Özge Topçu'nun İstihale Buhranı isimli sergisi 1930'lardan günümüze binaları ve kenti düşünmek için önemli ipuçları veriyor.
Uzun postmodernizm tartışmalarının mimari üzeriden yoğunlaştığını biliyoruz. 1975’de St. Louis Missouri’de Pruit-Igoe toplu konut bloklarının havaya uçurulmasıyla yoğunlaşan bir tartışma ve ikonlar tarihi. Havaya uçurulan aslında soğuk minimalizm, işlevselcilik, evi bir makine gibi gören Le Corbusier anlayışı, devletin tepeden planlama gücü gibi argümanlardı. Pruit-Igoe, insanları yalıtan, bir insan yığma makinesine dönüşen, toplu-konut projesinin simgesiydi. Dinamitle havaya uçurulan ise modernizm ve “uluslararası stil” dediğimiz bir mimarlık anlayışıydı. Beyaz Küp’ün sonu!
Beyaz Küp bir tarafıyla, izleyiciye mesafe koyan, hijyen sanat mekanını simgeliyordu elbette. Modernizmi kuran temel metinlerden birinin mimarlık üzerinden gelmesine şaşmamak gerek.
1908’de Adolf Loos, “Suç ve Bezeme” adlı manifesto-makalesinde, geçmiş dönemin kıvrımını (Rokoko, Art Nouveau), süslemesini sınıfsal bir açıdan itham ediyordu. Süse karşı savaş, eşitlikçi bir dünyaya umut muştuluyordu. 1914 sonrasının Avangart hareketleri bu minimalizm anlayışını neredeyse bir sipere dönüştüreceklerdi. Özellikle mimari, toplumsal ve sosyalist kaygılarıyla fazlasıyla maddiydi. İnsanlara barınacakları, bol ışıklı konutlar gerekiyordu. Ve de sağlık…
Geçmişin saraylarına karşı bizim saraylarımız, akılcı, sade ve işlevsel diyeceklerdi. Kültür ve Adalet Sarayı! Le Corbusier’in kentleri otoyollara göre düşünen kurgusu ve makine hayali 1945 sonrası uluslararası stile dönüşecek, dünyanın her yerinde kentler ve konutlar inşa edecektir.
Postmodernizmin bu anlayışla hesaplaşması bir tarafıyla ulus devlet ve resmi ideoloji sarmalıyla birlikte gidecektir. Özellikle 1990’lar Sovyet sonrası bir döneminde katkısıyla, modernizmi, bürokrasi ve devlet üzerinden okuyan koca bir literatür de oluşturmuştur. Haklı nedenlere dayanan bu eleştiri, neo liberal bir çerçeveden bakıldığında ise, devletin deregülasyonu (küçültülmesi-özelleştirilmesi) için de bir mazeret ve hegemonya oluşturacaktır.
Özge Topçu’nun Kadıköy-Yeldeğirmeni’inde, Hush Galeri’de açılan “İstihal Buhranı” sergisini dolaşırken bunlar aklıma geldi. Özge, mimariyle, özellikle de devlet-bürokrasi ilineğiyle ilgileniyor. Serginin ismi 1920 ve 1945 sonrası “refah devleti” uygulamalarıyla hız kazanan bir üretim krizine de göndermede bulunuyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1934’te kaleme aldığı “Ankara” kitabında – kübik iç mekanı – tasvir etmek amacıyla kullandığı “İstihale Buhranı” ifadesi sergide yer alan işleri algılamak açısından bir rehber işlevi görüyor. Devlet dairelerindeki defterlerin, sayfaların binalara evrilen siyasası….
Özge Topçu çalışmalarının temelinde Modernizm “sistem”inin yapay kurgusunu ve bu kurguya mutlak inandırıcılığı sağlayan “aile, birey, ulus kimliği inşası, mimari yapılanma” gibi propaganda araçlarını sorguluyor. Bu araçların ve mimari öğelerin görsel tarihlerini araştırıyor ve onların bağlamları, uzamları ve mekanları üzerinde müdahaleler yaparak Modernizmin mutlaklığına rakip, muğlak bir gerçeklik alanı yaratmayı amaçlıyor.
Sanatçı, işleriyle Cumhuriyet Türkiyesi’nin inşası ve dünyada uluslararası modernizm kanunlarının uygulamaya konmasının “eşzamanlı” oluşundan yola çıkarak ülkede yapılandırılan mimarinin ve görsel kültürün çarpıcı örneklerine ayna tutuyor. 1923-1943 yılları arasında yaşanan devrim sürecinde binaların fasatları ve insanların çehrelerinin bir senkronizasyonla değiştiği, modernist mimarinin biçimsel özelliklerinin toplum inşasıyla paralelliğini düşünmemizi istiyor. Serginin en güncel işi ise, Kadıköy sahiline dikilen uluslararası bir otel zincirinin üzerine düşünen maket çalışması. Bir eylem çağrısı taşıyan, kuşbakışı bir iktidar ihbarı var yerleştirmede. 1930’lardan günümüze binaları ve kenti düşünmek için önemli ipuçları veriyor.
İstihale Buhranı, 27 Aralık tarihine kadar Hush Galeri’de izlenebilir.