ax² + bx + c = 0

“Bu, dengelenmemiş uzmanlık merakının ilk sonucu,
her çağdakinden fazla sayıda bilim adamının bulunduğu günümüzde,
örneğin 1750’lerdekine kıyasla çok daha az sayıda kültürlü insan bulunduğudur.”
Jose Ortega ý Gasset

Onlar, teknik adamlar çok meşgûller, rahatsız edilmek istemiyorlar; haklı olarak…
Bir teknik adam bir şey isterse, bir dediğini ikiletmeyeceksiniz!
Onlara ne kadar hizmet etsek haklarını ödeyemeyiz…
Sayelerinde bugünkü modern toplumumuz doya doya moderniteyi yaşıyor, köprüler kurulup tüneller açılıyor.
Eğer 400 tonluk bir demir külçesi havalanıyorsa, onların yüzü suyu hürmetinedir.
Trenler çuf çuf edip raylarda tıkır mıkır gidiyorsa, yine onların hüneridir.
Denizde gemi, altında denizaltı, üstünde helikopter, karasında otomobil yarıştıranlar da onlardır.
Böyle mübarek adamların yaptığını ettiğini, ben gibi baldırı çıplak romancı, edebiyatçı takımı, hele hele şairi, tiyatrocusu, hasılı sanat yapılacak diye hafiflik eden bir sürü cibiliyetsiz insanın göze alması ne mümkün!
Kolay mı gökdelen dikmek?
Çizilen plan projeler bunun kanıtıdır; ak kâğıt üzerinde sabit mürekkepli kalemle cümle kurmaya benzemez…

Jose Ortega ý Gasset adlı dev İspanyol düşünür-yazarın eserlerine dadandığım son yirmi yılımdan beri, ben onlara hep teknik adam diyorum; tetkik ediyorum…

Bu tür bir hitabı kullanıp teknik adam deyişim, karikatürist Selçuk Erdem‘in kaleme aldığı bir mizahî nesir yazıda aktardığı gibi tavuk adam değildir; hâş’a karıştırılmasın…

O başka, bu başka!

Teknik adam deyişim boşuna değil; zira günlük yaşayışları dahi hep tekniğe ait metotlara dayalı…

Ben, mesela, roman yazarken sıkılıp hikâyeye, eğer onda ilham bulamadıysam şiire, olmadı şarkı sözüne, bu da uymazsa türkü mânisine geçebilirim; ama teknik adamlar, asla bunu yapmaz.

Bir teknik adam başladığı işin evvelinden formülünü kurar, düzeneğini hazırlar, sonucun sonuç gibi sonuç olması için her türden hazırlığını evvelinden hazır eder…

Onlar çok çalışıyorlar, hiç boş vakitleri yok, boşa kürek çekmiyorlar.

Yapıp edecekleri işlere ayrılacak zamanları da değerlidir. İşte, o yüzden, üretilecek şeyin önünü ardını bir hayli titizlikle, ince eleyip sık dokuyarak tartıp biçiyorlar; gözlerinden bir şey kaçmıyor.

Hata payını sıfıra indirmekte ustalık sahibidir, hepsi…

Bu yönlü ustalıkları dikkat kesilmekten ileri geliyor, baktıkları şeye odaklaşıp yoğunlaşıyorlar.

Bizler gibi ona bakarken, bir de şuna bakalım demiyorlar; ne güzel!

Dünyanın lüzumsuz, eften püften işlerine de, bu nedenle hep uzak duruyorlar; zaten dünyadan habersizler…

Mimar bir akrabam var, arada bir buluştuğumuzda ben özet vermezsem dünyadan bîhaber kalacaktır.

Mesela, “Tunus’taki radikal İslamcı teröristlerin saldırısından sonra halk demokrasi ve özgürlük için sokağa döküldü,” derim…

“Ne zaman oldu?” der; siz inanmayın, ama öyle sorar…

Azıcık öfke gösterip, ‘Yahu hiç mi radyo dinlemiyor, gazete okumuyorsun, haydi geçtik bunları bari TV seyret!’ diyesim gelir, dilimi ısırırım! Zira onların vakti hiç yoktur böyle şeyleri takip etmeye; çok meşguldür hepsi…

Olan biteni sabırla anlatırım, dinler, derinlere bakarak bir şeyleri hatırlamaya çalıştığını hissederim; yanılmam…

Mimar akrabam, Tunus’un nerede olduğunu Lise II. sınıf coğrafya dersinden hatırlamaya çalışmaktadır.

Bereket ki, hepsinin işlek zekâsı vardır; biz gibi aptal değiller.

Bu sebeple durumun içinden hemen matematik kuralları uygulayıp çıkıverirler, sadeleştirme işlemleri yapıp kafalarının içinde duran Tabula Rasa‘daki sayfanın bir köşesine Tunus’u, terörizmi öteki köşeye, olan biteni alt köşeye kor; beni hariçte bırakır…

Hepimizin bu insanlara ihtiyacı boşuna olmaz! Başımız sıkıştı mı doktora, evimizi rutubet yakalarsa mühendise, binamız yamulursa mimara, bilumum teknik ihtiyaçlarımız için teknolojinin uzmanlarına gideriz. Bütün bu teknik meseleler bizim üzerimize kalsa, altından kalkamayız. Ama onlar gayet güzel biçimde altından girip üstünden çıkmasını bilirler; uzmandırlar…

Karşılarına çıkan her sorunu mutlaka doğrusal, lineer bir yöntemle çözmeyi öğrenmişler…

Lineer düşündüklerinden insana ait hissedişi, ruhun kırılganlığını ve hassasiyetini, kendini bir başka yer, zaman ve kişiliğin içinde görmekten başkası olmayan hayâl kurma sanatını kapılarından içeri sokmuyorlar. Empati duymak, sempati göstermek gibi duygular fizik kurallarına uymaz; ne kadar da iyi ediyorlar…

Mesela, ax² + bx + c = o cebir denklemiyle düşünmeye alışmışlar.

Biz roman, hikâye yazarı imkânı yok bunu akıl edemeyiz.

Karşılarına çıkan hayata ve topluma dair her sorunda, her meselede tıpkı duvar yamuksa bunu düzeltmeye kalkan inşaat mühendisi gibi yahut elektrik isale hatlarındaki arızayı şıp diye bulup gideren elektrik mühendisi gibi, atom santralinde yoğunlaştırıcı üzerindeki basıncı azaltmayı bilen fizikçi gibiler…

Toplumsal meseleleri de böyle hâl yoluna sokacaklarına inanırlar; onlara bırakırsanız, toplum da düzeliverir, niye düzelmesin ki derler… Toplum bir makine gibidir, tamir edilir, elden geçer, yenilenir; onlar düzeltir, ama bırakmazlar ki yapsınlar…

Eskiden, teknokrat hükümeti diye bir kavram vardı, yeni nesil bilmez.

Ara Rejim diye nitelenen, askerî darbe sonrasında tekrar demokratik hayata geçiş döneminin kurulan hükümetlerine teknik kesimden, siyasete bulaşmamış insanlar alınırdı. Onların elinden her şey geldiği için, memleket meseleleri yamulmuş egzoz borusu, kırılmış piston, çalışmayan elektrik santrali, onarılması zor bilgisayar çipi, bize kalsa hurdaya çıkarılacak torna tezgâhı, contası aşınmış musluk, aktarılması gereken tavan gibi şeylerin bakım görmesine benzer biçimde tamiri istenirdi.

Mesela 12 Mart 1971 zamanında Prof. Nihat Erim‘in kurduğu teknokratlar hükümeti, işte böyleydi…

Hasılı, toplumsal sorunların tamamını teknik adamlara bıraktınız mı, ne pürüz kalır, ne de çapak… Tornadan çıkmış gibi, dümdüz, pırıl pırıl ederler!

Her zaman darbe yapılıp ardından göreve çağrılmayacakları için bu hevesleri de kursaklarında kalacaktır. Ama karşılaştıkları insanların sorunlarını duymaya görsünler, hemen ax² + bx + c = o denklemini uygulayacaklardır.

Bay A‘nın diyelim bir derdi var da anlatamıyor, kurdeşen döküyor da çözemiyor.

Teknik adamlar için bu çocuk oyuncağıdır.

Bay A’yı, hemen denklemdeki a‘nın yerine koyarlar, sıra gelir x değişkenini bulmaya, onu da bulursa karesini alacak, sonra b ve c‘ye sıra gelecek, bütün bunlar yerli yerinde kullanıldı mı denklem sıfıra eşitlenecektir.

Sıfır demek sorunsuz hayat demektir; bu kadar basit!

Bu sıfırı kabullenmeyene de, çok kızarlar.

Cebir denkleminde insanı, yani Bay A’yı insanileştiren her şey, hissiyatı ve algı biçimleri fuzûlidir, etkisiz elemandır, olsa da olur, olmasa da; sizin gül hatırınız için, olsun, demelerine bakmayınız, onlar buna inanmaz. Ama biz romancı tayfası inanırız, romanlarımızı insanların derinliğinde dolaşan kuyruklu tilkilerin ayak izlerini takiple araştırır, ne görürsek yazarız. Lakin teknik adamlar için bu çabamız değersizdir, zira ax² + bx + c = o denkleminde bunlara gerek yoktur.

Teknik insanların sabahleyin hep birlikte, hep aynı saatlerde evlerinden çıkıp yollara döküldüğü, kendilerini ofislere, laboratuvarlara, atölyelere, fabrikalara kapatıp çalıştıklarını bilirim; ben öyle yapamam…

Onlar çalışırken, ben gece yarısından sabahlara kadar roman yazacağım diye uykusuz kaldığımdan ertesi sabah zor uyanırım.

Hem uyansam bile, sabahın telaşesi bir bitsin, tamamlansın isterim.

Hele dünya yerli yerine bir otursun beklentisiyle, gece boyu ısıttığım yatağımda sağa sola dönerim.

Fakat onlar çalışkandır, benim kıçımda pireler uçuşurken teknik adamlar iş yapar.

Bütün bu teknik işlerin bir türlü sonu gelmez.

İşler, zaten bitecek gibi değildir!

İşte hep bu yüzden, teknik insanlar çok çalışıp çok yorulur; bizler, romancı tayfası yorulmayız, zira hava alır bulut satarız.

Yağ satarım bal satarım, tekerlemesi dilimizden hiç düşmez…

Yaptığımız osur osur, ipe diz işidir; teknik insanlar bizi o yüzden hiç beğenmez, onların gözünde solda sıfırız, burun kıvırırlar.

Bazıları da yaptığımızı hobi olarak görür; boş gezenin boş kalfası işidir.

Adını zikretmediğim, mimar akrabama göre ben, mesela, roman-hikâye-tiyatro-deneme yazarken hobi yapmaktayım; susar, kabullenirim. Dedim ya, teknik adamları kırmamak gerekir…

Teknik adamların kendi işine önem verip uzmanlaşması birçoklarını memnun eder; biz romancı tayfası bundan rahatsız oluruz. Bizim için uzmanlaşmak diye bir şey yoktur.

Çevresinde olup bitenlerden bazılarını fizik yöntemleriyle öğrenen bu çalışkan teknikçilerde, sizin benim kolayca anlayamayacağımız, aşırı bir güven ve her şeye egemen olmuşluk hissi gelişir.

Bu yüzden her konuya kendi teknikleri düzeyinden bakarlar.

E, haksız da sayılmazlar; yüz katlı gökdeleni roman yazarı dikemez, mesela mimarlar bunu yapar.

Kendini, bilen kişi zannetmekle dünyaya böyle küstahça baktıklarını söylemeyiniz; gücenirler. Gücenikliği, sizin dediğinizi anlayamadıklarındandır; cebir denkleminde yerinizi bulamamışlardır ki, bu aslında sizin kabahatinizdir.

Siz, edebiyat ve şiir severler, onlar için bazen a, kimi zaman b, hatta zaman zaman c‘siniz…

Bu kadar tutarsız olmaklığınız cebir denkleminin huyunu, suyunu da bozar…

Uzmanlaşmış insan kendi kupkuru, hayalsiz, neş’esiz dünyasında, kendine çizdiği projenin derinliği olmayan sığ sularında yüzdüğünü zanneder, her şeyi pek iyi bildiğine inanmıştır, fakat ümitsizce söylemeliyiz ki, bu bildikleri dışında dünyadan habersizdir.

Galiba bu nedenle kendisine roman, hikâye falan denmesin surat asar, çok fena bozulur, hele kitap demeyiniz rahat minderine raptiye konmuş gibi yerinden fırlar.

Cebir denklemi gibisinden hep aynı sonucu veren yaşadıkları günler, beni oldum olası rahatsız eder.

Fakat bütün sıkıcılığına rağmen, onların da aileleri, evlerinde çocukları ve eşleri de vardır. Böylesi adamın karısı, aynı telden çalmıyorsa vay haline, mutsuzluk, mizaç sıkıntısı hemen baş gösterir. Kadın akşam evine gelen kocasına sorar, diğeri hemen soruyu cebir denklemine yatırır, sonucuna bakarak cevaplarını hazır eder.

“Arkadaşım Mukaddes geldi bugün… Kızı Songül o mimar-mühendis çocuktan sonra, bu kez tiyatrocu, gazeteci, çulsuz, çapulcu, hatta roman mı ne yazıyormuş, işte ona, Mahmut adlı delikanlıya gönül vermiş. Evleneceğim diye tutturmuş… Ne dersin?”

Teknik adam ne desin, düşünmesi lâzım, evvela cebir denkleminde yerini bulması gerekir: Düz mantıktır bu!

Teknik koca, Songül’ü’ a yapar, tiyatroyu x‘e koyup karesini alır, b çapulcu delikanlıdır, onu da tiyatroyla çarpar, genişletir hacmini, sonra sıra c‘ye gelir. Fakat c‘den ses seda çıkmaz, karısı c’den söz etmemiştir; C yoksa Mukaddes Hanım mıdır? Haydi, gel, çık işin içinden…

Bütün gün mesaide yorulduğu yetmez gibi, evde de karşısına sorun çıkartırlar.

Dedik ya, onların işi hiç bitmez!

Başından eşini savdı ve Songül hakkında bir cevap verdi diyelim, karşısına bu kez kızı çıkar; kızcağız üniversitenin siyasal bilimler fakültesinde okur, azıcık solcu, hâliyle ateisttir.

“Baba, Tanrı sorunsalı üzerine ne düşünüyorsun?”

Ne düşünsün, düşünülecek bir şey yoktur!

Teknik adam, eh azıcık da olsun, lisede üniversitede not almak için zoraki biraz kitap mitap okumuştur; oradan bilir. Bu taraklarda bezi yoktur, ama sorarlarsa agnostiktir!

Siyaset icabı Cuma namazlarını kaçırmaz; eğer Hıristiyan toplumunda yaşıyorsa, Pazar âyinlerini…

“Tanrının ne varlığı kanıtlanabilir, ne de yokluğu… O hâlde bununla ilgilenmemiz gereksizdir. Zira Tanrı’yı cebir denkleminde nereye koyacağımızı bilemeyiz!” der…

Kızı yetinmeyip sorar, “Peki, sen inanıyor musun, inanmıyor musun, bana onu söyle!”

Teknik adamın canı sıkılır,  “Benim inanmam önemli değil! Sen ispatla bakalım…”

Kız, “Neyi ispatlayacağım ki?” der, “Olmayan bir şeyin ispatına gerek var mı!”

Teknik adamın canı iyice sıkılır, “Şimdi bir mucize olsa, İsa Hazretleri cama yanaşıp tık tık, ben buradayım dese, işte ispatı… O vakit hemen inanırım. Gözümle gördüğüm için… Tapınmaya başlarım.”

Aslında teknik adam tapınmak istiyordur da buna bahane aramaktadır.

Kızı konuşur: “İyi de halüsinasyon, ruh hastalıkları, illüzyon, ne bileyim ben, bir sürü abra kadabra, abudik kubidik ve antin kuntin, taklaya gelen işler de var… Bunları bilim ispatı sayamayız herhalde…”

“Lafı kıvırıyorsun, tuzlayıp haşlıyorsun, karıştırıp bulandırıyorsun. Tanrı var mı, yok mu? Bütün mesele bu… Ya var, ya yok!”

Üniversite öğrencisi kızcağız susar, o susunca cebir denklemindeki c susmuş olur.

C‘yi A‘yla değiştirse, acaba denklem değişir mi, bunu biz bilmeyiz, o bilir…

Kızı sustukça, uzmanlaşmasının barbarlığı içinde kıvranan adam iyice öfkelenir, cevabını alamamıştır, teknik adam dediğin muhakkak bir denklemin sonucuna ulaşmalıdır.

“Kızım diye demiyorum ama nâkıs, aksi, ters bir şeysin! Nasıl kocaya gideceksin, vallahi ben bilmem, anan bilir. Bir de geçti karşıma, ne Tanrı var diyor ne de yok diyor, ama galiba yok diyor, fakat kanıtlayamıyor…”

Başından tanrı sorunsalını da savdıktan sonra azıcık rahatlamak üzere televizyon karşısına geçerek dizi seyretmeye başlayan teknik adam, eğer kanepesinde uyuklamaya kalmamışsa, muhakkak dizideki mantık hatalarını hemen yakalar; hele sinema filmlerindeki aşk sahneleri tamamen cebir denklemine uymaz. Adamcağız sinirlenecektir.

“Filmdeki ellisini geçmiş, çoluk çocuk sahibi roman yazarı kendisine öykülerini e-postayla gönderen yirmilik taze kıza, yüzünü dahi görmeden sırf yazdıklarını okuyarak nasıl âşık olabilir?” der, “Olamaz, efendim! Aşkın ortaya çıkabilmesi için karşılaşılması gerekir.”

Cebir denkleminde romancıyı a yapar, yazdıklarını x‘e koyar, çarpar; kızı b yapmıştır çoktan, c ise sabit sayı olarak kafasındaki olmaz olası aşk kadardır; sonuç 0 çıkmaz.

Teknik adam bundan rahatsız olur, zira sıfıra eşitlenmeyen her şeyde sorun vardır, tamir gerektirir. Gecenin bu yarısında tamirata gitmek işine gelmez, bu gecenin bir de sabahı vardır ki tekrar patronun işyerine gidecek, orada kafa patlatacaktır.

En iyisi gidip uyumaktır, varsın roman yazarı yaşı geçkin adam, kendisine öykülerini gönderip uzaktan âşık ettiği kızla uğraşıp didişsin…

Zaten, edebiyatçı dediğin, sütü arşınla ve basmayı da kiloyla ölçmeye kalkan zibididir; beş para etmez onun gözünde…

Teknik adam, bütün gün karşılaştığı sorunları çözüp sıfıra erdirmenin rahatlığı yahut çözemeyip sıfıra daha sonra ulaştırmak üzere ertelediklerinin verdiği gevşeklikle uykusu gelir, “Hanıııım, ben yatıyorum!” der, yastığa başını koyarken göreceği rüyaların saçmalığını ertesi sabah hatırlamamak üzere uykuya dalar.

Rüyalarını dahi sevmez; saçma bulur onları…

O kupkuru ve horultuyla yatınca rahatlar, bize de bunları yazması düşer; gece yarıları, sabahlara kadar…

Yazarın notu: Bu deneme yazısı, birkaç yıl evvel yazılmıştı. Bekliyordu… Daha evvel bunun bir hikâyesi de yazılmıştı. O hikâye, yakında basılıp yayımlanacak olan “Geçiyordum, Uğradım!” başlıklı bir kitabın içinde yer almıştır. Okur, ileride, bir gün,  hikâye kitabında bu deneme yazısını andıran bir metinle karşılaşırsa, bilsin ki, yazar kendinden intihal etmiştir.

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın