Evet, İstanbul, o hatırladığımız İstanbul değil artık. İzmir de "o" İzmir değil, Ankara da, Eskişehir de. Eminim Yozgat bile eski Yozgat değildir. Ama güneş aynı güneş, deniz aynı deniz...
Bu yazıyı uzun süredir yazmayı düşünüyordum, her yazmaya başladığımda durdum, düzelir herhalde bir şeyler dedim, gelmedi içimden yazmak, bıraktım, yazmadım. Her bırakıp yazmadığımın ertesinde, her şey daha da kötüye gitti, düzelmedi hiçbir şey. Her “yazmayayım, neyse…” dediğimin ertesinde, insanlar daha fazla sıkılmaya, bıkmaya, nefes alamamaya, kaçmak istemeye, gitmeye, gidememeye, yaralanmaya, ölmeye başladı bu ülkede. Ben yazmak istemedim, sen çizmek istemedin, o tasarlamak, yaratmak, üretmek istemedi. İnsanlar yaşamak istemedi…
Her şey anlamsızlaştı günden güne. En çok da biz mimarlar, tasarımcılar, yazarlar, düşünürler, sanatçılar için anlamsızlaştı. Neden yazıyorduk, neden tasarlıyorduk, ne için üretiyorduk, ne yapıyorduk, ne işimiz vardı bu ülkede? Düşündük bol bol, konuştuk, anlattık, dertleştik. Yapacak bir şey yok, kaçmak lazım, gitmek lazım buralardan dedik. Kimimiz İstanbul’dan, Ankara’dan bıkmıştık, kimimiz komple ülkeden, kimimiz bu dünyadan. “Yaşanmaz İstanbul’da artık, Bozcaada’ya gidelim” dedik, “bu ülkede kalınmaz daha fazla Kanada’ya gitmek lazım” dediler. “Bu işin sonu yok, dünya boktan bir yer artık, kaçamazsınız, kurtulamazsınız” dedi başka biri.
Halbuki yakın zamana kadar ne de güzel kaçardık Asmalı’ya, kurtulurduk Taksim Meydanı’nın kalabalığından. Hafta sonu Heybeli’ye kaçardık, iki kadeh içer unuturduk bütün dertleri, tasaları. Arada çok sıkılırdık, bıkardık, güneye kaçardık. Ama kaçıp kurtulduğumuz yerler bile çok güzeldi, dönünce özlemişiz be derdik. Haydarpaşa’da inerdik trenden, bu şehir için “kaçmak” kelimesini kullandığımız için kendimizden utanırdık. Otobanda İzmit’i geçince başlardık plan yapmaya. Yarın şunlarla şuradaki sergiye gideriz, öbür gün de onlarla oradaki konsere gideriz, haftaya da bir Ada yapalım kesin derdik. Atatürk’e iner inmez açılırdı telefonlar, aranırdı arkadaşlar “akşam ne yapıyoruz?” diye…
Kabul. İstanbul eski İstanbul değil. Evet, artık Taksim’de konsere gitmiyor, İstiklal Caddesi’nde sergi gezmiyor, Emek’te sinemaya gidemiyoruz. Haklısınız, bitirdiler Beyoğlu’nu, Moda’yı, Kadıköy’ü, Adalar’ı. Yakında bir martının içinden geçip bineceğiz vapura. Şehri Galata Kulesi’nden değil de, bir dönme dolabın tepesinden seyredeceğiz. İş çıkışı Dolmabahçe’nin ağaçlı kaldırımlarında keyifle yürüyemeyeceğiz belki. Evet, İstanbul, o hatırladığımız İstanbul değil artık. İzmir de “o” İzmir değil, Ankara da, Eskişehir de. Eminim Yozgat bile eski Yozgat değildir.
Ama güneş aynı güneş, deniz aynı deniz. Martılar aynı, rakı aynı, “burası da iyice bozdu” dediğimiz dönercinin döneri, “oraya artık gidilmez” dediğimiz meyhanenin mezeleri aynı. Olan biten her şeye rağmen ben aynı benim, siz aynı sizsiniz…
İnanıyorum. Güzel şeyler olacak, aynı masada, aynı evde, aynı şehirde, aynı güneşin altında. Yeter ki bırakmayın yazmayı, çizmeyi, düşünmeyi, tasarlamayı, paylaşmayı. Aklı fikri para olan müteahhidin kışla arazilerine göz diktiği gibi göz dikin hayata, yaşamaya, üretmeye, yaratmaya.
Aynı güneşin altında*, görüşmek üzere…
* Türkiye’de çıkan en başarılı bağımsız dergilerden olan Calling, bu sayısında “aynı güneşin altında” diyor kapağında. Ofise geldiğinde kapağını açtım ve çok güzel bir yazı okudum ilk sayfada (Fotoğraftaki yazı). “Güzel şeyler olacak” diyordu sonunda. Ben de uzun süredir böyle düşünüyorum ve bizim gibi düşünen, ‘bizim gibi’ insanların bunu her ortamda söylemesi gerektiğini düşündüm Calling’deki yazıyı okuyunca. Öyle yazdım bu yazıyı.
Resim: Calling bu sayısını Can Zeydan’ın şu yazısı ile paylaşmış instagramda: “İç karartıcı ve boğucu bir kokunun haddinden fazlasıyla ve kaçınılmaz şekilde soluduğumuz havaya sindiği bu günlerde yaşama tutunmanın ve hayaller kurmanın yolu hep bir kaçış teması üzerine kuruluyor. Korkunç, kabul edilemez, anlaşılması ve anlatılması çok da mümkün olmayan olayların ardı arkasının gelmemesi, kafaları sağlam karıştırdı. Geleceği göremeyen yalnız bizler, bu şartlar altında yaptığı, ortaya koyduğu işlerin bir şekilde değersizleştiğini düşünüyor veya düşündürülüyor. Hayatta tutunmada zorluklar yaşamayı normal karşılasam da, bir şekilde elimize tutuşturulan binbir bahanenin de arkasına saklanıyoruz gibi geliyor. Yaşam koşullarından yaratıcı düşüncelere kadar genişleyen devasa bir kara delik doğuyor. Bu kara deliği genişletmek elimizde olduğu gibi bunu daraltmak, buradan kafayı yukarı kaldırmak, çıkmaya çaba gösterene el uzatmak… Hepsi elimizde. Aynı güneşin altında yaşadığımız müddetçe kendi evrenimizi düzeltmek elimizde. Önce öz eleştiri! Özgür kumpanya bitmedikçe, gerçek birliktelikler derinleştikçe, samimiyet sürdükçe; güneşin altında çok güzeliz…”
Teşekkürler Can, teşekkürler Calling…