Parmağıyla havada bir şeyler çizen küçücük bir çocuktu. Tek eğlencesi de buydu. Çocukluk hayaliydi mimar olmak.
Kimi polis olmak isterdi, kimi doktor, kimi kamyon şöförü. Arkadaşları içinde bir tek o mimar olmak istiyordu. Çünkü en iyi resim çizebilen oydu ve küçücük aklıyla mimarların birer ressam da olduğunu düşünüyordu. Hemen ilkokul bitsin de ortaokulda resim öğretmeniyle saatlerce resim çizsin istiyordu. Dakika bir, gol bir; okulda resim öğretmeni yok. Üç sene resim öğretmeni olmadan ve resimden uzak yaşadı çocuk. Hatta hiç çizmedi dersek yeridir. Lise, ergen gencimizin son umuduydu; o da ne, resim öğretmeni dünyanın en çatlak kadını ve üstelik daha kendisini hiç tanımamasına rağmen nefret etmişti ondan. Onun da son tutanacak dalı kırıldı, umut ışığı söndü. iyice koptu resimden. Sonra üniversite hayatı başladı genç arkadaşımızın. Hayalindeki mesleği zor da olsa kazanabilmiş, mimarlık okumaya başlamıştı. Üstelik okulda resim ve heykel dersleri de var. Ama gel gör ki, büyük düşünür ve şair İsmail YK’nın da dediği gibi “Benim beğendim beni beğenmez, beni beğeneni ise ben beğenmem” gururuyla bu sefer de genç arkadaşımız istemedi, küsmüştü resime, gitmedi derslere. Yıllar yılları kovaladı. Çok şey okuduğunu, çok şey öğrendiğini sandı. Üniversitede öyle bir dolduruşa gelmişti ki sanıyordu mezuniyet belgesini eline alıp okuldan dışarı adımını attığında birileri ona seslenip “gel kardeş bize bir kültür merkezi çiz” diyecek. Üstelik idealistti de. Bir de bir şeyler bildiğini sanıp üst perdeden konuşmuyor muydu? Ağzının ortasına kürekle vurasınız gelirdi.
Mezuniyet belgesini eline alıp dışarı adım attığı zaman bir baktı kimsecikler yok. Daha o şoku yaşarken pat diye kafasına bir şey çarptı. Sokakta top oynayan çocuklar yanlışlıkla kafasına top atmışlardı. “Keserim topunuzu!” deyip sinirli bir şekilde adımlarını sıklaştırdı.
Eve vardığında herkes tebrik ediyordu onu. Mutluydu. Savaştan çıkmış kumandan edasıyla ilk bir hafta mağrur mağrur etrafta dolaştı. Yavaş yavaş düşüyordu rütbesi… “Dışarısı” hiç de tahmin ettiği gibi değildi. Umduğunu bulamış, hevesi kırılmıştı bu taze mezun arkadaşımızın. İlk günlerde el üstünde tutulup,daha sonraları babanın zorla “Kalk iş ara” demelerine maruz kaldı. İş arasın da daha portfolyosu bile hazır değildi ki. Hazırladı portfolyosunu, gardını aldı, artık demir alma günüydü. Onlarca yere başvurdu. Her gün mailini kontrol etti. Ama nafile… şok üstüne şok. Zar zor bir şantiyede işe başladı. Hayaller Zaha Hadid Architects, gerçekler ise bir cami şantiyesi…
Her gün kir pas içinde eve geliyordu. Duşa alabilirse ne ala. Direkt uykuya dalıyordu. Oysa öyle mi hayal etmişti ilk mimarlık fakültesinden içeriye girdiğinde. Mezun olacaktı, en iyi ofislerden birinde çalışıp, projeler çizecek, konferans konferans gezecek, fuayelerde şuh bir edayla kokteylini içerken Le Corbusier’yi eleştirecek, Mimar Sinan’a Sinan diyecekti. Ne yazık ki öyle olmadı.
Bir gün şantiye’de yine kir pas içinde tulum giymiş bir şekilde oturmuş, gelecek için güzel hayaller kurarken genç ve talihsiz arkadaşımız; yanına gelen bir işçi arkadaşının: “Abe, çabuk gel!” demesiyle irkildi. Birilerine kötü bir şey olduğunu sanıp yerinde fırladı.
– Ne oldu usta?
+ Abe benimle adliyeye gel. Evime icra gelecekmiş.
– İcra? Sebep?
+ Abe ben bir ara 50 karton sigara yakalattım. Onun için bana ceza vermişler. Ben de bilmiyordum ödemedim,adliyeye gidelim soralım.
Bu olay genç arkadaşımızı tam dumura uğratmıştı. neler hayal etmiş, başına neler gelmişti.
Uzunca zaman olmuş proje çizmemiş, mimarlıktan uzaklaşmıştı, canı çok sıkıldı. İşten eve gelene kadar tıklım tıkış minibüs, insanların ter kokuları, sıcak, trafik iyice bunalmıştı onu. Nefes alamadığını hissetti. Önce t-shirtünü çıkardı, gitgide terliyordu. Sonra atletini. Biraz iyileşir gibi oluyor, aklına yaşadıkları geliyor tekrar terliyordu, bu sefer pijamasını da çıkardı. Altında sadece iç çamaşırı kaldı. Evinin tek penceresini de açtı, kafasını dışarı uzattı biraz rahatladı sanki. sonra paketinden bir sigara çıkarıp içine çekti. İyice gevşedi, keyfi yerine gelmişti. Biraz internette vakit öldüreyim derken, nasıl karşısına çıktıysa Le Corbusier’nin anadan doğma üryan bir fotoğrafını gördü. Yaşa be koca Corbu! deyip yerinden fırladı ve bir sigara daha yaktı. Fotoğrafa bakıp bakıp gülüyordu sonra kendi kendine konuşup “Kim demiş mimarlar siyah giyer diye. Mimarlar siyah giymez, beyaz giymez, hatta hiçbir şey giymez” deyip büyük bir çeviklikle ayağa kalktı, hızlı bir hareket ile üstündeki son parçasını da çıkarıp bir köşeye fırlattı.