya başlarlar. Angel, Lütfi Kırdar’ın belediye başkanı olduğu dönemde Prost ile birlikte kentte önemli projelere imza atar. Bilsel, o dönemde kent planlamasında Prost ve Lütfi Kırdar’ın arkadaşlığının ve fikirsel paylaşımlarının önemine de dikkat çekiyor. Bu noktada insan, günümüzdeki belediye başkanı-mimar-plancı ilişkisini sorgulamadan edemiyor.
Bilsel, Prost’un üç ana ilke etrafında planlama yaptığına değiniyor: Ulaşım sorunu, çevre sağlığına yönelik parklar ve kat estetiği. Prost, silüet konusuna çok önem verir. Özellikle Tarihi Yarımada’da belirlediği yüksekliğin üzerine çıkılmamasını ister. Ayrıca planlama anlayışında yeşil alanlar, bahçeler, gezi parkları ve manzara terasları önemli yer tutar. İhya edilmesi planlanan Topçu Kışla’sını kaldırıp yeşil alan yapmak, erken Cumhuriyet döneminde yeşil alana verilen önemi göstermektedir. Bu noktada Bilsel bize Gezi Parkı’nın önemli bir kültür varlığı olmasının yanısıra, özgün tasarımıyla dönemini iyi yansıttığını hatırlatıyor.
Angel, Prost ile beraber yaptıkları İstanbul’a dair çalışmalarından bahsediyor. Bu esnada, yaptıkları çizimleri ve döneme ait fotoğrafları görüyoruz. Angel’in bir kitaptan gösterdiği, Prost’un Ayasofya’ya dair, adeta fotoğrafı andıran çizimlerini esgeçmemek gerekiyor. Ardından araya giren Florya plajı görüntüleri, şu an bize hayal gibi gelen bir kamusal alanın varlığını gösteriyor. Daha sonra konu Galata Köprüsü için önerdikleri projeye geliyor, Angel, Eminönü ve Karaköy tarafında iki büyük meydan tasarladıklarını fakat projenin redddedildiğini söylüyor. Eminönü ve Karaköy’ün mevcut karmaşık durumunu görsellerin yardımı olmasa da hatırlıyoruz. Angel’in reddedilen bir diğer projesi ise Büyükdere Büyükçarşı projesi. Angel, Lütfi Kırdar’ın isteğiyle 1949’da Levent’te bir proje geliştirir. Çalışan kadınlara yönelik düzenlemeler yapar, onları evde daha rahat ettirecek bir kurgu geliştirir. Proje örf ve adetlere uygun olmaması sebebiyle reddedilir. Burada Angel’in kadının kamusallığı ve mekan kullanımına dair fikirlerinin ve bir yandan da yaptığı kolajların güzelliğine şahit oluyoruz.
Angel’in belediye için yaptığı geniş kapsamlı çalışmaları, İnönü Gezisi’ne Hilton Oteli’nin yapılması kararına karşı çıkmasıyla son bulur. Angel bu yapılaşmaya itiraz eder, elinden bir şey gelmeyince de bu “suç”a ortak olmak istemez ve istifa eder. Ardından serbest çalışmalarına Tünel’deki ofisinde devam eder.
Tekeli’nin anlatımıyla, bu dönemde Menderes’in imar meselelerine el atması sonucunda kentsel yapılaşma artık bir siyasi manevraya dönüşür. Kentteki nüfus arttıkça, altyapı ve konut sağlamak giderek zorlaşır, bu sebeple kentleşmeyi ucuzlatma girişimleriyle ortaya çıkan sonuç ürün “gecekondu” olur. Angel, gecekondular için hem alan hem de planlama açısından çözüm üretmeye çalışır. Bu çabaları da tıpkı kamusal alan, yeşil alan ve kadına dair sorunlara getirdiği çözümler gibi bir takım engellere takılır.
Hızlı kentleşmeyle, 80’lere kadar giderek genişleyen kent üretimin değil, tüketimin merkezi olmaya başlar. Şengül kentsel dönüşüm projelerini, “Emek gücünün kendini yeniden ürettiği mekanların, orta-üst sınıfa hitap eden tüketim mekanlarına dönüşümü” diye nitelendiriyor. Ekranda yüksek katlı konut siteleri ve ardından yıkılmak üzere duvarları “X” ile işaretlenmiş evlerin görüntüleri geçiyor. Şengül, bu iki yapılaşma şeklinde de içe kapanma olduğunu söylerken; bunun, birinde üst gelir grubunun kendine ait olanakları kullandığı memnuniyet çerçevesinde, diğerinde ise istenmeyen ve zoraki bir biçimde yaşandığını belirtiyor. Bunlara kabileler diyerek, bizi yakında kabile savaşları olacağına dair uyarıyor. Tekeli ise bir yerellikte doğup, başka bir yerellikte yaşamımızı sürdürürken, üstümüzde birçok kimlik biriktirdiğimizi ve her bir kimlik için temsili demokrasiye ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor. Yaşanan tüm sorunların kentten ziyade demokrasi üzerine olduğunu vurguluyor.
Tamamlanması tam da Gezi Parkı olaylarına denk gelen film, direniş esnasında parkta da gösteriliyor. Sonradan eklenen bu görüntüler bize 9 ay önce yaşadığımız hareketli günleri hatırlatıyor. Film, Tekeli’nin “Yaşamın zenginliğini haklar üzerinden üretebiliriz.” sözünün ardından, Avrupa Yakası’ndaki tüm yüksek yapıların silüetten kaldırıldığı, Boğaz ve yeşilin buluştuğu bir görüntüyle sona eriyor.
Film boyu gördüğümüz, aslında hep hafızamızda olan kente dair karanlık yanların ardından hem direnişi hatırlamak hem de Aron Angel gibi kente aşık entelektüellerin var olabileceğini bilmek bize tekrar umut veriyor.