Ken Adam’a ait iki eskiz. The Madness of King George (1994) ve The Spy Who Loved Me (1977)
Kalina Ivanov bir ropörtajında şöyle diyor: “Belki de İngilizce ana dilim olmadığından, düşüncelerimi aktarırken kelimeler yerine eskizlerime daha çok güveniyorum. Bir parça parşömen kağıdı alıyorum; başlıyorum çizmeye. Kağıt üzerinde kabaca denemeler yaparken yakaladığım ritm, bir süre sonra tasarımın yavaş yavaş belirginleşmesine yardımcı oluyor. Bu öyle bir süreç ki, sadece kafamdakiler ve tuttuğum kalem dışında her şeyi unutup kendimi kaybettiğim çok oluyor. Kimi zaman bir bakmışım konseptimi üzerine kurduğum onca örnek görselden tamamen farklı, fakat daha tatmin edici bir yerde bitiriyorum eskizleri. Kimi zaman ise kalem oynatmaktan aciz önümdeki kağıda öylece bakakalıyor ve en nihayetinde başa dönmeye karar veriyorum.”
Eskiz, -tüm tasarım dallarında olduğu gibi- set tasarımının da en büyük vazgeçilmezlerinden. Önemi ve değeri tartışılmaz bir biçimde yerini koruyadursun, tarzı ve amacı film yapım süreci içerisinde pek çok etmene bağlı olarak değişkenlik gösterebiliyor. Elde edilmek istenen sonuç ürün, projenin ölçeği ve kapsamı, tasarımcının yaklaşımı ya da yönetmenin beklentisi, eskizin hangi aşamada ne amaçla kullanılacağını belirleyen pek çok durumdan yalnızca birkaçı. Ivanov’un da tariflediği gibi eskiz, araştırma ve düşünme sürecinin hemen ardından konsept arayışının bir parçası olarak kağıt üzerinde hızlıca ve kabaca belirebileceği gibi, detay ve kompozisyon yolunda tasarımcının en büyük yardımcılarından biri de olabiliyor. Süreç içerisinde yönetmen ve tasarımcı arasındaki iletişimin olmazsa olmazı olan eskiz, bazense sürecin sonunda elde edilmek istenen ürünün ta kendisi olarak da hedeflenebiliyor.
Ivanov röportajının sonunda şunu ekliyor: “Eskizlerimden hiçbiri dokunulmaz değil. Çizim tarzımda da hiçbir zaman inatçı olmadım. Hikayenin konusu ve türüne bağlı olarak, gerekli havayı yakalamak adına bir başkası gibi çizdiğim de çok oldu.” Bu nokta epey önemli; zira Ivanov, film tasarımı açısından oldukça kritik, uygulaması ise o kadar zor olan bir konuda yorum yapıyor: bir başkası gibi çizmek. Konu asla taklitçilik değil; tam aksine en hakiki olanı aramak adına ortaya konmuş oldukça dürüst bir çaba. Peki ya neden? Ivanov’un iki eskizi üzerinden durumu örnekleyelim.
© Kalina Ivanov
Eskizlerden ilki, Abraham Lincoln suikastini konu alan Robert Redford imzalı The Conspirator (2010) filmi için çizilmiş. Lincoln’un vurulduktan hemen sonra tiyatro salonundan sokağa taşındığı an gösterilmeye çalışılıyor. Zafer Günü kutlamaları ve coşkusu, dakikalar önce gerçekleşen suikastin neden olduğu korku ile harmanlanıyor ve ortaya coşku ile hüznü tek potada eriten kaotik ve de ironik bir görüntü çıkıyor. Ivanov, içinde bulunulan karanlık ve karmaşık havayı taraması bol, zengin bir kompoziyonda, kömür ve kurşun kalem yardımıyla yakalıyor.
© Kalina Ivanov
İkinci eskiz ise Edith Bouvier Beale’ın hayatının anlatıldığı 2009 yapımı bir HBO filmi olan Grey Gardens için. Kaygısız, bohem bir hayatı merkezine alan, 1930’ların dekorunu ön plana çıkaran bir eskiz bu. İlkine kıyasla daha anlaşılır ve temiz bir kompozisyon tercih edilmiş. Soldaki lezbiyen çifti, etrafa saçılmış içki şişe ve bardaklarını, sağda keyifle sigarasını içen adamı ya da müziği kolaylıkla diğerlerinden ayırt etmek mümkün. Doygun renk seçimi ve desen çeşitliliği ise siyah arka plan üzerinde bir adım daha ön plana çıkıyor, periyodun yansıtılmasında aktif bir rol oynuyor.
Bu iki örnekten de anlaşılabileceği üzere eskiz, içinde barındırdığı hikaye unsurlarının ve bağlamının yanı sıra, tarzı ve dışavurumu ile etkisini katbekat artırabiliyor. Farklı tasarım dallarına göre avantaj ve dezavantajları çeşitlilik gösterebilecek bu durum, konu film olunca yerini bir nebze daha güçlendirmiş durumda. Zira, film tasarımcıları için “bir başkası gibi çizme” konusu pek de yabancı değil; hatta çoğu tarafından sıkça kullanılan bir konsept. Pek çok film kendi içinde farklı bir anlayış ve yaklaşım gerektirdiğinden, tasarımcılar da her projede kendilerini yenileme, bazense tamamen değiştirme ihtiyacı duyuyor. Bu sebeple, salt hikaye ve karakter odaklı, gerçek ve inandırıcı bir mekan tasarlamak adına kişisel zevk ve yaklaşımlarından arınıp bir başkası (çoğu zaman bahsi geçen karakter ya da temsil edilen dönem ve mekanın tasarımcıları) gibi düşünmeyi ve tasarlamayı kendine amaç edinenler, bir başkası gibi çizme konusunda pek de zorlanmıyor. Tarkovsky’nin de dediği gibi yedinci sanat, bu noktada tarihin en büyük sahtekarlarının omuzlarında yükseliyor.