Agu Külm bir Estonyalı. Bizim büronun hemen karşısındaki sokakta arkadaşlarıyla paylaştığı bir mimarlık bürosu var. Bazen öğle yemeklerinde beraber oluyoruz. Geçenlerde bir Estonya dergisinde yayınlanan projesi üzerine konuştuk. Dört yıl önce evlerinin bahçesinde yaptığı ilginç tasarımının detaylı hikayesini dinledim kendisinden.
Agu, Talin Sanat Akademisinin Mimarlık Fakültesini 1990 yılında bitiriyor. Okulu bitirdikten sonra Finlandiya’nın kuzeyindeki Oulu Mimarlık Fakültesinde yüksek lisansını tamamlıyor ve bazı bürolarda çalışıyor. Sonra da Berlin’de işler yapıyor. Bir süre sonra da eşi Tuula ile Estonya’ya geri dönüyor. Agu mimarlığa biraz ara verip kafa dinlemek istiyor. Zaten eşi de bir iş buluyor. Agu’nun ailesi Estonya’nın güney batısında, babasının ve annesinin balıkçılardan yeni aldığı Pärnumaa bölgesinde, Kabli’deki yaz evinde kalıyor. Agu iki küçük kız çocukları Lumi ve Meri’ye gündüzleri bakmaya başlıyor. Ev yüz senelik ahşap bir ev ama içinde tuvaleti yok. Dışardaki de harap vaziyette. Bir tuvalet gerekiyor. Çocukları ile oyunlar oynarken camdan gördüğü kıyılarda, kafasında giderek proje canlanıyor. O atmosferde aklına gelen çocukların, büyüklerin hoşuna gidecek, komik bir tuvalet projesi gerçekleştirmek.
Kuzeyde kırlık yerlerde, kentlerden uzak yaz külübelerinin yanlarında yapılan tuvaletlerin, doğayla beraber olma açısından özel bir geleneği vardır. Manzaraya dönen pencereler, sessizlik, doğa ile beraber olma, tesisatsız, borusuz, doğal dönüşümlü (recycle) bir sistemle işleyen fonksiyon, sedire benzer ahşaptan yapılmış, üzeri yuvarlak şekilde delinmiş, rahat oturma yeri, talaşla, küçük ağaç parçalarıyla kapatılan ve sonra özel bir yere taşınarak bekletilen ve gübreye dönüştürülen artıklar, bu tür kuru tuvaletlerin önde gelen bazı özellikleridir. Bazen kullanan, tuvaletin kapısını bile kapatmaz. Denize, göle heykel gibi bir kayaya, ya da bir tepeye çerçeve içinden bakarak, doğanın ortasında, kuş sesleri arasında, harika bir manzara altında bu mekan işlevini görür.
Agu’nun projesi de biraz daha içine kapalı ama bu anlamda düşünülmüş hatta form olarak oldukça abartılmış, tek kişinin kullanacağı basit bir kulübe. Tuvaleti büyük bir ağacın yanında, evin avlusunun denize bakan tarafında, kıyıya yakın bir yerde düşünüyor. Planı üzerinde çalışıyor, eskizler yapıyor, arkadaki açık girişiyle birlikte yaklaşık 2×3 metre boyutlarındaki bir mekanda karar kılıyor. Kıyı ile evin arasındaki 200-300 metrelik arazi, yazın adam boyu sazlıklarla örtülüyor. Agu bu yüzden mekanı dört ayak üzerinde düşünüyor. Tuvaletin çatı yüksekliği yaklaşık 4 metreye çıkıyor ve böylece orada oturana etrafı göstermek istiyor. Sonunda her şey kafasında şekilleniyor ve projeyi çiziyor. Kuzeydeki, Baltık kıyısındaki Troy atı işte böyle doğuyor.
Yıllarca önce Noriaki Kurukawa’nın Tokyo, Yokohama bölgesinde gerçekleştirdiği Childrens Land projesini hatırladım. (The Japan Architect, December 1965, sayı 115, sayfa 55-63) Kurukawa etraftaki kamping alanında çocuklar için, gözlerini kısmış gibi düşündüğü dev çadır şeklinde bir kütleyi, aralarında şeffaf yuvarlak merdiven yerleştirilmiş dört tane boşta giden zarif ve yüksek ayak üzerine kaldırmıştı. Proje mantar gibi yukarı açılıyordu. Buraya yatak bölümlerini yerleştirmiş, uzun kolonların en altına, girişin de ortasını yararak ortak giriş mekanlarını uzunlamasına koymuştu. Kurukawa’nın yaklaşımı oldukça modern sayılabilecek bir yaklaşımdı. “Çocuklara bir sürpriz yapmak istedim” demişti Japon mimar. Agu’nun da düşüncesi aynı olmuştu sanki. Yani bir şaka bir sürpriz yapmak istemişti çocuklara, ailesine ve komşulara. Öte yandan Agu’nun bu geleneksel, kaba, ve primitif denilebilecek kütleyi bilinçle tasarlayarak ortaya koyduğu kişisel tavrı ise Kurukawa’nın aksine modern değildi. Ama yapmak istediği, elindekilerle, buldukları ile kendine özgü anlayışıyla çocuklarla ve etrafla direkt iletişim kurabilmekti.
Agu‘nun tavrı ayrıca bana başka bir açıdan. Herb Greene’nin Oklahoma Çölü’nün ortasında yaptığı evden çok, hindi gibi, hareket eden bir yaratığa benzeyen projesini ve Greene’nin hocası Bruce Goff’un yine Oklahoma’da 1950 yılında tasarladığı genişten merkeze doğru küçülen spiral planı ve ortasında kulesi ile, deniz minaresini düşündüren konut projesini anımsatıyordu. (L’Architecture d’Aujourd hui, june 1962, Sayı 102, sayfa:52,53, 58, 59) Bu açıdan Agu’nun projesine sadece bitmiş form olarak bakmamaya başladım. O görünen formun arkasında çok önemli mesajlar vermek istiyordu belki de.
Agu projeyi tamamlayınca Finlandiya’dan tanıdığı arkadaşı heykeltraş Jukka-Pekka Jalovaara’dan yardım istiyor ve 2001 ağustosunda 4 – 5 haftada projeyi ekolojik tarafı da göz önüne alarak inşa ediyorlar. Agu ve Jukka, önce iki hafta açık denizden kıyıya vuran tahta parçaları ve dallar arasından malzeme topluyorlar, malzeme seçiyorlar. Yüzde seksen malzemeyi böyle elde ediyorlar. Denizin getirdiği tahtalar duvar malzemesi, ağaç dalları merdiven yanındaki korkuluklar, tüyler pencere önündeki tül perdeler vs oluyor. Tuvaletin iç mekanında elektrik yok, sadece mumla aydınlanıyor.
Proje inşa edildikten üç yıl sonra, Estonya’daki tuvaletler üzerine kitap yazan, Madis Jürgen, Outback adlı kitabının ikinci baskısında Agu’nun bir komşunun uyarısı ile projeyi basıyor. Agu’nun tuvaleti böylece tanınıyor. Daha sonra da Estonyalı bir iç mimar Kristjan Holm, 2004 Venedik Bienali için Time Out Architecture adlı bir ön proje hazırlıyor ve tasarıda bu tuvalete önemli bir yer veriyor. Proje, Estonya mimarlar odasının seçimiyle birinci oluyor ve Agu’nun atı sökülerek bütün tahta parçaları önce arabayla Venedik’e yakın bir limana, sonra da motorla yeniden kurularak bienalde sergilenecek Artiglierie dell’Arsenale adlı boş mekana götürülüyor. Estonya mimarları arasında, seçimi öncesi ve sonrası ülkeyi gerektiği gibi temsil edip edemeyeceği tartışılan, ülkesinde bazı çevrelerce mimarlık değil de bir çeşit popülistik, kichy bir yaklaşım olarak görülen bu tuvalet başta Bienal yayınları olmak üzere, Architectural Review, Ark/Arkkitehti, Detail magazine, Die Zeit ve diğer bir sürü dergi ve yayında konu oluyor, dikkat çekiyor, övgüler alıyor. RIBA da bu projeyi oraya katılan ünlülerin arasında, Bienaldaki en önemli ilk on yapıt arasında gösteriyor. Ve sonra arkası geliyor. Sonuç olarak Agu aklının ucundan dahi geçiremeyeceği şekilde ilgi görüyor. Yerel ve uluslararası mimarlık çevresince, sanat çevrelerince fark ediliyor ve defalarca hakkında yazılıyor. Agu ise bir şey yapmadım etrafta ne bulduysam bir araya getirdim diyor ama bu proje ile çok eğlendiğini söylüyor. Projeyi yaptığı yazı yaşamında hatırladığı en güzel, en anlamlı yaz olarak anımsıyor.
Agu‘yu dinlerken, nasıl kişisel deneyimlere önem vermemiz gerektiğini düşündüm. Düşündüğüm önemli bir nokta da tek bir mimarın gücünün, mesajının ne kadar kuvvetli olabileceği idi. Bütün gürültülerin uzağında, kendi çok özel kulvarında, başarıyı yakalamayı ve onun hesabını yapmayı, hiç bir şeyle yarışmayı düşünmeden, sadece kendi ile yarışarak, kafasına koyduğunu gerçekleştirerek bize çok şeyler söylüyordu. Sessiz bir ortamda tek başına hayal ettiği projeyi gerçekleştirmişti. Dünyanın bir ucunda, Baltık denizine bakan bir koyun yanında, kimseden habersiz, mimarlıkla oyun oynayarak. Yaşamın içinden günlük hayatın içinden gelen bir proje yapmıştı. Bütün parametreleri de kendisi koymuştu.
Agu’nun önümüze serdiği ipuçlarını toplayalım. Her ülkede etrafımızı saran mimarlık kültürü, eğitimi, üç aşağı beş yukarı biz mimarları, mimarlık öğrencilerini koyduğu kurallarla, verdiği ödüllerle hep aynı tornadan çıkmış gibi eğitir, yönetir ve yönlendirir. Bir çoğu da buna uyar. Sistem kontrolü sağlamak açısından öyle yapmaya zorunludur belki de. Ama bazen bu sisteme uymayanlar yukarılara tırmanırlar ve büyük kalabalıkta onları izler ve takip eder. Mimarlık sistemleri için bunlar nasıl olsa fantazidir, gelip geçicidir. Ama herkes gibi davranmayanlar, aynı elbiseyi giymeyenler ilginç seyler söylerler. Bu yerel ölçekte de uluslararası ölçekte de böyledir. Bu arada sisteminde kendini yenilemesi, eleştirmesi gerekir. Agu da benzer bir tornanın içinden çıktıktan sonra tamamen kendi kurallarını koyma fırsatı bulur. Bir anlamda tasarımı ile sistemi gözden geçirir sanki. Ama önemli bir şey daha vardır. Sözünü ettiğimiz sistem Agu’nun yapmak istediğini anlar kendi aralarında tartışmalar olsa bile ona olanak sağlar, ne yapmak istediğini söylemesi, kendini tanıtabilmesi için. Agu başka bir boyuta atlar, 5-6 metrekarelik projesiyle diğer tanrılar arasında sözü vardır artık Agu’ya özgü ve başka türlü bir söz.
Biraz daha ileri gidelim. 1917 de, New York’ta, bir pisuarı galeriye taşıyıp, galeride sergilemeyi gündeme getirip sanat dünyasını şoke eden Marcel Duchamp gibi Agu’da projesini fark edenlerin ona açtığı yolda sadece pisuarını değil, koca bir at şeklinde tasarladığı tuvaletin bütününü, iniş takımları ile beraber, o kadar ünlünün yapıtları arasına, 2004 deki Venedik Bienalinin bir sergi salonuna, taşımayı başarıyor, sanat ve mimarlık dünyasını derinden düşündürüyor. Şöyle bir bakınca insanı için için güldüren, giderek günümüzün en tanınmış tuvaletlerinden biri olma yolundaki bu ilginç proje, görünen formunun arkasındaki kendine özgü tavrı ve verdiği mesajı ile gelecek için yeni referans noktalarından biri oluyor belki de.
Daha da abartalım. Her şeyin birbirine benzediğini tartışmaya başladığımız, süratle tek eksenleşen dünyamızdan sonra çok eksenli bir devir gelecek. Birçok ölçekte kişisel deneyimler, özgünlük, kişisel tavırlar dönemi, farklı kültürleri tanıma dönemi başlayacak, ve mimarlık bu kişisellik rüzgarının üzerinde yükselmeyi deneyecek ve herkesin, bireylerin ya da toplulukların özel deneyimleri, özel altyapıları, kültürleri bu gelecek dönemde her zamankinden daha da önemsenecek. Yerel ve uluslararası çevrede mimarlık kültürü ve eğitimi, yarıştıran sistemlerin yerine, kişinin kendisiyle yarıştığı sistemlere yönelecek. Yeni bir dünyanın temelleri atılacak bir kez daha. Geleceğin dünyası kişisel deneyimlerin özgürce ortaya konulduğu, her grubun, her kişinin anlamaya çalışıldığı bir dünya olacak. Bunun için de her deneyimin sadece mimarlığın kendi iç parantezinde değil, yaşamın özü ile birleştirilerek çok özel bir dikkatle dinlenmesi gerekir öğretirken ve öğrenirken.