Beyaz Adam İstanbul’da: Taksim Yürüyüşü

Kahramanımız "Beyaz Adam" o bildiğimiz beyaz olanlardan, ya da beyaz adam olarak tarif edilenlerden değil.

Yüzyıllardır, ne Kızılderilisi, ne Afrikalısı, ne Asyalısı, ne Ortadoğulusu kalmış, neredeyse bütün dünyayı bir şekilde kolonize etmiş, bugün hala eden, her zaman da edecek olan, bulduğu kaynakları her fırsatta eline geçiren, ne pahasına olursa olsun geçirmeye çalışan, bunun için olmadık, akla hayale gelmedik planlar yapan, kendisi gibi olanlarla dünyayı kapalı kapılar arkasında paylaşan, orada burada savaşlar çıkaran, silah dahil her türlü ticareti yapan, ülkeleri biribirine düşüren, sermeyesinin üzerine sermaye koyan, kılıktan kılığa giren, insanları önemser gibi gözüküp aslında hiç ama hiç önemsemeyen, onları hiçe sayan, sadece ve sadece kendisini ve cebini düşünen, dünyanın keşfedilmiş, keşfedilmemiş bütün köşelerinde cirit atan belki de hani derler ya dini de imanı da, tek tapındığı, tek inandığı şey de aslında para olan, parayla kirli oyunlar oynayan, bir de sonunda bütün bunları hiç mi hiç yapmamış gibi sözde demokratik bir dünyada yaşıyormuşuz gibi her fırsatta barış havarisi kesilen, beyaz adamlardan değil.

Hatta belki de oradaki paranın kokusunu uzaklardan hissetmiş olacak ki, kimbilir daha önce kaç kere yaptığı ya da düşündüğü gibi, her ne hikmet ise bir yolunu bulup İstanbul’ a da gelmeye, gitmeye ve orada da para ve kazanç adına her yerde yaptıklarını yapmak, İstanbulu’ da kendine benzetmek isteyen beyaz adamlardan da hiç değil. Tam tersi, bu büyülü kente daha önce hiç mi hiç gelmemiş, ülkesinde, yazılanlardan, yakınlarından onun hakkında çok şey duymuş ve hep gelmek istemiş biri. Ve şimdi bir fırsatını bulup onun tam orta yerine düşmüş, bu kentin arkasındakileri daha yakından anlamaya çalışan, kentin ne söylediğini dinleyen bir Avrupalı. Bir kuzeyli. Yukarıda anlattığım beyazlının aksine sıradan, mütevazi, doğru sözlü, dürüst birisi… Genç bir arkadaşım. Birkaç yıldır tanıdığım biri.

Nisan yağmurları zamanı… Puslu, hafif ıslak bir gün… Bahara doğru bir öğle sonrası… Günlerden pazar… Bir baştan bir başa sanki yüz yıllardır, bin yıllardır, her mevsimde akıp giden efsanevi Boğaz önümüze serilmiş… Yukarılardayız… Etrafında onu özenle saran kıyılarının güvenli ellerinde bir uçtan bir uca akıp giden su her anı değişen dev bir tiyatro sahnesi gibi, oyuncuları, figüranları ve dekorları ile. Uzadıkça uzayan dev bir oditoryum da kimbilir kaç kişi aşağıdan yukarıya, bir yandan bir yana, herkes kendi köşesini seçmiş bu oyunu seyrediyor.. Kimler yoktu ki bu oyunda. Ortada bir oraya bir buraya giden motorlar, vapurlar, gemiler onların arasında ne yapacağını şaşıran, küçüklü büyüklü kayıklar, kayıklardaki balıkçılar ve onların etrafını çeviren tam karşımızdaki Üsküdar, ayağımızın altındaki kuşbakışı bir aralıktan gördüğümüz Kabataş iskelelesi, bir yanda Dolmabahçe ve ötesi, diğer yanda kuleleriyle eski merkezi ve hemen uzantısında ileriye doğru adalar ve karşısı Kadıköyü ile. Nihayet kuzeyden, Helsinki’ den üzerinde çalıştığımız İstanbul’ a varmışız. Şimdi bizde önümüzdeki orta oyununun bir parçası ve onu yukarılardan, yüksekten seyredenlerden biri olmuşuz tam onun can damarının, Boğazının orta yerinde. Hiç birimizin o zamana kadar adını bilmediğimiz ya da aslında o anlamda bir beyaz adam olacağını aklımızdan geçirmediğimiz “Beyaz Adam” ve diğerleri ile büyülenmiş gibi boğaza ve biribirimize bakıyoruz.

Birden taa çocukluk yıllarımdan beri tanıdık, ama oradaki çoğunun belki de ilk kez duyduğu, derinden gizemli bir ses geliyor. Yokuş yukarı çıkarken gördüğümüz set üstündeki yakın camiden henüz yakılan bir ateşin alevleri gibi bir ses etrafta yankılanıyor. İlerleyen öğle sonrası namaza çağrı, başlamış. Bir tepeden diğer tepeye, bir hocadan diğer bir hocaya sesler, seslerin yankıları zincirleme biribirini kovalayor, etrafa savruldukça savruluyor. Bütün kent, büyük bir ibadethaneye dönüşmüş, ezanlar her yanı sarıyor, bir bütün oluyor mistik solistler korosunun birbirinden farklı nüansları ile biribirlerini tamamlayan, akıp giden sesleriyle, hiç bitmeyecekmiş gibi.

Akşam hızla bize doğru yaklaşmakta… Her nedense dik yokuşu çıkamadığı için Kabataş’ ta akıp giden trafiğin hemen yanındaki set üstünde ana yola yakın bizi bırakan minibusten çok daha yukarıdaki otele varma yolunda elimizdeki bavullar ile kısa ama oldukça zorlu kan ter içindeki enteresan yolculuğumuzu herbirimiz unutmuş gözüküyoruz. Şimdi hedef biraz dinlenip, ilk akşam, daha önce kararlaştırdığımız gibi tepeden gördüğümüz İstanbulun tam kalbine gitmek. Taksimden Beyoğluna, Tünele ve Tünelin yanındaki her zamanki müzik dükkanlarının yanından geçip, Galata da soluklanıp, hemen Lüleci Hendek yolu ile kaldırımları yapılmakta olan Bankalar caddesinin yanından aşağı iniyoruz. Orada kentin tam kalbinde, kıtaları biribirine bağlayan Galata köpründeyiz. Sarayburnundan yabancıların Altın Boynuz dedikleri Haliç’e uzanan silüet ise bir orada, bir burada. Bir İstanbul akşamının karanlığında Asyanın ve Avrupanın sınırlarını geçiyoruz. Arada yani doğu ile batı arasında bir eşikte gibi olmak ise tamamiyle bambaşka bir duygu, başka bir hikaye.

Günler geçti… Kelimenin tam anlamı ile, İstanbul’ un ne altı ne de üstü kalmıştı. Hergün biribiriyle kucaklaşan, biribirinin peşine takılan, üst üste katlanan kimbilir kaç gün gibiydi. İstanbul bizim, biz İstanbul’ un bir parçasıydık artık. Bugün üzerinde çok şey söylenen, yazılan çizilen Taksim ise bizim gidiş gelişlerimizin uğrak yeri, gecelerimiz, güne başlangıcımız, gezimizin merkezi olmuştu. Ben aradığımı, dönüşte Helsinki de ne yapacağımın izlerini Ayasofya’ da bulmuştum. Diğer hoca sanatçı Seppo Salminen’ de aynı Ayasofya’ da sanatının belki de en önemli anlarından birini yakalamış, sanatını özetlemişti sonra dönüşte Helsinki de yaptığı ağır çerçeveli tablosuyla. Ya Helsinkideki Akademiden, “Space and Time Bölümü” nden beraber geldiğimiz, İstanbul’ u bir ülkeden, kaynağından diğerine taşıdığımız öğrencilerimiz… Onlar bizim gibi koca kentte dolaşıp duruyor, ipuçları arıyorlar. Sabah ve akşam toplantıları, geç vakitlere kadar sohbetler sohbetleri, mekanlar mekanları kovalıyor.

Birgün sabah kahvaltısı öncesi erken kalkmıştım. Bizim otelin boğazı gören en üstte hep toplandığımız lokantasına çıktım. Çok geçmeden uzakta bir köşede tek başına oturan Jani’ yi farkettim. Başka kimseler yoktu. Çay ile tabağıma orada henüz hazırlanmış kahvaltılıklardan özellikle Helsinki’de olmayan böreklerden aldım, yanına oturdum. Hiçbir şey yememişti. Çok yorgun gözüküyordu. Söylediklerinden hiç uyumadığını, Taksim’ in cıvarında önce arkadaşlarıyla, sonra da yalnız başına oralarda gece boyu dolaştığını anladım. Oradan buradan, İstanbuldan iki kültür arasından konuşurken birden “Yanar” dedi… Bana soyadım ile seslenirdi her zaman. Haksız da değildi Hüseyin’i atlaması. Alışmıştım artık. Çünkü Fin dilinde ismim içindeki harflerden “ü”, ve hele “y” ile baştan aşağı problemiydi. Huseuin oluyordu ki bu da herkesin kafasını karıştırıyordu. Bu yüzden ilk ismim nereyse bir kenara atılmış onun yerini soyadım almıştı. “Yanar… ” dedi. Ne kadar çıplak olabilirim İstanbul’ da. “Ne!” diyecektim yutkundum… Ve hızla ilk şaşkınlığımı ona göstermeden attım… “En azından çırılçıplak değil herhalde…” dedim gülerek. Ve ekledim düşünmeden… “Bana bak Jani… Sen sauna kültüründen geliyorsun. O da tabii kutsal bir rituel. Biliyorum… Bak bizde hamamda bile başkadır bu işler burada… Anlıyorsun… İstanbul güvenli bir kent… Bir şey olmaz ama yine de dikkat etmek lazım… Bir şeyler giymek gerekir tabii bana sorarsan… Şort gibi falan…” gibilerinde birşeyler sıraladım. Başka şeyler konuştuk, çok anlatmadı neden sorduğunu ve ben de sormadım, soramadım. Zaten sohbetimize diğer uyananlar da katılmıştı. Yeni bir güne başladık…

Hatırlamıyorum ama herhalde o gün değildi. Bir gün biz Seppo ile gruptan ayrıldık ve sanıyorum onunla hemen karşımızdaki ilk iskele Kabataştan bir vapura atladık ve adalara gittik. Harika bir gündü. Seppo Heybeli Adayı çok sevdi, ben de yıllar sonra onu tekrar hissettim. Kadıköy’e uğradık dönüşte ve hızla akşam üstü toplantısına yetiştik. Seppo önden asansörle çıktı. Ben resepsiyona yaklaştım. Orada bankonun arkasında duran iki gencin gözleri beni görünce fal taşı gibi açılmıştı. Birisi “Abi … abi ne oldu biliyormusun… Sizin öğrenciler bu defa ne yaptı biliyormusun” diye bağıra çağıra konuya girince “Eyvaaaah… !” dedim ve lobideki ilk bulduğum rahat koltuklardan birine oturdum olanları dikkatle dinlemeye başladım. Sahne aynen şöyleymiş …

Jani, etraftaki kişilerin bu resepsiyoncu gençlerin tuhaf ve şaşkın bakışları arasında sanki hiç bir şey yokmuş gibi, vucudu yüzü gözü, saçları ve üzerindeki sort haricinde her yeri bembeyaza boyanmış bir vaziyette otelin asansöründen çıkmış çok normalmiş gibi. Ayağında oteldeki her odada müşterilere verilen, ayağına sıkıca bantladığı beyaz havludan kumaş banyo terlikleriyle kapıya doğru yürümüş ve merdivenlerden inerek sokağa fırlamış… Yokuş yukarı set üstündeki arnavut kaldırımlarından yarı çıplak acele acele yürümeye başlamış… Otel lobisinde bulunanlar da onunla birlikte arkasından kapının önüne fırlamışlar. Jani, sokaktakilerin de meraklı bakışları arasında Alman Konsolosluğunun yanından ve metruk Park otelin köşesinden bayırda bir sağ bir sol yaparak ana caddeye Taksime doğru hızla yürümüş gitmiş. Hemen arkasından diğer öğrencilerden Tanja elinde video Jani’ yi takibe ve kayda başlamış. Onların da arkasından başka bir öğrenci arkadaşımız İllka ne olur ne olmaz diye ikisinin arkasında belli bir aralıkla takipteymiş. Bu planlı organizasyonu ve olanları gözümde canlandırınca ister istemez gülmeye başladım. Resepsiyoncu gençlerden Jani’ nin daha sonra sonra tekrar geri döndüğünü duyunca da rahatladım. Hikayenin gerisini Jani akşamki toplantıda kendisini izleyen diğerleri ile birlikte bize gruba herkesin kendi hikayesi anlattığı gibi anlamlı, taze taze bir özet geçti. Hepimiz keyiflendik başta Seppo ve ben olmak üzere.

Jani’nin İstanbula gelmeden kısa bir süre önce pek anlatmadığı ciddi bir rahatsızlığı olmuştu. Tam her şeyi ayarlamışken gelemeyeceğini söylemişti. Ama son dakikada kararını vermiş ve herşeye karşın İstanbulda olmak için bize katılmıştı. Seppo ile çok sevinmiştik. İstanbuldan döndükten sonra ise önemli bir operasyon geçirdiğini duydum. Şimdi herşey yolunda gözüküyordu ama sergi hazırlama öncesi Helsinkideki bazı toplantılara katılamadı. Sonra bir gün İstanbulda çekilen video kayıtlarından yaptığı çalışmasının bölümlerini göstermek, sergi öncesi yaptıklarını benimle paylaşmak ve düşüncelerimi almak istedi. Video odasından yer ayırtmıştı. Bir öğle sonrası buluştuk. Dürüst, sanatı çok seven, özü sözü bir Finli öğrenci arkadaşımla yaşam ile yaşamın ince çizgileri, anlamı, öğrenme ve öğretme ile ilgili, İstanbul ve daha önce yaptığımız stüdyo arasında dolaşan, iki kültür arasında gidip geldiğimiz, karşılıklı benim de bir sürü yanından orada gerçekten öğrendiğim anlamlı gerçek bir dersti.

O gün video odasında okuldaki resim bölümünde yaptığı bazı çalışmaları da gösterdiği seride, büyük ekranda 25 – 30 dakikayı bulan çekimiyle Taksim’deki bütün hikayeyi dikkatle ilk defa izledim. Beyaz adam, bembeyaz, yarı çıplak hali ile yokuştan tırmanırken, Marmara Etap Oteli’nin önünden, Beyoğluna doğru girip o kalabalıkta Fransız Konsolosluğu önünden geçip Tünel yönüne yürüyor, bir elinde sıkı sıkı tuttuğu bir Coca Cola kutusu taşıyordu. Bir elinde de etrafta sesleri aldığı kayıt aleti vardı, çok ekrana yansımayan. İnsanların tepkileri ilginçti. Aralarında uzaydan gelmiş gibiydi. Bembeyazdı. Dakikalarca yürüdü. Bazıları hiç umursamıyordu günün telaşında. Bir kısmı da ilginç yorumlar yapıyorlardı kameraya takılan. Beyaz adam hızla yürürken Çiçek Pasajı’nı geçince soldaki Galatasaray Lisesinin Kapısının ilerisindeki meydanda bizim İstanbul’daki Akademi’den heykeltraş Şadi Çalık’ın uzun uzun çubukların yanyana gelip hafif açılı yukarı doğru giden heykelinin arkada göründüğü yerde durdu. Etraftakilerin öğrencilerin, gelip geçenlerin meraklı bakışları arasında açılmamış metal Coca Cola kutusunu bir su şişesi ile değiştirmek istedi oradakilerle. Bazıları kibarca reddettiler, bazıları anlamadılar birisi beyaza bulaşan elbisesinden ötürü hafif bir bir tepki gösterdi. Jani başarılı olamayınca orada, ortada yer alan büfeye doğru gitti ve sonunda büfeciyle bir şekilde anlaşarak Coca Colasını naylon bir şişe su ile değiştirdi. Sonra bir yerde elindeki bu su ile üzerindeki beyazlıkları yıkamaya, üzerindeki beyaz boyayı akıtmaya başladı, temizlendi İstanbulun ortasında. Beyaz adamlığı yavaş yavaş gidiyordu. Etrafında hatırı sayılır bir çember oluşmuştu, meraklı bakışların, anlamadığı yorumların arasında. Yere oturdu ve ve yere bir yandan başlayarak etrafını çizmeye başladı. Çok geçmeden yarı çıplak arka üstü yattı ve sağa sola dönerek, elindeki tebeşirle bütün etrafını sanki polislerin bir kişi öldüğünde olay yerini belirlemek amacı ile filmlerde yaptıkları gibi ayaklarından kafasına çizmeye, konturlamaya gayret etti. Yukarı doğru geldiğinde zorlandığını gören etrafındaki gençlerden biri, elindeki tebeşiri alarak ona yardım etti. Jani oradakilerle iletişime başlamıştı ve İstanbullular ona yardım ediyorlardı. Sonunda kendisinin izini meydanın orta yerine İstanbulluların da yardımı ile çizmişti. İşini bitirdi ve sonra yolun karşı tarafına doğru gitti ve sahneden ayrıldı. Bir dükkana doğru yürümeye başladı. Kamera tekrar meydana döndü. O sırada yerdeki izi üzerinde eklemeler, çizimler yapan kişileri görüntülüyordu. Kamera tekrar Jani’ ye geldiğinde bir bankonun arkasındakilere giyinmesi gerektiğini anlatmaya çalışan Jani’ nin derdini anlatamadığını ve bir kaldırımda bir kenarda İlkka’ nın çantasında getirdiği elbiseleri ve kalın çizgili rengarenk kazağını ve giydiğini ve kapşonunu taktığını gösteriyordu. Beyaz adam normal hale dönmüş. Tekrar Jani olmuştu.

Taksim yürüyüşünün sonrası perde arkasının finali ise şöyle. Kapattıkları kamera ile yürüyüşü biten Jani ve ona yardımcı olan iki arkadaşı kameraman Tanja Hanley ve güvenlik gözlemcisi diyebileceğimiz İlkka Pitkänen ile tekrar Taksim’e doğru geliyor ve ortadaki Atatürk Heykeli’nin etrafındaki bir banka oturup söyle bir derin nefes almak, dinlenmek istiyorlar. Bir süre sonra biraz da tedirginlikle bir polisin onlara yaklaştığını ve yanlarına oturduğuna tanık oluyorlar. Kısa sohbette Polis soruları ile kibarca konuya giriyor. Jani’nin arkadaşları ile Finlandiyadan geldiklerini ve oradaki Güzel Sanatlar Akademisinde öğrenci olduğunu anlıyor ve mutlu bir son ile bu işi kazasız belasız bitiriyorlar. Ama şunu da anlıyorlar ki Jani’ nin Taksimdeki yarı çıplak, Beyaz Adam yürüyüşünü, meydana girdiklerinden beri, Beyoğluna döndülerinden beri bu işi Polisin kontrolunda, ya da gözleminde yapmışlar.

Hikaye aslında burada bir kaç cümle sonra bitmeli ama tam sırası gelmişken hazır Taksim rüzgarı da bugünlerde hazır mimari medya da kasırgaya dönmüşken bu çalışmayı bu rüzgar ile bağlıyalım yazının finalinde hem de sevgili kahramanımız Jani Kärimäki’ yi hem de onun kılığına girdiği Beyaz Adamı aynı sahneye getirelim.

Jani daha sonra İstanbul ile ilgili Helsinki’deki sergimizde hocalar ben ve Seppo dahil hepimizin yaptığı diğer yapıtların arasındaki bir bölümde yukarıdan video projektör ile yere yansıttığı büyük bir görüntülü çalışmasını dakika dakika yerde serginin tam orta yerinde sergiledi. Yerdeki betonun çizgileri, pürüzleri arasında izleyiciler bir Finli öğrencinin yarı çıplak hem Beyaz Adam hemde Jani olarak o kentle olan diyaloğuna bu diyalog için çabasına tanık oldular. Jani’ nin İstanbuldaki iç dünyasını yansıtan Bir diğer kişisel çalışması ise bir koridor sonundaki bir Tv ekranında ve bir başka fotoğrafta saklıydı.

Jani belki de kültürel bir iletişimden ama ve onun hemen yanında iletişimsizlikten söz ediyor, kontrast anlamlar ya da zıt anlamları rolleri aynı oyunda biraraya katarak herşeyi karikatürize ediyordu bu Beyaz Adam showu ile. Amaç İstanbul Kenti’ ni ve onun insanlarını mekanlarında tanımak, onu dinlemek, reaksionunu almak, insanları ile iletişim kurmaktı. Kendi varlığı ile kendi vucudu ile kente bir imza atmaktı. Bir yandan da Jani bir aktör olmuştu. Çıplak, beyaz isimsiz hatta yüzü olmayan bembeyaz bir aktördü. Beyaz Adam olarak kendisinin oynadığı bir rolü, bir batılıyı canlandırıyordu. Jani o mistik çağrıları, insanların renklerini, biribirleriyle hallerini, onlarla sohbetleri bu kültürü bu hoşgörüyü sevmişti. Çok derinde iki dünya arasındaki, doğu ile batı arasındaki ilişkiyi sorguluyordu. Türkiye doğunun başlangıcıydı belki de ona göre. Ama tersten batının başlangıcıydı ya da batıyı arayan doğuydu. Jani’ nin temsil ettiği de doğuyu arayan anlamaya çalışan batıydı belki de. Kendisinin kalbi ise on iki günde derinlerde bir yerlerde İstanbul’ un tarafında atmıştı. Oynadığı Beyaz Adam ise Coca Colasını verip paraları cebine indirip Colasını verdiğinin fazlasıyla zenginliklerini alıp, hatta içecek suyunu bile alıp götüren başta tariflediğim gibi aslında dini imanı para olan bir beyaz adamdı. Ama Jani onu, üzerinden, hem de geldiği yerde değiştirdiği suyla yıkadı ve temizledi. Galatasaray meydanında yok etti.

Şu kesin ki, yazının başında da benim de bilinçli bir şekilde bir karikatürünü, ya da abartılı bir portresini çizdiğim adı geçen her beyaz adam Jani gibi olmaz. Beyaz görünüşünün altında Jani gibi bir bir yürek taşıyanını da, bir İstanbul sevdalısını da bulmak kolay olmaz. Umarım, dünyanın yukarısından, Helsinki’ den izlediğim kadarı ile son günlerin moda tabiri ile söylersek, bütün bu akil adamların Taksim’ de yapılmak istenilenler üzerine yazdıkları, söyledikleri, uyarıları dikkate alınır ve bütün bu tartışmalar geriye sarılır başa döner, kapalı kapıların kapıları açılır, aklı selim ile ne yapılacaksa önce orada Taksim’ de oturan insanlara ve sonra bu işin profesyonellerine, baştan aşağı medeni bir biçimde herkese sorulur ve herkes dinlenir ve yıllarca üzerinde bu kalbin nasıl olacağına ilişkin çalışmalar, yarışmalar yapılır en doğrular seçilir, önceki doğruluklar geleceğe yardımcı olur, tepeden inme bir mantıkla para adına Taksim’ in karekteri baştan sona değiştirilmez ve en önemlisi umarım Jani’ nin canlandırdığı Beyaz Adam ya da ona benzer bir başka Beyaz Adam yanında yardımcıları, kafalarındaki planları ile bir daha Taksim’in yakınından bile geçmez, geçemez …

Yazı yine bitti. Ama uzatmalarda Finli bir öğrenci, Finli bir sanatçı, Jani Kärimäki’ nin bu çalışması ve sanatı ile ilgili hakettiği birkaç cümle daha söyleyebilirim. Jani’nin yapıtında hem mimarlık, hem sanat, hem mekan hem de zaman farklı boyutları ile iç içe giriyor. Ve ayrıca senaryosunun seçimindeki yüreklilği ve hikayesinin derinliği de çabası. Jani uzun uzun dikkatle gözlediği kentin önemli bir parçasında, kentin kalbinde aslında elinde kağıt, kalem olmadan sanki vucudu ile bir eskiz yapıyor. Bir kentsel panaromada, kentsel bir ölçekte bir baştan bir başa çok hassas bir çizgi çiziyor. Olmayan ama olan, kaybolan ama kaybolmayan bir çizgi. Ya da kentte ağır ağır hareket ederek elinde olmayan bir fırça ile sanki bir iz bırakarak yürürken boyuyor. İzi de hem var, hem de yok. Son sahnede Galatasaray meydanında ise yapıtının final showunu yapıyor ve çok boyutlu performanısna, heykeline, resmine ya da eskizine son darbelerini burada koyuyor, son darbelerini indiriyor son dakikaların etrafını çiziyor. Adeta etrafını saran insanların ortasında şah ve mat diyor. Mutlu son geliyor, kent onu sakinleri ile polisi dahil kucaklıyor, o da iki kişilikli vucudundan rol yaptığını orada bırakıyor. Sonuçta Jani aradığı İstanbulunu, İstanbul galerisindeki mekanını ve bu mekandaki resmin asılma anını buluyor. Resmini Taksim’de Beyoğlu arasında boydan boya asıyor. Milyonlarca kişinin yaşadığı bir metropolde Kabataştaki set üstünden Gümüşsuyu bayırına, Taksime, Taksimden Beyoğluna, Beyoğlundan Galatasaray Meydanında biten bembeyaz kar gibi kentsel bir imza atıyor, en başta sözü edilen beyaz adamların hiç birinin o pahalı kalemlerle attıkları imzalarına hiç benzemeyen yürekten bir imza ile.. Hem var olan, hem de olmayan, hem görünen, hem de görünmeyen bir imza ile….

Etiketler

Bir yanıt yazın