Atilla Yücel: Tutkulu Mimarlığın Hayatperest* Öznesi

Aşağıdaki yer alan "Atilla Yücel: Tutkulu Mimarlığın Hayatperest* Öznesi" başlıklı yazı, KTMMOB Mimarlar Odası’nın Mimarca dergisinin, "Akdenizli Olmak" temalı 87'inci (2019 bahar) sayısında yayınlanmıştır.

Arredamento Mimarlık dergisinin Kasım 2018 sayısında Atilla Yücel’i anmak üzere ‘Turgut Cansever: Düşünce Adamı ve Mimar’ başlıklı serginin (4 Nisan-26 Ağustos 2007) küratörleri Atilla Yücel ve Uğur Tanyeli’nin Turgut Cansever ile yaptıkları sohbet yeniden yayınlandı. Orada Atilla Yücel sohbeti şöyle başlatır “Genelde mimarlıkla ilgili açıklamalar, metinler, kitaplar, sergiler hep mimariye yönelik yapılır. Bizim ülkemizde özellikle bugüne kadar böyle oldu. En azından bunun dışına çıkan örnek sayısı çok fazla değil. Oysa bu bir mimar ya da herhangi bir tasarımcı ya da düşünür, bir birey, bir insan olabilir – kaldı ki biz 14. yüzyılın yapı ustasından bahsetmiyoruz; modern çağın mimarından, modern bireyden bahsediyoruz. Dolaysıyla o işin bir öznesi var – o öznenin bireysel kimliği, kim olduğu, motivasyonları, nelerden beslendiği hatta nasıl bir kişilik olduğu vs.- ve yapılan iş bundan çok da bağımsız değil; en azından ikisi yan yana duruyor”.

Oysa Atilla Yücel’in tasarım/uygulamalarını anlattığı sunumlarında ve öğrencileri, meslektaşlarıyla ilişkilerinde kendi kişiliğini ortaya koymayı pek tercih etmediği söylenebilir. Belki tam da bu yüzden, 1990’da Taşkışla’da karşılaştığımız birinci sınıf projesinden, son görüşmemiz olduğunu bilmediğim 2018 Haziranında öğrencisinin doktora tez izleme jürisine kadar olan süreçte, O’nun bireysel kimliğine dair ipuçlarını okumaya çalışmanın benim için bir meydan okuma olduğunu itiraf edebilirim.

Taşkışla ve Caddebostan – dersler, tezler, projeler

Atilla Yücel’i, Atilla Hocam’ı kaybettiğimiz gün, -o güne kadar yaşını hiç fark etmediğimden sanırım- O’nu ilk tanıdığım yıllarda benim yaşıma yakın bir yaşta olduğunu sarsılarak fark ettim. O dönemde İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde profesördü, uluslararası tanınırlığı ve bağlantıları olan bir kuramcı, akademisyendi ve bürosunu kurup uygulamalar yapan bir mimardı. Taşkışla’ya yeni adım atan bizler içinse uçuşan saçları, kadife takım elbisesi ve deri çantasıyla koridorlarda bir görünüp bir kaybolan ve her şeyi bilen Hoca idi.

Solda: Atmosfer Planlama ve Tasarım Ofisi’nde, Yıldız, İstanbul, Nisan 2004. Pelin Derviş ile birlikte. Sağda: Çok sevdiği Karpaz’da, Kral Tepe Lokantası, Kaleburnu, Şubat 2013, Meltem Nalbantoğlu ile birlikte (Foto: Y.Rasımoğlu)

Birinci sınıfın ilk proje dersinde çok da sık görmediğimiz Prof.Dr. Atilla Yücel’i daha çok tanımak, O’ndan daha çok öğrenmek istemiş olmalıyım ki üçüncü sınıfta da O’nun proje grubunda olmayı seçmiştim. Samatya’da yaptığımız projede, anlattığı her detayda adeta bir dünya turu yaptırıyor, ilk kez duyduğum mimarların, binaların ismini telaffuz ediyor ve zihin bileyici kritikler veriyordu. Hareketleri gibi düşünceleri de hızla oradan oraya sıçrıyordu. Ve bu heyecanı hepimize sirayet ediyordu.

Yüksek lisans eğitimim sırasında verdiği tüm lisansüstü dersleri almış ve tez danışmanım olmasını istemiştim. Bir konuşmamız sırasında çalışmak istediğimi de söyleyince bana bürosunun kapılarını açmıştı. Atilla Yücel’in yöneticisi olduğu proje bürosu Mimarlık Araştırmaları Stüdyosu’nda (MArS) çalıştığım süreçte (1995-1999) Japonya İstanbul Başkonsolosluğu Binası Rölöve, Restitüsyon, Restorasyon Uygulama Projesi (Atilla Yücel, Ayşe Orbay ortak projesi), İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Uluslararası Kongre, Eğitim ve Turizm Yapısı (davetli yarışma projesi) ve Bursa Belediye Başkanlığı, Muradiye Kültür Külliyesi (eski Fabrika-i Hümayȗn Binası Restitüsyonu ve Restorasyonu) Projesi’nde, proje ekibinde görev almıştım. Caddebostan’daki büroda geçen beş yıl benim için ikinci bir okul niteliğindeydi. Çok değerli çalışma arkadaşlarımı ve kadim dostlarım Meltem Nalbantoğlu ve Ayşe Orbay’ı da burada tanımıştım.

Solda: Fabrika-i Hümayȗn yapılarının 1999 yılındaki görünümü. Sağda: Kaplıca Caddesi’nden (eski adı Fabrika-i Hümayȗn Caddesi) öneri silueti.

Büroda çalıştığım yıllarda, bazı dönemlerde, Atilla Hocam’la farklı işlerde de birlikte çalıştık. 1996’da Habitat II kapsamında hazırlanan Dünya Kenti İstanbul sergisi ve kitabı için sorumluluğunu üstlendiği ‘Cumhuriyet Dönemi İstanbul’u’ bölümünün araştırmacılarından biri olarak beni çalışma ekibine dahil etmişti. Arşiv taramanın araştırma yapmadaki önemini daha sonra özellikle doktora tezi hazırlama sürecimde daha iyi kavrayacaktım.

1998’de ise Doğu Akdeniz Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi iş birliğinde Prof.Dr. Ayşe Şentürer ve Prof.Dr. Atilla Dikbaş koordinasyonuyla hayat bulan ‘FORUM II: Architectural Education for the 3rd Millenium’ kapsamında hazırlanan ‘1+1+1=1, Culture+Education+Practice=Architectural Discourse; A Critical Approach: Post-discourse, Pre-Future’ başlıklı atölye çalışmasında mesleğin akademik ve uygulama alanlarının arakesitinde birlikte çalışmıştık. Atilla Hocam, Pelin Derviş, Onur Bilgin ve ben uygulama ayağını üstlenmiş, İstanbul’daki farklı ölçeklerdeki büro sahibi mimarlarla mülakatlar yapmış, kayıtlar almış ve bir video hazırlamıştık. 1999 yılında yine Atilla Hocam ve Pelin’le bu kayıtları, bilgileri genişleterek, Leicester Üniversitesi’ndeki ‘Changing Architectural Education – Society’s Call for a New Professionalism’ başlıklı konferansta sunulmak üzere ‘Kültür-Eğitim-Uygulama: İstanbul’ başlıklı bildiriyi bir video sunumu olarak hazırlamıştık. Atilla Hocam ve ben sunumu yapmak üzere birlikte Leicester’e seyahat etmiştik. Ne macera… Sunum o kadar ilgi görmüştü ki, tüm katılımcılar izleyebilsin diye tam üç kez tekrarlanmıştı. 2000 yılında ise yine Atilla Hocam ve Pelin Derviş’le Sheffield Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Teachers in Architecture: Facing the Future, Architectural Education Exchange’ adlı konferansta sunduğumuz ‘Impact of Natural Realities’ başlıklı bildiriyi hazırlamıştık. Bu üç yıl art arda devam eden akademik ya da yarı akademik diyebileceğim çalışmalara her birimiz, süregiden yoğunluğumuza rağmen vakit ayırmaktan mutlu oluyorduk. Bu çalışmalar vesilesiyle çoklukla Pelin’in ofisinde haftalık toplantılarda bir araya geliyorduk. Ne keyif… Ne öğreti… Bu toplantıların bazen bir balık lokantasında veya birimizin o ara lezzetini denediği bir yerde, keyifli sohbetlerle sürdüğü çok olmuştur. Bir başka kadim dost Pelin Derviş’le tanışmam da dolayısıyla, yine Atilla Bey’in aracılığıyla gerçekleşmişti.

Daha pek çok tanışıklığa, dostluğa, -kendisi hiç bilmeden- vesile olmasıyla Atilla Yücel’in hayatlarımızda bir network (iletişim ağı) oluşturduğunu söyleyebilirim. Akademik ortamlarda O’nun öğrencisi olduğumu söylemek sohbeti başlatmak için yeterli olurdu.

Kopuklukları olsa da Atilla Yücel’le paylaşılan deneyimlerin uzun solukluluğunda, O’nun kişiliğinde keşfettiklerimle kendi kişiliğimin arakesitlerini aramam, bulmaya çalışmam, farklı çalışmalar için bir araya gelişlerimizde bir konfor alanı oluşturuyordu.

Mesafeliydi. İkimiz de mesafeli davranmayı severdik. Yüksek lisans ve doktora tez danışmanlığımı yürüttüğü süreçte bürosunda çalışıyor olmama rağmen hiçbir tez görüşmesini büroda yapmadık. Ben görüşmeler için randevu talep ederdim ve görüşmelerimizi Taşkışla’daki odasında yapardık. İlişkilerinde bağlantılı ama çok bağımsızdı. Bu tam da bana göreydi. Sürekli olarak kendi özelini, ailesini, çocuklarını anlatan biri hiç değildi. Benim özelimi de hiç sorgulamadı.

Konuşurken karşısındakinin gözlerinin içine bakmazdı. Benim gibi bakamadığından değildi sanırım. O, o anlarda daha neleri düşünürdü, kim bilir. Özellikle lisansüstü derslerdeki oturuşu, dersi öğrencilere bakarak değil boşluğa ya da görsellere bakarak anlatışı bir Taşkışla efsanesiydi.

Ama sadece benden değil, tanıdığım herkesten çok farklıydı, başkaydı. Sadece bilgileri ve deneyimleriyle değil. Farklı bir hayat enerjisi vardı. Büroda bazen işverenle çok çatıştığı konuşmalara tanıklık ederdim. İnsanın pekâlâ sinirleri bozulabilir veya konuşmanın ardından defalarca kritiğini yapıp sinir bozukluğunu artırabilirdi. O ise çatışmalı toplantı bittikten hemen sonra odasının kapısını kapatır, klasik müzik eşliğinde eskizlerini yapmaya, yazısını yazmaya devam ederdi. Aslında her koşulda üretmeyi seçerdi. Atilla Yücel’in bunu açıkça tercih ettiğini daha sonra anlayacaktım.

Haftada birkaç şehirlerarası, birkaç yurtdışı yolculuk yaptığı olurdu. Biz tek bir yolculuk yapsak ahlanır vahlanır, yorgun düşerdik. Atilla Bey ise havaalanından gelip kapıdan girer ve rüzgârına yetişemeyeceğimiz hızda odasına geçip çalışmaya başlardı. Bir ara acaba bu enerji nereden geliyor, acaba ne yiyip içiyor diye merak eder olmuştum. Daha sonra tez görüşmelerimiz sırasında, gün içindeki öğünlerini Taşkışla yakınlarındaki bir büfeden sipariş ettiği sandviçlerle geçiştirdiğine defalarca tanıklık etmiştim. Öğrenme merakının, tutkusunun, üretkenliğinin temelindeki içsel enerjisi O’nu nev-i şahsına münhasır kılıyordu.

Ve tabii çok hazırcevap ve muzipti. Büroda Meltem’in ve benim kendisiyle ve arkadaşlarımızla Kıbrıs aksanıyla konuşmayıp annelerimizle olan telefon konuşmalarında nasıl da hemen konuşmamızın değiştiğine şaşardı. ‘Tatil’ (‘a’da uzatma olmadan), ‘kuş lastiği’, ‘pişmiş domates’, ‘uçak alanı’ deyişlerini severdi. Bir akşam mutfağımdaki eviyenin bağlantılarıyla ilgili bir sorun yaşamış, sabaha kadar uğraşmış, ertesi sabah büroya uykusuz gitmiştim. Olayı anlatırken ben “akşam teknenin altı açıldı, her yeri su bastı” deyince, “Oooo Huriyanım tekneniz var ve bize söylemiyorsun, öyle mi!” diye kahkahayı patlatmıştı.

Bir gün de arkadaşlardan biri büroya o günlerde moda olan ‘Ruhsal Astroloji’ isimli bir kitap getirmişti. Kitap o gün sırayla hepimizin elinde dolaşıyor. Bu arada Atilla Bey çalıştığımız odaya geldi. Kitabın üstü de eskizlerle örtülü. Ekrandaki çizimlere baktı, yorumlarını yaptı ve bir şeyler çizmek için kitabın üzerindeki eskizi kaldırdı. “Eyvahhh!” dedim, “şimdi paparayı yedik”. O ise yüzündeki muzip ifadesiyle “Aaaaaa kendimi bulmak için yıllardır aradığım kitap” diyerek kitabı evirip çevirmeye başlayınca hepimiz çok gülmüştük. Ben yine de yerin dibine girmiştim ama benim için bu tutumu en unutulmaz hayat derslerindendir. Elbette olaylar karşısındaki bu gibi davranışları da bilinçli seçimiydi.

Kıbrıs, Akdeniz – reçeller, likörler, pembe domatesler

“Akdeniz, tarihe bir ‘başka’ yaklaşım tarzı sunmak için güzel bir fırsattır. Çünkü gördüğümüz ve sevdiğimiz haliyle bu deniz, bizi şaşkınlığa düşüren geçmişiyle, kanıtların en açık seçik olanıdır” (Braudel, 1990:10)**.

Atilla Yücel’i Mimarca’nın ‘Akdenizli Olmak’ sayısında anmak bir rastlantıdan öte olmalı…

Prof.Dr. Atilla Yücel, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanı Prof.Dr. Günkut Akın’ın davetiyle Kıbrıs’a ve üniversiteye geldiğinde yaptığı ilk konuşmada kendi mimari üretimini Akdeniz Mimarlığı bağlamında anlatmıştı. Bu ilk sunumdan itibaren Atilla Hocam’la yeniden karşılaşmak benim için büyük şanstı; yeni paylaşımlara ve Atilla Bey’in kişisel tarihine ‘başka’ bir yaklaşımla bakmaya imkân veren bir dönemin de başlangıcı.

Üniversitede ve Mimarlar Odası bünyesinde yaptığı hemen hemen tüm sunumlara katıldım. Her bir sunum şüphesiz çok öğreticiydi ama bana göre iki tanesi ayrıcalıklıydı. Birincisi, kurgusunu ve koordinasyonunu üstlendiği, Aralık 2014’te UKÜ’de gerçekleştirilen ‘Akdeniz’de bir İsviçreli – Uluslararası Le Corbusier Semineri’ydi. Sağlık sorunları nedeniyle maalesef seminere katılamamıştı. Orada olsaydı bu değerli ve özgün sunumların yapıldığı seminere diğer akademik kurumlardan ve meslek insanlarından çok az katılımın olmasına sitem eder miydi bilmem, etmeyi seçmezdi herhalde. Neredeyse mimarlık eğitiminin birinci sınıfından beri Le Corbusier ile ilgili bir şeyler okumama rağmen ilk kez duyduğum, yeni öğrendiğim bilgiler olduğunu kendisine söylediğimde çok mutlu olmuştu. Kopyala yapıştır bildirilerin arttığı akademide bir kez daha başka türlüsünün yapılabileceğini göstermişti.

İkincisi de Nisan 2015’te yapılan “Bedesten’deki Kesişmeler – Yer, Yerellik, Yerleşme” konferansıydı. Sanırım o gün orada bulunan herkesin aklından çıkmayacak bir sunumdu. Sadece içerik olarak da değil; hastalığını yeni atlatmıştı ve hiç azalmayan bir heyecan ve enerjiyle, -bizler uçağını kaçıracağı endişesiyle kıvranırken- ayakta üç saate yakın sunum yapmıştı.

Kesişmeler – Yer, Yerellik, Yerleşme Konferansı, Bedesten, Lefkoşa, Nisan 2015.

Atilla Bey’in Kıbrıs’taki varlığı yeni öğrenciler ve özellikle yeni yetişmekte olan akademisyenler için bulunmaz bir nimetti doğrusu. Kişisel bağlantılarını kullanarak pek çok değerli tasarımcının yolunu adaya düşürmüş, örneğin Han Tümertekin’in, Nevzat Sayın’ın, Emre Arolat’ın öğrencilerle buluşmasını sağlamıştı.

Bence Kıbrıs’taki yılları, O’nu tanıdığım 30 yıla yakın sürece baktığımda, düşüncelerini, deneyimlerini damıtarak aktardığı bilgelik dönemiydi. Belki kendi durduğum yerden artık O’nu böyle görüyordum. Belki de Kıbrıs’a döndükten sonra kendi annem babamı rollerinin ötesinde anlamağa çalıştığım gibi Atilla Bey’i de Hoca olmanın ötesinde anlamaya çalışıyordum. Ama sebebi ne olursa olsun, bu algım O’nun sadece kuramsal metinlerine ve mesleki uygulamalarına dayanarak da şekillenmedi.

Bu Kıbrıs sürecinde Atilla Bey’in bireysel olarak yaşadığı iki deneyimin daha başkalaştığı bu döneme önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Torununun doğumu ve rahatsızlığının ortaya çıkışı. Alp’in doğumunu sosyal medyada yazması Atilla Bey’in tanık olduğum ilk kişisel paylaşımıydı. Coşkusunu, mutluluğunu ve yerinde duramazlığını çok kendine özgü bir şekilde, Vivaldi’nin La Fida Ninfa’sı (dürüst orman perisi), yine Vivaldi’nin Orlando Furioso’sı ve Bach’ın Matta Pasyon’unu paylaşarak yansıtmıştı. Alp bence geleceğe projeksiyonuydu. Rahatsızlığına ise biz sadece keyfine doyulmayan sosyal medya paylaşımlarının artışı, yazılarının kitaplaşma süreci ve yine bolca üretim olarak tanıklık ettik. Kendisi içinse farklı bir yüzleşme olmalıydı.

2015’te Bedesten’deki Kesişmeler adlı o meşhur sunumunda evrenin 14-15 milyar yıllık oluşumundan, dünyanın 5 milyar yıllık oluşumundan söz etmiş ve konuşmasını şöyle sürdürmüştü:

“Şunu da dikkate alalım, sözünü ettiğimiz, adını andığımız mimarlar, Le Corbusier, Mies, Kahn, veya bugünkü mimarlar, veya sizler, bizler, hepimiz, ürün verdiğimiz sürenin azami sınırları 40-50 yıllara kadar uzanıyor. Şimdi bütün bu şeyi düşündüğümüzde, kozmik gerçekliği, büyüklüğü, onun içinde dünyanın yaşını, onun içinde tarımı, onun içinde sanayiyi, onun içinde Modernlerin sözlerinin söylendiği dönemi ve onun içinde kendi hayatımızı veya başkalarının, başka tasarımcıların yaşamını, bu bize bir görecelik duygusu veriyor. Yani yaptığımız iş önemli diyoruz, ama bütün bu gerçeklik içinde o kadar küçük bir parça ki, insanı bu biraz tevazua, daha dikkatli olmaya yöneltiyor. Yaptığımız, kozmik gerçeklik içinde, doğanın ve tarihin konumu ve bugüne kadar getirdikleri içinde, ona aslında çok küçük şeyler eklemek. Bu yüzbinlerce hatta milyonlarca metrekarelik programlar dahi olsa, yapılan ek aslında çok küçük bir ek.”

Atilla Bey’in Kıbrıs yıllarında, mimarlığın ve mimarın geçmiş ve gelecek arasındaki duruşu ile ilgili söyleşiler, sunumlarda ve jürilerde devam ederken, ‘şimdi’de, paylaşımlarımıza mimarlık dışında yeni bir Akdenizlilik alanı eklendi; reçeller, likörler ve pembe domatesler.

Tatlar, renkler ve kokularda Akdenizlilik

Ağaçlar dikmek, ilaçsız sebze ve meyveler yetiştirmek, reçel, sirke, macun yapma girişimlerinde bulunmak ve bunun bilgisini paylaşmak benim de yeni uğraşımdı. Bu çok keyifli reçeller, likörler ve pembe domatesler dönemi – belki Atilla Bey de hiç fark etmeden – sohbetlerimize O’nun özlediği çocukluk tatlarını, çocukluğunu taşıdı. Bahçede yetiştirdiğim domateslerin fotoğrafını sosyal medyada paylaşmam üzerine şunu yazmıştı: …çocukluğu bin çeşit domatesin yetiştiği bir bahçede geçmiş kişi olarak. … Benim zamanımda bu duruma yaklaşan domatesciklerden salça yaparlardı. Eylül serininde kendilerini topladıklarında da son turfanda dediklerinin yeşilinden turşu(cuk). Boşnak Hatice Abla onlara domatiz derdi. Benim imrendiğim, tam olgunlaşmamış ekşi, kokulu, küçük, kırmızı-pembe meyveleri sabah serininde toplamak, tuz, taze ekmek, varsa yeşil biber eşliğinde tatmak…” Okuduğum en samimi Akdeniz/lilik tasviriydi. Kıbrıs’ta olmaktan duyduğu mutluluğun Akdenizli olmayı sevmesinden de temellendiğini düşünürdüm.

Çocukluğundan sonra tadını unuttuğu zerdali marmeladını Büyükkonuk’ta bulup sevinerek aldığını anlatmıştı. Lezzetli şeyleri sadece tatmayı değil, yapmayı da severdi; rafine bir damak tadı vardı. Bu sürede annesinin yaptıklarından hafızasında kalan, İstanbul Rumu, Ermenisi komşulardan, dostlardan edinilen reçel, likör, macun tarifleri keyifle paylaşıldı, heyecanla denerdi. Benim için de rastladığımız lezzet duraklarının adreslerini Atilla Bey’le paylaşmak keyifti. Paylaştığımız fotoğraflara yorum yapacağını, ilk fırsatta bir yolunu bulup oraya gideceğini bilirdim. Bir keresinde Facebook’ta teyzemin Yeşilköy’deki evinden verigo üzüm fotoğrafları paylaşmıştım. Gerçekten de üzümler öyle kışkırtıcıydı ki, ekrandan koparıp yeme hissi uyandırıyordu. Elbette Atilla Bey’in ilgisini çekmişti. Birkaç hafta sonra Nezih Hoca ile Karpaz’a doğru yol alırlarken beni arayıp Yeşilköy’ün ve teyzemin evinin konumunu sordu. Ben merak edip geri aradığımda ise arkadan eniştemin sesi geliyordu, verigolar afiyetle tadılmıştı. Bir çocuğun onulmaz merakına sahipti. Hiçbir şeye üşenmemeyi, hiçbir şeyi ertelememeyi seçerdi.

Turunç çiçeği macunu yapmayı deneyeceğimi söylediğimde de büyük bir heyecanla tarifi paylaşmamı istemişti. Adana’dan toplattığı turunç çiçekleri İstanbul’a Türk Hava Yolları ile özel ambalajı ve tüm uçağı saran muazzam kokusuyla İstanbul’a taşınmış ve online tarifle turunç çiçeği macunu başarıyla yapılmıştı.

Benim dümdüz tariflerime karşın O’nun tarifleri çok renkliydi, bölgesel farkları, coğrafi ve kültürel bağlamını da içerdiği için tarifler bazen birkaç sayfa olurdu. Bu tarifler arasında benim için en özel olan limoncello tarifidir. Herhalde yine paylaşılan bir fotoğraf üzerine “Bu kadar limonunuz varken neden limoncello yapmayı denemiyorsun?” diyerek sahip olduğum en detaylı tarifi yazmıştı.

Atilla Yücel için, akademik bir bakışla, yazdıkları, tasarladıkları ve uyguladıklarının izini sürerek O’na layık okumalar yapmağa çalışacağız şüphesiz. Öğrendiklerimizi çoğaltacak, tanışıklıklar kurup çoğalacağız. Şimdiden, O’nun ardından yazılanlara baktığımda, her birimizde ne kadar farklı taraflarını yansıttığını görmek, hiç bilmediğim, görmediğim yönlerini okumak beni mutlu ediyor. Belli ki dokunduğu her hayatta çok yönlülüğünün farklı bir parçası var.

Çok sevdiği Zehraba Ev Yemekleri Lokantası’nda, Göçmenköy, Haziran 2018. Nezih Ayıran, Devrim Y. Besim, Meltem Nalbantoğlu ile birlikte.

Mimarca’nın bu ‘Akdenizli Olmak’ sayısında O’nun yazacaklarını heyecanla okumak varken O’nun için yazmağa çalışmak çok, çok zor doğrusu. Ama O olsa, marazın peşinden gitmeyi seçmezdi. Bilgi ve deneyimlerini, projelerini, tariflerini cömertçe paylaşmayı sürdürürdü. Üretmeyi seçerdi. Örneğin derginin yayınlandığı bu bahar aylarında kendi tarifiyle ne kadar çok limoncello yapılsa o kadar mutlu olurdu diye düşünüyorum. Bu yüzden ve yeni ilhamlara aracılık etmiş olmayı umarak bana yazdığı haliyle tarifini paylaşıyorum:

Limoncello

  • 10 kadar kokulu limonu iyice yıka, fırçala, kabuklarını ince soy.
  • Bunları, 1 litre iyi cins votka ile birlikte bir kavanoza boşalt, ağzını kapat, güneş görmeyen ortamda 1 ay beklet. (Alkol de olur, ama ondan kamyoncu limoncellosu olur).
  • 1 ay sonra, 1 litre veya tercihen biraz daha az suyu 1/2 kg veya biraz daha çok şekerle karıştırarak kaynat, soğutmaya bırak.
  • Limon kabuklarını kavanozdan çıkar. Şekerli suyu alkolle karıştır. Hepsini, kapağına bez saracağın bir kavanozda 2 ay daha beklet. Limoncello tamamdır. Soğuk içilecek, ama tümünü uzun süre buzdolabında ve asla güneşte bekletme.
  • Alkol ve şeker oranı damak tadına göre değişebilir. Süreç içinde de ayarlayabilir, su veya alkol ekleyebilirsin. Kapağa bez sarmak, alkolün keskin kokusunu uçurur, ama bu konuda önemli etken bence alkolün kalitesidir. Karışım uzun süre bekleyebilir, tad ve incelik kazanır.

İnternette farklı tarifler de bulabilirsin. İtalya’nın farklı bölgelerinde farklı limoncello çeşnileri vardır. Hepsi küçük tad farklılıkları içerir. Denersin, seversen uygular, kendine göre varyasyonlar yaparsın.

Bir iki nüans olasılığı:

  1. Limonun dış (sarı) kabuklarını soyarak karıştırmak yerine rendeleyebilirsin. Bu takdirde atmak yerine ince süzmek gerekir. Bu durumda ayrıca 1 aylık bekleme süresinde ara sıra kavanozu çalkalamak gerekir.
  2. Şeker daha da az olabilir. Dediğim gibi, meşrebine, zevkine bağlı bir şey.
  3. Limoncello örneğin Sicilya’da da yapılsa bile, esas olarak bir Napoli içkisidir ve kokulu sorrento limonundan yapılır. Bazı İtalyanlar, kavanozu açıp, kabukları attıkları zaman, şekerli suyu karıştırmadan önce az taze limon suyu sıkarlar. Buradaki limonun da kokulu olması gerekir. Ama şart değil. Bir ev içkisi olduğu için zevke göre yaratıcı emprovizasyon her zaman mümkün: nane yaprağı, fesleğen mümkün.
  4. Limoncello’dan kokteyller de yapılabilir: nar suyu, rom vs.
  5. Buzdolabını önermedim ama yasak değil. Bazıları tavsiye ediyor hatta. Ama ilk aşamada karanlık ortam ve oda sıcaklığı şart.

Kadehim, öğrettikleriniz ve ilham verdikleriniz için; teşekkürle, özlemle…

* Hayatperest kelimesinin Osmanlıca sözlükteki anlamı: yaşamı tutkuyla seven

** Braudel, F. 1990. Akdeniz Mekan ve Tarih, Metis Yayınları, İstanbul.

Etiketler

Bir yanıt yazın