Onu önce ceketleriyle tanıdım. Erkek ceketleriydi. Yüzlercesi, binlercesi bir aradaydı. Farklı renkleriyle yanyana gelmişlerdi. Orta geçit dışında aralıksızdılar, bitişiktiler. Yağmur yağdı üstlerine, ıslandılar. Islanınca farklıydılar. Güneş altında daha da farklı oldular. Çok kişi ceketleri görmeye geldi.
Çoluk çocuk, bütün Helsinki önündeydi neredeyse. Gazetelerde boy boy resimler çıktı. Helsinki Sanomat’ta yarım sayfa bastılar. Katajanokka’da otururken, Helsinki’nin doğusuna bir ucundan bağlı bu adadan, merkeze doğru gelirken görürdüm onları. Orada kaldıkları birkaç hafta, çoğu kez önlerinden geçtim. Ceketler kışın buz tutan, yağmurda bembeyaz gövdesinin altında kurşunileşen, buzların erimesinin ardından baharın kendisini hissettirdiği ilk günlerde birer ikişer insanların kuşlar gibi uzun çizgilerinde sıralandığı, yoğun kent yaşamı içinde soluklandığı, kentin şüphesiz bir meydana bakan en büyük oturma kanepesini, beyaz katedral Tuomiokirkko’nun (Tuomio Kilisesi’nin) sanki bir anda binlerce kişi inip çıkacakmış gibi gözüken, dev gibi, dik, uçsuz bucaksız merdivenlerini kaplamıştı. Merdivenler bir kumaş denizine dönmüştü.
Ceketler meydanın bir parçasıydı artık. Meydanın bitişinde, bir yandan, onu sınırlayan, yatık yüzeyi ile Helsinki’nin en büyük en büyük ve önemli boşluklarından birine bakan, beyaz Katedralin etekleri, kaidesi olmuştu. Meydan ile yüksek kottaki kiliseyi birleştiriyordu, biribirine bağlıyordu hassas bir şekilde. Bir yandan da buram buram sanat kokuyordu. Kentin dev bilboardu gibiydi. Bazı akşamlar, onları meydanın köşesindeki Engel’in kafesinden seyrederdik. Ceketlerin, merdivenler üzerinde ne hale geldiğini, şekil değiştirip başka birşey olduğunu görmek şaşırtıcıydı. Ceketler, ceketlikten çıkıp, yeni formlarıyla, bir araya gelişleriyle, başka bir işlev kazanmış, başka bir mekan elemanı olmuştu. Ve hergün, meydanın ve kilisenin ana eksenindeki koca resimde hep birlikte değişiyorlardı.
Sanatçı Kaarina Kaikkonen’in ceketleri peşimi bırakmadı. Daha sonra Tampere’de de onlara rastladım. Bu defa yerde değillerdi. Sanat ve Medya okulundaki bizim grupla çalışma yaptığımız stüdyoya gelip gittiğim yolda, bir bulut gibi üstümdeydiler, bir caddeyi boydan boya kaplamışlardı. Güneşle bir başka, gölgeleriyle daha bir başka olan ceketler, gece yolu hüzünlendiriyorlardı. Yine bakanı, altından geçeni şaşırtıyordu Kaarina Kaikkonen. Daha sonra Kaarina’nın diğer yapıtlarında ceket macerasına devam ettiğini gördüm. Ceketler her yerdeydi. Hiç umulmadık bir anda, bir yerlerde tekrar ortaya çıkıyorlardı.
Bazen kuzeye özgü çıplak sanki cilalanmış gibi duran kayalıkların etrafını sardığı bir kıyıda, hepsi beyazlar giymiş, dikine doğru denize ileriliyorlar ve içlerinden en başta olanı önlerindeki kayaya çıkıyordu. Bembeyaz kar üzerinde biribirini takip eden, hareketlenen ceketlerde vardı. Bazen de bir kulübenin çatı hizasında biraraya gelerek, yapıyı karikatüze eden yüksek bir varenda oluşturmuşlardı. Başka yapıtta ise yerel bir kitaplık binanın yüksek yan duvarına, çatısına doğru tırmanıyordu diğer giysilerle birlikte. Ya da bir sokağın başından aşağı doğru akıyorlardı rengarenk. Bir diğer örnekte ise ceketler asfaltın üzerinde takım halinde yere serilerek kalın bir çizgi oluşturuyorlardı sanki yere yatmış insanlar birşeyleri protesto eder gibi. Rauma’da olduğu gibi bir kilisenin önündeki ağaçlıktan, kilisenin önündeki ağaçlığa doğru, iki elleriyle yanlarındaki iplere sıkı sıkıya sarılmış arka arka sıralanmış ceketler sudan fırlıyorlardı. Ceketlerin sıkıştırılmış, dikdörtgen kutuya dönüştürülmüş adeta konserve edilmiş, sonra da açılmış versiyonları da vardı. Bunlar arka arkaya gelerek bir galerinin yan duvarına bitişik yerleştirilmişti sıra sıra. Yine bir galerinin köşesinde, kat kat yerleştirilen yüzlercesi içerisini tribünleştirmişti. Bir başka enstallasyonda ise ceketler, arkalarını dönerek aşağıdan yukarıya yükseliyorlardı, yine birşeyleri protesto eder gibi, ya da çaresizce hep birlikte uzaklaşır gider gibi. Ceketlerin uzun bir iç mekanın içinde halı gibi düzenli bir şekilde üst üste serilip, sonra duvara tırmanıp sonra da tavana döndüğü de oluyordu bir başka sergide. Ceketlerin bazen gömleklere, tişörtlere dönüştüğü de oluyordu.
Her çalışmanın vurgulamak istediği ayrı bir mesajı vardı, geçen yılki çalışması Jyväskylä’daki eski bir kilise ile bir kamu binası arasında adeta yıllarca kendisini bekleyen on altı yüksek bayrak direğine astığı yüzlerce giysi ile oluşturduğu, yarı geçirgen ve her anı ile değişen, yine bütün milleti iki ay önüne topladığı dev duvarda olduğu gibi.
Kaarina ceketlerini, giysilerini ülke aşırı, deniz aşırı yerlere de götürdü. Onları doğada, kentlerde, galerilerde sergiledi. Örneğin, İngiltere’de Brighton’daki eski bir kilisenin uzun eksenine paralel iplerle adeta omuz omuza çamaşır asar gibi astı. Rochester Katedrali’nde de ortadan bölünmüş, arasından kemerli açıklığa doğru, yerde yanyana gelerek oluşan bir altara dönüştürdü. Dublin’de de ilgi çektiler. Taşlarla oluşan bir tepeçiğe bir yol gibi tırmandı ceketler. İsveç’te ise bir parkın ana yürüyüş ekseninde, yürüyenlerin bir yanında, yukarıdan düz bir çizgi şeklinde yan yana asıldılar. Brüksel’de ise yine el ele kol kola kentin bir yanında evlerin üzerindeydiler.
Japonya’da da evlerin arasından, derenin üzerinden bir baştan bir başa ormana doğru havadan uçup gittiler, uzaklardaki yeşillikte kayboldular.
Giysiler, Küba’da ise kayalık, taşlık, eski bir kalenin iç atmosferi içinde bir başka gizeme bürünüdüler. Kaarina onları Kübalılarla birlikte iplere gerdi. Babasının ceketlerini onlarda sevmişlerdi.
Amerika yolculuğundan geri dönüşte bana daha uykusunu alamadan uzun uzun anlattığı Wyoming’deki dev çalışmasında olduğu gibi ceketler, giysiler bu defa bambaşka olmuşlardı. Yüksek bir mekanın ucundaki dev duvarda ve önündeki mekanda sanatçının adeta tuvalini oluşturmuşlardı. Farklı ışık yorumları ile, ortada ufuk çizgisi, deniz üzerindeki ışığın yansıması, bir doğa manzarası, renkler, ünlü ustalar, Vasarely, Turner bir çoğu oradaydı sanki.
Karina bir heykeltraş. Mizahi anlatımları, konuşkanlıkları, yaşama bakışları ile renkli kişilikleri, farklı lehçeleri ile tanınan, Finlandiya’nın batısında biraz güneye doğru bir bölgeden, Kuopio daki İisalmi’den. Kendisi Fince söylenişi ile bir Savolainen, yani Savolu. CV’sinde ise heykeltraş yazıyor. Ama o alışılmış bir sanatçı değil. İnsanı taştan çekiç darbeleriyle çıkartan, yontan, sanatçıların aksine insanların giydikleriyle ilgileniyor. Sanki çok sevdiği babasının eski ceketini sırtından çıkarıp atmasını bekliyor. Sonra onu yeniden yaratıyor, yeniden ortaya çıkarıyor. Yaşadığımız hızlı tüketim toplumunda birini giyip, birini bıraktığımız, eskiyince ya da modası geçince attığımız ceketleri topluyor. Bunlar ikinci el kullanılmış eskimiş ceketler, yani babasınınkiler gibi. Onun gibi yüzlercesini buluyor ve bulduklarına başka anlamlar yüklüyor. Kimbilir belki de yaşadığımız dünyadaki erkek hegemonyasını bir ironi içinde, bu içi boş giysilerle anlatıyor. Ama onlara çok değer verdiği açık. Belki de yaptığımız gereksiz harcamaları, sistemimizi, bizim sağa sola attıklarımızı alamayanları, dünyanın bir çok yerinde açlıktan ölenleri sorguluyor sanki cesur ve şaşırtıcı bir şekilde hemde çok uzağa gitmeden yakınında bulduklarıyla.
Sadece babasının ceketleriyle değil, kravatlarıyla, hatta beyaz gömlekleriyle düzenlemeler, tablolar yapıyor. Hatta onları sandala dönüştürdüğü bile olmuş.
Annesini kaybettikten sonra onun geride bıraktığı rujlarıyla, makyaj malzemeleriyle, maskaralarıyla, pudralarıyla, parfümleriyle, kolye ve küpeleriyle, dilini, tabanını, içini, dışını biribirinden ayırdığı topuklu dans ayakkabılarıyla, soğan gibi sapından aşağı doğru doğranmış çatal ve bıçaklarıyla, şekil değiştirip deniz kabuğuna dönen metal pasta kalıplarıyla da bir sürü yapıtlar sergiliyor.
Geçen yılki Mänttä Sanat Festivali’ndeki çalışmasında ve bazı öncekilerde, kendi deyimi ile üflediğinde çekip gidecek, hassas çizgiler, mekan içlerinde etkili dev dalgalı hareketlere dönüşen (bazı çalışmalarında 1,5 km) tuvalet kağıtlarını kullanarak yaptığı uzun şeritler ve ışık gölge oyunları, Polonya’daki bir sergisinde olduğu gibi, eski telefon rehberlerin sayfalarını kullanarak bir iç mekanın döşemesi üzerinde oluşturduğu sanki hızlandıkça hızlanan, dairesel dönüşler, kağıttan yapılmış patates çuvallarının yüzlercesinin galeride boş ve ağzı açık şekilde yan yana gelerek oluşturduğu düzenleme yine günlük yaşamımızı, sistemi, devamlı korkutucu şekilde tüketen toplumumuzu sorgulayan yapıtları oluyor herhalde.
Bembeyaza boyadığı 100 kavak ağacıyla gerçekleştirdiği yapıt, Kaarina’nın doğanın kendisinden alıp geri verdiği, yeni bir anlam vererek yine yerine koyduğu proje. Burada galeri doğanın kendisi. Fiberglas ve kağıt kullanarak yaptığı kauçuk yapraklarına benzer dev yaprakların değişik galerilerdeki abartılı iç mekan sergileri, yine bir başka galerinin kapısından içeri giren, Fin ormanlarında hemen her yerde görebileceğimiz yerlere dökülmüş ince dalların, çalı çırpıların, doğal hali, koyu renkli enstallasyonunda ya da aynı malzeme ile kalın bir halı gibi duvarı kaplayan yapıtında Kaarina doğayı galeriye davet ediyor.
Karina Kaikkonen yapıtlarında kendi mekanının derinliklerini arıyor. Sergilerinde değişik formlarda, hep insan landscape’ini görüyoruz. Seçtiği yer, mimari mekanın her türlüsü. İç mekan, kent mekanı, doğa ve peyzaj. Kentin orta yerinde merkezi bir meydan, işlek bir yol, kıyıda kalmış bir yol ağzı, köşebaşı, sıradan bir kır evinin yanı, basit bir oda, eski bir kilise, bir duvar, bir bina cephesi, asfalt yol, kentin uzantısında bir landscape, bir eski kalenin içi. Mekanını bu dekorların üzerinde kuruyor. Koydukları, o mekana başka tanımlar getiriyor. Figüratif bir malzeme onun yeni yorumuyla yine figüratif görünse de soyutlaşıyor. Doğayı içeri, iç mekana davet etme ya da doğaya kendi figürlerini koyma, doğaya çıkma ve kentle içli dışlı olma, iç mekan ve dış mekan arasında çalışma. Mimari mekanların arasında Land Art ve Gallery Art iç içe giriyor. Onun yapıtları mimari mekan ile kendi sanatının mekanı arasındaki bir sentez. Bir başka deyişle, doğada olduğu gibi, mimari mekanda da kendi sanatının mekanını yaratıyor. Ya da onun yapıtları mimari ile sanat mekanının arasında, mimari ile sanatın el sıkıştığı bir yerde.
Sohbetimiz sırasında benimle paylaştığı iki çalışmasında, biri Kuopio’daki Elektrik Santralinin orta galerili mekanında geçen yıl 1.500 lamba ile tasarladığı, ışık tasarımı ile Ark House’un planladığı Viikki’deki Öğretmen Eğitim Merkezi’nin askeri dik açısal tasarımı içinde ana yemek salonunun üzerinde gerçekleştirdiği, sarı renklerde havada uçan mekana kontrast çizgiler, soyut yüzler, silüetler, oradaki eğitim alan öğrencilere bir ailenin hikayesini ve sevgiyi anlatan 2004 tarihli yapıtında olduğu gibi. Adeta kent ve mimarisi onu bekliyor yeni yorumlar, yeni sürprizler için.
Kaarina’nın yapıtlarında sembol haline gelen ceketlerinden ve diğerlerinden şunları öğreniyoruz. Hiç umulmadık bir malzeme bize kendi mekanımızı kurmada yardım ediyor. Koşul ona dikkatle bakmak ve onda ısrar etmek. Yani cekette olsalar, ceketleri dikkatle dinlemek. Ceketler onu bir yere kadar götürüyor ve yeni serüvenler buluyor. İncelediği alan günlük yaşamın içinden, günlük yaşamın kendisi ile ilgili. Hergün dolaştığmız, önünden geçtiğimiz yerler. İyi bir gözlemle yapıt günlük mekanın bir parçası oluyor. Hep orada olmuş gibi. Kent, landscape, volüm, boşluklar, doluluklar bir araya geliyor, adım adım, bir zincirin halkaları gibi. Tabi bu anlamda Kaarina bitmeyen hikayeler buluyor. Çünkü bütün kent, meydanlar, yollar, deniz kıyıları, yürüdüğü deniz kıyısı, yaşadığı politik sistem, geri dönüşümlü yaşam, tüketim toplumu, daha bir sürüsü onun alanları.
Kaarina’nın ceketlerini düşünürken, bir kez daha Beyaz Kilise’nin önüne geldim. Kaarina eğer mimar olsaydı ne yapardı dedim kendi kendime. Kimbilir kilisenin önüne serdiği yüzlerce ceket yerine yine kullanılmış koyu renk, ikinci el, bazı yerleri siyahlaşmış, belki de yanmış ahşaplarla, kilisenin merdivenlerini boydan boya merdivenleri yok ederek eğimli kaplardı. Kay kay yapan gençler dışında kimse oraya çıkamazdı belki de. Ya da yukarıdan aşağı, ahşaplar üzerinden halatlar, ipler sarkıtırdı. Kiliseye gitmek isteyenler iplerle yukarı tırmanırlardı. Ya da papazlar nöbetleşe onları çekerlerdi her ayin öncesi. Ya da ipleri koymaz, ahşap yerine de, paslanan, kullanılmış demir levhalar ile bütün merdivenleri kapatıp eğimli dev yüzeyini oluşturur, kilisenin beyaz gövdesiyle kontrast, demirden bir kaide yapardı. O yüksek çıkılması zor, insanı yoran neredeyse 45 derece eğimli merdivenler başka bir anlam kazanırdı. Meydan tarafından, kiliseye ulaşamazdınız ama o sadece gönüllerde olurdu üç beş haftalığına. Ya da bütün kilisenin cephesini baştan başa säläikkö (Modern Fin Mimarisi’nde çok popüler olan ve sevilen sıklıkla alt alta gelen, hatta bazen pencereleri arkada bırakıp önünde giden, yatay ahşap çizgiler, ahşap yatay bandajlar) kaplardı. Belki de mimar olmaktan vazgeçer, sonra yine sanatçı olurdu. Katedralin içinden meydandaki halka, konfeti atar gibi bilmem kaç kilometre uzunluğundaki tuvalet kağıtlardan oluşan yüzlerce şeriti dikdörtgen meydana doğru yollardı. Galeri mekanlarında tuvalet kağıtlarıyla yaptığı cesaretli, dev dönüşleri koca meydanda da yapardı. Ya da papazlardan, kilise konsülünden izin alıp bütün kiliseyi beyaz gövdesinin etrafından hep kullandığı halatlarla, iplerle, yüzlerce defa düğümlerdi, paketlerdi bir süre için. Ya da daha ileri gidip birkaç haftalığına bütün kiliseyi tuvalet kağıdı ile sarıp sarmalar, Mısır Mumyası gibi yapar, onu mumyalardı, beyaz gövdesiyle, yaldızlı kubbeleriyle, çan kulesiyle. Ya da yine ilk yaptığını yapar, ceketleri seçerdi. Kiliseye yine hassaslıkla yaklaşır, ona hiç dokunmaz, (ama belki de bu yolla dokunmadan dokunur) babasının ceketleri gibi olan binlercesini tamı tamına bana söylediği rakkama göre 3.240 ceketi, yine dev merdivenlerine büyük bir dikkatle sererdi.
Abartı bir yana, Kaarina’nın yapıtları kendine özgü. Sevgi ve sevmek eksenli. İnsan eksenli, doğa ve çevre eksenli. Etrafımıza nasıl dikkatle ve keyifle bakmamızı umursamadan şakalar yapmamızı, hemen yanıbaşımızdaki, biraz ötemizdeki dünyaya nasıl bakıp sorgulamamız gerektiğini, gördüklerimizin nasıl sihirli ve başka anlamlar yüklü olduğunu vurguluyor. Onun ceketlerinin arkasında bir sürü anlam saklı. Ülkesinin en büyük kilisesinin önünü ve daha bir çok yerini, deniz kıyısı, kent içi, kent dışı demeden sanat uğruna bizim Eminönü’ndeki Mahmutpaşa’ya çeviren Kaarina Kaikkonen’in yaptıklarından birçoğunu bir kenara atıp sanki bir cümle okuyorum. Herşey herşeyin içinde, diyor, duvara duvar, binaya bina, döşemeye döşeme, merdivene merdiven, mimarlığa mimarlık, heykele heykel olarak bakmadığımız, her gün elimizin altında olan tuvalet kağıdını sadece tuvalet kağıdı, ceketi sadece ceket olarak görmediğimiz sürece. Kaarina bana Paulo Coelho’nun Simyacı’sı ile Calvino’nun ağaca çıkan Baron’unu hatırlatıyor.