Benim Kapadokyam: Calvino ve Ötekiler Üzerine

Bir Türk filmi gibiydi. Uzun uzun bakıştılar. Kız ileri doğru yürüdü. Diğer genç arkada, olduğu yerde kaldı. Elleri montunun cebinde kıza hayran hayran bakıyordu. Kız hiç elinden ayırmadığı cep telefonu ile kendi “Selfie”sini çekmeye başladı. Esas çocuğu şimdi pek umursamıyordu ama çıplak kayalar üzerindeki görüntüyü aslında o da dengeliyordu. Bayanın giysisi çocuğunki gibi koyuydu. Çevre ile tam kontrast yaratıyordu. Kızın hafifçe arkaya doğru yaylanışı, başörtüsü, başörtüsünün arkasındaki uzantısı, baştan aşağı salınan uzun mantosunun etekleri, o resmi tamamladı. Genç çift sahneden ayrıldıktan hemen sonra, uzak doğulu oldukları belli, iki genç kız onların yerini aldı. O kızlar da birbirlerinin fotoğraflarını çekip kayalardan ayrıldıktan sonra elinde tabletiyle, ceketli başka biri o tepedeydi. Arkasından diğerleri onları takip etti. Gelenleri gidenleri uzaktan izledim. Anladım ki aşağıdan gördüğümüz o tepede her yer ayakaltındaydı. Kapadokya’nın bir bölümü de belli ki baştanbaşa oradan gözüküyordu. Ama aslında, yine de o tepeyi, bu anlara katan, canlandıran, yaşamın bir parçası yapan belki de oranın meçhul ziyaretçileri olmuştu. İşte bu gelenler, bu gidenler olmadan, tepe sadece büyük manzaranın donmuş, hareketsiz bir parçasıydı, her yeri masal diyarı, şaşırtıcı bir vadinin içindeki kim bilir kaç peri bacasının arasından geçerken gördüklerimiz, dünya harikası falezler, duvarlar, oralara özgü, eşsiz, efsanevi peyzaj gibi. Onları uzun uzun seyrettikten sonra insansız bir peyzaj düşünemedim.

Her şey balonlarla başladı. Havada asılıydılar. Sessizdiler. Hareketsizdiler. Sanki her yer donmuştu. Sonra dünyadaki bütün sesler de durdu. Yavaş yavaş ortalık konuşmaların duyulmadığı bir şenlik yerine dönmüştü. Erken sabah kendini kızıllıklardan kurtarmaya çalışırken o anda bir başka gezegende olduğumuzu anladık. İşte mimarlık, işte binalar, işte uçsuz bucaksız özgür peyzaj, kim bilir kimlerin oyduğu kayalar, peri bacaları, sarp yamaçlar, derin vadiler, sanki ellerin sıvazladığı dağlar, yokuşlu patikalar, yer ile gök… Hepsi birleşmişti, tek bir bütün olmuştu. Kapadokya’nın müziği, melodisi, notaları artık önümüzdeydi. Hiç bir yerde görmediğimiz, hiç bir yerde tanık olmadığımız, kendi sırlarıyla dolu, her türlüsüyle yepyeni bir mimarlık, yepyeni bir sanat doğuyordu tam karşımızda, Erciyes’in, Hasan Dağı’nın önünde… Var olmalar ve yok olmalarla arasında… Kapadokya’yı dinlemeye başladık…

Arkada sabahın ilk ışıkları ile kıpkırmızı olmuş panoramada tavana sanki asılı olan balonlarla dolu bu şaşırtıcı manzaranın önünde, bu duygularla tek bildiğim mimar kafası ile ancak buraları projelerle doldururuz, paralar kazanırız, ama bu dünyanın kendi özel hali içinde, bizim hep alışık olduğumuz formatlarımızla burayı şu ya da bu şekilde perişan ederiz oldu. Bildiğimiz mimarlık burayı yok eder fikri kafamdan geçti gitti. Burası bambaşka bir dünyaydı, bambaşka bir mimarlık ve peyzajdı. Bizim bildiğimiz, projeler yaptığımız dünyadan çok farklıydı. O dünyanın projeleri, yöntemleri, mimarlık adına öğrendiklerimiz burada ne kadar çalışırdı? Çalışabilir miydi? Keşke hiç bir şeye dokunulmasaydı, burası bozulmadan olduğu gibi kalsaydı dedim ama bunun da bir ütopya ya da bir hayal olduğunu biliyordum. Zaten yüzyıllar, binyıllar içinde dokulmamış mıydı ki, volkanlarla, oradan oraya kaçan Hristiyanlarla, yeraltı kentlerinde, peyzajın derinliklerinde, oyuklarında, kayaların arkasında saklananlarla, oralı olanlarla, olmayanlarla, oraya göç edenlerle. Gerçek olan, her şey artık bu ana kadar olandan çok daha hızlı olacak, buralara önümüzdeki yıllarda daha da şiddetli şekilde dokunulacaktı. Bu düşünceden doğrusu yine de biraz ürktüm ve hatta korktum. Taş taş üstüne kalmaz fikrini bir kenara bırakmak istedim. Tam ters tarafa da geçmedim değil. Neden dokunulmasın, neden dokunmasınlar, yanlışlıklar da bizim mimar kafamıza göre tuhaf gelen salaşlıklar da, spontane olan biten de yaşamın bir parçası değil midir, dedim. Dokunulmayan, her yeri pırıl pırıl bir dünya, pırıl pırıl bir yaşam vadedilebilirmiydi buralara, çoğu kez mimarlık adına yaptığımız gibi. Yine her yeri mükemmel şekilde tasarlanmış projeleri yapmaya çalıştığımız tasarım dünyamız ve onun yaşamla olan kontrastlığı, tuhaflığı aklımdan geçti. Proje yapmanın doğası genellikle inşa etmeye dayanıyordu. Ama burası zaten kendisi kendisini başka türlü inşa etmiyor muydu, zaten koca peyzajı, peyzaj duvarlarını, peri bacalarını aşındırmıyor muydu ve bu dünyaya yeniden form vermiyor muydu, yıkılmalar ve tekrar var olmalar ile. Ama her şey bir yana, yapılanlara arkamızı döndüğümüzde, göz alabildiğine bu uçsuz bucaksız okyanus gibi gözüken alanlar hala ne kadar da bakirdi…

Düşüncelerin arasında dört dönerken, Kapadokya’yı uzaklardan aynen orada olduğu gibi hala şaşkınlıkla çok canlı hatırlayıp, tekrar tekrar dinlerken, neler geçti gözümün önünden. O derin vadilerin sanki duvarlarında aşınmalarla oluşmuş yerlerde, o hesapsız romantik dalgalanmalarıyla, savrulmalarıyla Fin dünyasına imzasını atan yanı başımızdaki efsanevi Alvar Aalto, sürreal resimleri ile soyut dünyalarını yaratan, yan yana getiren Salvador Dali, Katalan bir kente, Barselona’ya tam anlamı ile adını vermiş, sanki buraları görmüş adım adım arınlamış, sonra da bu doğanın parçalarını oradaki ünlü kilisesinde, yaptığı diğer parklarda, apartmanlarda, farklı tasarımlarında yorumlamış peri bacalarını adeta oralara taşımış, delik deşik edip Akdeniz’in renklerine uygun stilize etmiş, renklere, seramiklere bulamış Anton Gaudi, yine çok özel bir sanatçı Antoni Tapies’in resimlerindeki sanki kille, toprakla, oralara uygun renklerle yarattığı atmosferin dünyaları, Nevşehir yakınlarında uğradığımız o yerleşmedeki, simsiyaha bulanmış metruk Bezirhanenin, Caravacio’nun resimlerindeki o gizemli ışıkların süzülüşünü ya da Piranesi’nin o dramatik ve esrarengiz hapishane serisindeki iç mekanlarını hatırlatan dünyası, ünlü heykeltıraş Henry Moore’un özel dönüşleri ile vücudun kıvrımlarını hatırlatan kayalar, hatta bazen sanki killi duvarlara oyulmuş monumental Mısır tapınakları, peri bacalarının içinden adeta gün yüzüne çıkan bazen bazı yerleşmelerinde sanki Mardin’in alt alta üste geçmiş, her birinin üzerinde yürünüp komşulara gidilen konutlarını anımsatan mekanlar, adeta onların ilk prototipi, neolitik dönemden onu bulan Melaart’ın “Super Nova” olarak isimlendirdiği, bu toprakların yakınlardaki Çatalhöyük, tabii bugün yine çok popüler Yıldız savaşları dizisinin ütopik metropollerini saran buralara benzer peyzajları, sahneleri, savaşları, unutulmaz kahramanları ve daha neler neler sıraya girdi… Bütün bunlar arasında burası tasarım ve sanat adına farklı farklı fragmanlarla, görüntülerle dolu, sanki sanatçıların, tasarımcıarın yapıtlarının en özel taraflarının sergilendiği yerler miydi? Bunun da ötesinde sanki bütün kentler, bütün kentlerin mahalleleri, mahallelerden köşeler, orada canlanan hayaller, yaşanan farklı yaşamlar mı buraya gelmişti, burada mı özetleniyordu? Her yer birinden diğerine geçilen yerin altında, yerin üstünde sıradan evlerle, meydanlarla, kutsal mekanlarla dolu, uçsuz bucaksız bir mekana, bambaşka bir labirentler dünyasına ve hatta bütün bunları anlatan dev bir film setine mi dönüşmüştü?

İşte evet, sorular arasında İtalo Calvino’da yarattığı kahramanları yanında, elinde o meşhur kitabı şölene katıldı. Onun sayfalarını bir bir çevirmeye başladı sanki. Derin vadiyi yukarıdan gören, Kapadokya’dan ayrılmadan o son gün akşamüstü tam çay içtiğimiz, soluklandığımız köşede, yolda Göremeye gideceğimiz patikalarda karşılaştığımız, bizi oraya getiren meçhul köylü ve ismi Sarkozy olduğunu söylediği köpeği de bizimle birlikteydi. Önümüzdeki sanki ucu bucağı olmayan vadi bir kent değildi ama o bu vadinin derinliklerinde saklı o yazdığı “Görünmez Kentler” ini tek tek aramaya başlamıştı bile. O da sorular ve cevaplarla başladı.

“… Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.” “Ya da onun sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı beklediği sorudur, tıpkı Tebai’nin Sfenks’in ağzından sorduğu soru gibi.” (1) Ne sormalıydık buralara, bu yerin altında olana olmayana, yer üstünde görünene, kim bilir nelerini, nerelerini görmediğimiz, bilmediğimiz bu peyzajlar diyarına? Üstelik burada birçoğumuz sadece yolcuyduk kitabın kahramanı gibi. Calvino sanki gördüğü, hissettiği kentleri Kubilay hanına anlatan ünlü kahramanı Marco Polo gibi hiç durmadan, nerede ne var, çok iyi bildiği kitabının sayfalarını buradan bir şeyler bulmak için karıştırıyordu. Buralarda metruk olan, kullanılmayan mekanları, boş peri bacalarını hatırladım o yeniden söze başlarken. “Başkenti Eutropia olan topraklara girdiğinde yolcu, geniş ve dalga dalga bir yaylaya dağılmış, aynı büyüklükte, pek de farklı olmayan, bir değil birçok kent görür. Eutropia bunlardan biri değildir, bu kentlerin tümü birlikte Eutropia’dır; yalnız bir tanesinde oturulur, diğerleri boştur; sıraya bindirilmiş bu. Nasıl, anlatayım: Eutropia sakinleri üzerlerinde müthiş bir yorgunluk hissettiklerinde ve kimsenin artık mesleğine, akrabalarına, evine ve sokağına, borçlarına, selamlanacak ya da selamladığı kişilere katlanamadığı gün, kentin tüm nüfusu boş ve yeni gibi orada onları bekleyen, herkesin değişik bir meslek, değişik bir eş bulacağı, pencereyi açtığında değişik bir manzara göreceği, akşamları vaktini başka şeyler, başka arkadaşlıklar, başka dedikodularla geçireceği komşu kentte yerleşmeye karar verirler. Genel görünüşü ya da eğimi, su yolları ya da rüzgarları açısından biri ötekine biraz farklı görünen kentler arasında taşına kadar yenilenir bütün yaşamları… Böylece kent farksız bir yaşamı, bir aşağı bir yukarı yer değiştirerek yineler: kent sakinleri aynı sahneleri değişik oyuncularla oynar bu kez… Bütün kentler arasında hep kendine benzer kalan tek kent Eutropiadır…” (2)

Marco Polo hiç durmadan devam etti. Bu defa uçurtmalardan, (3) zeplinlerden (4) söz etti, yeraltı trenlerindeki terden sırılsıklam olanlar kadınlardan da. Balonlar ise belli ki sonra sıraya girecekti. Bir ara sözü Kapadokya’ya başka yerlerden gelmiş, oraya gönlünü kaptırmış, orada yıllarca kalmış ve hayatı orada kurmuş gönüllülere getirdi, yanı başımızda bize oraları anlatan sevgili Aslı gibi. “Kent girmeden geçen için başka, ona yakalanan bir daha asla çıkamayan için başkadır; biri ilk kez geldiğin, diğeri geri dönmemek üzere terk ettiğin kenttir; her birine farklı bir ad verilmeli… ” (5) Kapadokya’ya benzer bir hali, bir atmosferi de sanki şöyle anlatıyordu. “Argia’yı diğer kentlerden farklı kılan, hava yerine toprakla kaplı olması. Yollar tümü ile toprakla örtülü, odalar tavanlarına kadar kille dolu, her merdivenin üzerinde baş aşağı bir merdiven daha var, çatıların tepesine çökmüş ağır kaya-toprak katmanları bulutlu bir gökyüzünü andırıyor… Arigia’ya ait hiç bir şey görünmüyor yukarıdan; ‘orada aşağıda’ diyenler var, inanmaktan başka çare yok; her yer ıssız. Geceleri kulağını yere dayadığında arada bir, bir kapının çarptığını duyuyorsun. ” (6) Kim bilir kaç yeraltı kenti vardı buralarda daha sırlarıyla, kapı çarpmaları ile hala keşfedilmeyi bekleyen.

Calvino’nun kitabında, onun ve kahramanlarının kulağımıza fısıldadıklarını şimdi uzaklardan orayı tekrar hatırlayıp dinlerken, gözüm yine turistlere satılmak üzere dallara asılmış masmavi boncukların arasından görünen sanki yukarıdan kim bilir kaç yüz metre derinlikte gibi gözüken yarık vadiye gitti. Burası aşağı yukarı inen çıkan patikalarında gezilen bir müzeydi, ya da müzenin büyük bir sergi salonuydu. Dar kenarlarından bir uçtan bir uça geçen üzerlerinde insanların geçtiği çizgiler, soyut köprüler olsa, onların altlarına asılan bütün vadiyi gören tadında platformlar, panoramayı zedelemeyen mekanlar sallansa, hatta onlar şeffaf bile olsa ve hatta keşke ışıklandırılsa, akşamları da buralara gelinse bu asılı olanlar bir lamba gibi derin vadiyi aydınlatsa dedim. Kısacası boşluğa asılı oraya bir şekilde canlandıracak, renk katacak başka bir bir deneyim de düşünülebilirdi. İşte böyle bir şeyi belki de farklı bir ölçekte Kubilay Han’a anlatıyordu Marco Polo… “İki sarp dağ arasında bir uçurum var: kent boşlukta duruyor, bir doruktan ötekine halatlar, zincirler ve tahta köprülerle bağlanmış. Küçük tahta traversler üzerinde boşluklara basmamaya dikkat ederek yürüyor insan. Ya da kenevir imiklere tutunuyor. Aşağıda yüzlerce metre hiç bir şey yok: bir kaç bulut geçiyor; uçurumun dibi zar zor seçiliyor. Kentin temeli bu: geçit ve destek gibi kullanılan bir ağ. Geri kalan her şey yukarıda yükseleceği yerde aşağıya sarkıyor: ip merdivenler, hamaklar, çuval evler, vestiyerler, küçük teknelere benzeyen teraslar, su mataraları, gaz lambaları, kebap şişleri, sicimlere bağlı sepetler, yük asansörleri duşlar, trapezler oyun çemberleri, teleferikler, avizeler, sarkan yapraklarıyla çiçek saksıları. Ottavia sakinlerinin boşluğa asılı yaşamları diğer kentlerdekine oranla çok daha güvenli. Herkes biliyor ki ağ daha fazlasını taşımayacak.” (7)

Daha neler neler duyacaktık Calvino ve kahramanlarından ama ikinci çaylarımızı içip köylünün tarif ettiği Göreme yolundan patikaları bir bir takip ederek yola çıkmalıydık. Argos Otele döndüğümüzde son geceydi. Birbiri ardına Bezirhane toplantıları, Kapadokya’daki çalışmalar, tartışmaların arasında gezdiğimiz yerler, Marslı Botanikçi Ata’nın (Turak) bir başka gezegende yetiştirilen Patateslerinin hikayesi, Antonio Acito’nun Matera ile ilgili çok akılda kalan sunumu, bir projeyi anlatmak ile özetlediği, orada kentin taş ocaklarını kullanarak yaptıkları tasarımları, Hepimizi oralara toplayan Aslı’nın (Özbay), Ömer’in (Yılmaz) adeta bütün parçaları, parçalarımızı toplayan olağanüstü koordinasyonları, her yönden bilgilendirmeleri ve orada yaratılan şölenin, o atmosferin sonuna gelmiştik.

Ve geri dönüş için yola koyulma zamanıydı. Yine erken bir sabahtı, yine hava da içindeki insanlarını göremediğimiz asılı balonlar vardı, yine kaldığımız Argos’un orada yarattığı vahanın teraslarından önümüzde yüz seksen derece uçsuz bucaksız peyzajı ve tam karşıda yine karlı Erciyes Dağını ve oraya doğru bu peyzajı kesen uzunlamasına yarıkları arka arkaya yarıklar yukarıdan izleri gözüken derin vadileri görüyorduk. Sorular yeniden sahne aldı.

Burası bütün bu gördüklerimiz, dünyanın en büyük müzesi miydi? Kapısı, kapıları, girişi, girişleri, fuayesi, fuayeleri, sergi salonları, sergi alanları, açık ve kapalı yerleri, yer altı kentleri, derin vadileri, uçsuz bucaksız ovaları, dev falez duvarları, uçurumları, dar geçitleri, koridorları olan bir müze ya da yüzlercesi birada olan içinde yaşanılan, gezilen, bir müzeler dünyası, bir müzeler gezegeni miydi? Nerede başlıyordu? Nerede bitiyordu? Bitiyor muydu? Bitmesi gerekiyor muydu? Nereden gelineceği, nereye gidileceği herkese göre mi değişiyordu? Nedense bu defa da peyzajlarda, galerilerde şiirsel demir duvarlar tasarlayan Richard Serra, diğer gezginler, yürüyüşlerin, doğayla haşır neşir olmanın land art ustaları Richard Long ve Andy Goldsworthy ve diğerleri aklıma geldi. Bu dev müzeyi, bu bakir peyzaj galerilerini yaz kış yaşatacak olanlar onlar gibi buraları dinleyen ve buralara, burayı yok etmeden, sabırla dinleyerek dokunan sanatçılar, müzisyenler, fotoğrafçılar mı, olacaktı? Bu dev müzenin alt yapısını, galerilerini destekleyen onları mı, orada kurulacak o atmosferde yetişecek öğrenciler mi, orada onları yetiştirecek, yetişecek hocalar, mimarlıkta dahil tasarım ve sanat okulları mı, workshoplar, şenlikler mi, olanları, yapılanları görmeye gelenler, gidenler mi, onlara sunulacaklar mı olacaktı, derken bu dev müzenin önümüzdeki dev sergi salonunun bir tarafında, şimdi bu önümüzdeki peyzajı kesen yatay derin vadilerin, yarıkların üzerinden sanki atlayan, uzun uzun bazen birbirini kesen üzerinde insanların olduğumuz Uçhisar yerleşmesinden yola çıkarak yürüyebileceği dağa doğru yönelmiş insanları alıp oralara götüren, bazen birbirinin içine girip çıkan uzun rengarenk land art hayali çizgilerle kafamdaki peyzaj tamamlandı… Yaşadığım Fin Dünyasındaki yakından bildiğim isimler de sanki birden oraya toplanmıştı. Sanki yaz evi komşumuz Fin Jazının efsanevi ismi Eero’nun (Koivistoinen) saksafonu bu atmosferde Hati Hati adlı son albümünden bir şeyler çalmaya bağlamıştı. Kaarina’nın (Kaikkonen) Fin dünyasının Helsinki ve diğer kentleri dahil bir çok ülkede o ünlü Babasının Ceketleri ile yaptığı enstalasyonlar peri bacaları arasına uçuşuyordu, adeta kendi peri bacalarını yaratıyordu delik deşik onlara hassasça dokunarak. Vücudunu sanat malzemesi olarak kullanan, Kaarina gibi yakın dostlardan Seppo Salminen bir bacanın üzerinde tek başına, hareketsiz durarak, durmanın sanatını yaparak o meşhur ayinine ve yine siyahlar giymiş buraların bilinen bir ismi fotoğrafçı Jussi’de (Tiainen) yine Sinar’ını siyah ayaklığının üzerine kurup etrafı gözlemeye başlamıştı, Tarja (Pitkanen Walter), Juhani (Tuominen), Silja (Rantanen) ve tabii ki buraların ünlü filozofu, mimarı, sanatçısı bir başka dost Juhani (Pallasmaa) ve diğerleri gibi… Juhani’yi de hatırlayınca, o da son anda bu şölene katılınca, bu dev Kapadokya’nın aynen onun unutulmaz kitabının başlığı “Tenin Gözleri” gibi bir yer olduğunu düşündüm ve yazarlar, ve edebiyatçıları, ve şairler, ve oyuncular, ve tiyatrocular da bu peyzajın, bu sahnenin bir parçası oldular…

Ayrılmadan önce sol tarafta kalan birbirlerine yakın irili ufaklı delik deşik peri bacalarına bakarken hala aklım Calvino’nun vadinin kenarında olduğumuz gün sanki delicesine karıştırdığı kitabındaydı. Bir bölümü aynen şöyle bitiriyordu ve her şeyin belki de dramatik ama yine de umut dolu özetiydi. Akıllarda kalan izlerden, yeniden kurulmalardan, bağlantılardan söz ediyordu. “Ersilia’da oturanlar kentin yaşamını, ayakta tutan bağları, belirlemek için evlerin köşeleri arasına, kentleri akrabalık, takas, otorite, temsil ilişkilerine göre değişen, beyaz veya siyah veya gri veya siyah-beyaz ipler gererler. İpler artık aralarından geçilmeyecek kadar çoğaldığında çekip giderler. Evler parça parça sökülür; ipler ve dayanakları kalır sadece. Ersilya’yı terk edenler tüm ev eşyalarıyla konakladıkları bir tepenin eteğinden ovada yükselen kazık ve ip kargaşasına bakarlar. Ersilia kenti hala odur, kendileri ise bir hiç. Ersilya’yı başka yerde yeniden kurarlar Eskisinden daha karmaşık olmakla birlikte kurallara daha uygun olmasını istedikleri aynı şekli dokurlar iplerle. Sonra onu da terk eder, kendilerini ve evleri daha da uzaklara taşırlar. İşte bu yüzden Ersilia topraklarından geçerken dayanıksız duvarları yıkılmış, … Terk edilmiş kent kalıntıları görürsün: bir biçim arayan karmakarışık ilişkilerin örümcek ağları.” (8) Biz de gidenler arasındaydık. Artık uzaklarda kendi Kapadokyalarımızı, kendi dünyalarımızı kurma zamanıydı. Geride bıraktığımız peri bacaları sanki birbirlerine rengarenk yüzlerce, binlerce iplerle bağlanmışlardı. Hepimiz de sadece geride bunların izleri kalmıştı.

Dönüş yolunda, Havalimanının kafesinde, hatta daha sonra da Helsinki uçağında oraya ait hatırladığım bir şeyler çizip duruyordum, yine Kapadokya’yı ve oradaki unutulmaz günleri düşündüm. Yine o yazının başındaki yüksek tepeyi ve oraya gelip gidenleri hatırladım. İnsanın çevre ne olursa olsun yarattığı mekan bir başkaydı. Uzun yıllar önce İngiltere’deki Watorloo Metro İstasyonunun altında yaşayan, oranın boş garajlarında kendi dünyalarını yaratan evsiz insanlar için yazdığım, “Ötekiler” makalesinin uzun hikayesinde birbirini takip eden iki paragraf ile aradığımı buldum ve çember tamamlandı…

“İnsan… bir oyuncudur. Sahnededir. Oyunun içindedir. İçselliğimiz, duygularımız, davranışlarımız fiziksel bir mekanda, inşa edilen çevrede bir bakıma bizi var eder, bizi açıklar. Bütün bu fiziksel çevre, içindeki sayısız yaşamı çevreleyen bir dekordur. Tabii ki doğa da kendi kuralları ile tasarlanmıştır. O da doğal bir şekilde inşa edilmiştir. İnsan eli ile inşa edilen çevre doğayı da etkiler, ya da tersi olur doğa da onu etkiler. Duygular, davranışlar, çevre ile bir aradadır. Ama her şeyin ötesinde insan, bu içsellik ve onu çevreleyen duygu ve davranışlar ile fiziksellik arasında mekanın belirleyicisidir… İnsanın olmadığı, insanın dikkate alınmadığı bir mekan ister yeni, ister eski olsun, genellikle, harabedir, metruktur. Buz gibidir. Yaşamaz, yaşayamaz, soluk alamaz, dokunulmaz. Belki sadece bir fotoğraftır. Bir bakıma mekanda gözleyen de tanımlayan da, belirleyici olan da, yorumlayan da insan olur. Hatta insan aslında mekanı yapandır, duvarların, çatıların, döşemelerin fiziksel çevrenin çok ötesinde. Hızla akan yaşamın ritmi içinde bir sokakta, meydanın ortasında, kentin üzerinde dolaşan dev bir balonunun sepetinde, bir odada, sakin bir kahvehanede, peyzajda, videolarda, filmlerde, resimlerde ya da çok daha başka mekanlarda hep insan vardır değişik rolleriyle.” (9)

Kısacası bütün bu hikayenin sonunda, oradan daha çok aklımda kalanlar, tek tek önümde sıralanan dostlar, eski yeni hatırladıklarım ve her biri ile yaptığımız sözlerin adeta havada keyifle uçuştuğu oradan oraya atladığımız planlı plansız sohbetler oldu. Kapadokya’da Argos’ta karşılaştığım, hatta bazılarını orada tanıdığım güzel dostlar oldu. Oradaki yüzler ve portreler ve konuştuklarımız hep akılda, çok canlı olarak kaldı. Hatta diyebilirim ki, yavaş yavaş orada diğer bütün fiziksel olarak gördüklerim de arkada dev bir dekora dönüştü, saklı kentlerin, görünmez kentlerin derinliklerinde kayboldu gitti, yok oldu… Calvino, Marco Polo, Kubilay Han da dahil, hatta peri bacaları, hatta bütün çizdiklerim de, hatta Kapadokya’nın kendisi bile.

(1-8) Calvino, İtalo, (2002). Görünmez Kentler: (çeviri: Işıl Saatçioğlu) İstanbul, YKY, (s: 88, 108, 63, 69, 66, 167, 119, 120)
(9) Yanar, Hüseyin, (2009). Ötekiler: (http://v3.arkitera.com/article.php?action=displayArticle&ID=294

Etiketler

Bir yanıt yazın