Bugüne kadar dinlediğim bütün duayen mimarlardan bir kenara sonrasında mutlaka tekrar tekrar görmem gerektiğine inandığım cümleler yakalayıp not aldım. Ve şunu fark ettim , bütün o cümleler hayatlarının bir noktasından itibaren onların felsefesi olmaya başlamış. Kelimelerin onlar üzerindeki etkileri hayatlarındaki başarının kendisi olmuş. Yaptıkları işe, yaptıkları işin ciddi bir iş olduğunu, insanı merkez alan, insana hizmet eden, insanın sosyolojik ve psikolojik anlamda dengede olmalarına yardımcı olacak metotlar içerdiğini bilerek yaklaşmışlar. Kimisi kendini bildi bileli mimar olma isteği ile doluyken, kimisi lise son sınıfta karar vermiş mimar olmaya. Kimisi mimarlığın içine doğmuş, kimisi uzağında bir yerlerde büyümüş. Ama sonuca baktığınızda ortaya her güzel iş çıkaran mimarın mimarlığı bir anlamda bu hayattaki en güzel meslek olarak gördüğünü fark ettim.
Evet, mimarlık bu hayatın en güzel mesleği olmuş onlar için. Mimarlık, kökü hayatın belki de başlangıcına dayanan bu topraklarda yerle bir olmuş durumdayken bile hala kimisinin başına gelmiş en güzel şey. Hayatı, yaşam biçimini, görüşleri ve bakış açısını kesinlikle değiştirebilen sağlam bir temayül. Bu temayülün gölgesinde inceliklerle dolu hikayeler var olmuş. Tasarıma başlarken, üretirken insanın her açıdan nelere ihtiyacı olduğu odağa alınarak yola çıkılmış. ’’İnsana dokunmak’’ fikrinin bir gücü var çünkü. Dünyaya iz bırakmanın insandan geçmek zorunda olduğu inancı güzelliklerin doğuşunun sağlam bir sebebi. Durup düşünüyorum: Bu hayatı nasıl koşullar altında yaşıyoruz ve aslında nasıl koşullara ihtiyacımız var. Aradaki uçurumun büyüklüğü ile beraber düşüncelerime bu uçuruma sebep olan davranışlar ve amaçlar eşlik ediyor.
Tam da bu tezahürün ışığında ülkemizdeki mimarlık algısı karanlık ve kalabalıkken insan için neler yapılıp neler yapılmadığına dikkat çekmek gerekiyor. İnsan için ne yapıyor bu insanlar?
Huzurun hiçbir tonuna insanlığın çoğunluğu ulaşamıyorken biz mimarlığın ve sanatın toplum için olduğunu nasıl savunacağız? Bu dünya geleceğe aktarılması gereken birçok parçadan bir araya gelmişken günbegün yok olan parçalar neyle açıklanacak?
Politikayı, parayı bir kenara bırakarak anlamaya çalışıyorum. Ama anlamsızlık batağına daha çok batıyorum. Topu topu ortalama ömrün 60-70 yıl olduğu gerçeğini bir türlü aklımdan çıkaramıyor iken bu gerçeğin bana aynı soruyu sordurduğunu kabulleniyorum. Bu kısa ve hızlı ömürlerine dünyayı berbat bir yere dönüştürmek nasıl bir mantıkla sığacak. Kendi ülkemiz üzerinden devam edeyim. Güzel coğrafyaların, tepelerin, kıyıların peşkeş çekildiğini kabul etmek zorundayız. Peki bu zorunluluk kimlerin huzurunu kaçırıyor. Bu zorunluluğun doğmasına sebep olanların mahvettikleri paha biçilemez alanları sonraki nesillerden mahrum bırakmaları sadece para ve güç ile açıklanabilir mi? Eğer sadece buysa ne yazık! Torunlarına ne anlatacaklar? Eski fotoğraflardan ve hikayelerden ibaret kalan İstanbul’u bir yerlerde kendi torunları da sorgulayacak. Biliyoruz, sorgular ağır ve acı olabiliyor.