Son günlerde tartışılan İstanbul'un Silueti üzerine Aykut Köksal'in yazısı...
Dünyanın önde gelen pek çok kenti, o kentle özdeşleşmiş, tek başına o kenti simgeleyen, giderek kente ilişkin yeterli bir imge oluşturan yapılarla birlikte anımsanır. Akla ilk gelen örnekleri anımsayalım: Paris ve Eiffel Kulesi, Londra ve Westminster Sarayı, Barselona ve Sagrada Familia, Roma ve Colosseum, Chicago ve Sears Tower, Bologna ve kule evleri, Bilbao ve Guggenheim Müzesi… Bu liste uzatılabilir. Şimdilerde ise, çağdaş mimarlığın “yeni” başyapıtları Uzakdoğu kentlerinin “yeni” simgeleri olma yolunda. Peki, bu kentlerin çoğundan daha eski bir tarihe sahip olan ve yüzyıllar boyu imparatorlukların başkenti olmuş İstanbul’u tek başına simgeleyen bir yapı var mı? Olmadığını hemen söyleyebiliriz. Ayasofya ya da Süleymaniye Camisi gibi, mimarlık tarihinin başyapıtları, hatta kentin görkemli surları bile “İstanbul” deyince tek başına akla gelmiyor. Ama buna karşın, bu kentin güçlü bir imgesi var, hem de bu imge aynı güçte bir görsel karşılığa sahip. İstanbul’u tanıyanlar, kentin tarihi merkezi olan yarımadanın siluetinden söz ettiğimi anlamıştır. İzlenimlerini çizgiyle aktarma peşinde olanlar bu imgeyi kağıda geçirmeden duramaz. Sayısız örnek var ama bir tanesi hemen akla geliyor: Le Corbusier. Ünlü mimarın İstanbul çizimleri içinde, inatla yinelediği bir görüntü vardır, o da kentin siluetidir. Le Corbusier’nin İstanbul’a gelişinden 100 yıl sonra, çizimleri hala kentin ana imgesini yansıtır.
Bu imgenin, kentin tüm öğelerinin ve özelliklerinin buluşmasından / birleşmesinden çıktığını söyleyebiliriz. İstanbul, denizle ilişkisi, topoğrafyası ve bu topoğrafyayı çok iyi değerlendirmiş kent mimarlığıyla ayırıcı bir özellik sergiler. Kent, üç yönden algılanabilirliğe sahip, denizle çevrili bir yarımadadır. Bu yüzden kentin surlarla kuşatılmış eski bölümü kısaca “Tarihi Yarımada” diye bilinir. Tarihi Yarımada’nın başta gelen özelliği ise topoğrafyasıdır. İstanbul yedi tepe üzerine kurulmuştur. “Yedi tepe”, kentin, zihinlerde yer etmiş, simgesel bir boyutunu oluşturur. İşte Bizans’tan Osmanlı’ya, yedi tepede konumlanan yapılarıyla, İstanbul adım adım güçlü bir imgeyi inşa edecektir. Yapıların mimari karakteri de neredeyse bu imgeyi oluşturmaya yöneliktir: Osmanlı anıtsal mimarlığı tek yönden algılanan cephelerle değil, her yönden eş değer önemde görüntü sunan mimari kütlelerle tanım kazanır. Üstelik bu mimarlık, son kertede kuvvetli bir çizgiyle belirginleşen ve her uzaklıkta kendini duyuran bir profile sahiptir. Karşıtlıkların ve uyumun birlikteliğiyle ortaya çıkan bir profildir bu ve kentin zihinlerdeki imgesinin ana yapı taşıdır.
İstanbul imgesini oluşturan öğelere daha yakından baktığımızda ise şunları görürüz: Antik Byzantion’un akropolü olan birinci tepede Topkapı Sarayı yer alır. Saray adeta kent topoğrafyasının bir parçasına dönüşmüştür ve İstanbul siluetini hem başlatan, hem de bitiren öğedir. İkinci tepenin güney eteğinde Sultanahmet Camisi konumlanır. Birinci tepeyi ikinci tepeye bağlayan sırt üzerinde ise Aya İrini ve siluetin doğurucu (générateur) öğesi olan Ayasofya vardır. Böylece, özellikle kentin Marmara Denizi’nden ve Asya yakasından algılanan siluetinin ana öğeleri de ortaya çıkar: Doğudan batıya doğru, Topkapı Sarayı, Aya İrini, Ayasofya ve Sultanahmet Camisi. Haliç’ten ya da Pera’dan, yani kuzeyden kente bakıldığında bu dizi yine hakim profili verecek, ancak kentin güney eteklerindeki Sultanahmet Camisi görüntüden çıkacaktır. Ne var ki bu kez de, üçüncü tepenin kuzey eteklerindeki Süleymaniye Camisi ve dördüncü tepede, Bizans’ın ikinci büyük kilisesi olan Havariyun Kilisesi’nin yerine inşa edilmiş Fatih Camisi görüntüye dahil olacaktır. Bunların arasında ise tümel imgeyi tamamlayan öteki yapılar yer alır: Haliç kıyısındaki Yeni Cami ve Rüstem Paşa Camisi, ikinci ve üçüncü tepelerin arasındaki Nuruosmaniye Camisi ile Beyazıt Camisi ve büyük bir saygıyla geride durarak bu resme katılan İstanbul binaları… Neredeyse inceden inceye düşünülmüş bir kent mimarlığı sunar İstanbul. Bugüne dek kentin kendi doğal yapısı bu kent mimarlığının hem yaratıcısıydı, hem de koruyucusu. Ama kentin bugünkü sahiplerinden korumaya ne bu doğal yapının gücü yetecek, ne de bu satırları yazan ve okuyanların…
2 yorum
Son Zeytinburnu kuleleri de göstermiştir ki, artık imar planları ve imar planı değişiklikleri sadece ve sadece mimarlar ve şehir plancıları tarafından yapılmalı; bu kişileri de mutlaka öğretim kurumları ve meslek odaları seçmelidir. Yoksa bu ve buna benzer “facia”ların önüne geçilemez. Belediyelerdeki iki boyuttan fazlasını göremeyen zihniyetle bu iş bu kadar olur.
Belediyelerde iki boyuttan fazlasını gören zihniyet de olsa bu ortamda ve bu ilişkiler sisteminde durum pek değişmezdi. Iste size Kadıköy siluetini değiştiren Mühürdar’daki Taşyapı’nın Corner otel örneği. Bu tip örnekler kaza sonucu olmuyor, gözlerimizin önünde bilinçli olarak yapılıyor. Asıl zihniyet bu maalesef. Keşke Aykut Köksal’ın çok özgün biçimde belirttiği Tarihi Yarımada’nın kent siluetini koruyabilecek bir zihniyet dünyamız bugünlerde olabilseydi…