Şehrin göbeğinde bir mahalle, vakit 90’ların ortası. Küçücük çocuklardık, yaramazdık, haylazdık ama en önemlisi sokaktaydık.
Hayallerimiz de vardı ha. Futbolcu olacaktık, Beşiktaşımız’da oynayacaktık. Mutluyduk, umutluyduk ve en önemlisi sokaktaydık. O zamanlar çarpık kentleşme ve bir gecede dikilen evler bile oyun alanlarımıza giremiyordu, mutluyduk. Bazen bir ayva ağacının tepesinde helikoptercilik oynuyorduk (ne demekse artık) bazen de çimde futbol.
Paslı, kırık, parkı sulamak için yapılan fıskiyelerden kana kana su içiyorduk. Haliç’in kenarında, ki o zamanlar leş gibi kokardı, top oynardık. Topumuz Haliç’e kaçtı mı ziftle kaplanmış gibi olurdu o derece kirliydi ama biraz çimenle sildik mi tertemiz olur oyunumuza devam ederdik. Okula giderken mutlaka önlüğümüzün altına bir t-shirt giyerdik, sonra dönüşte büyük bir çeviklikle çıkarıp çantaya atardık önlüğü. Azıcık salça sürülmüş çok da taze olmayan ekmek açlığımızı bastırırdı. Sonra ver elini sokaklar. Top oynuyorduk, çivi diye adlandırdığımız bir oyun oynuyorduk, kavga ediyorduk, misket oynuyorduk, gazoz kapaklarını kaldırım taşlarının üzerinden fiskeyle en uzağa atma şeklinde oynanan kapak oyununu oynuyorduk, çelik çomak oynuyorduk, saklambaç oynuyorduk, oynuyorduk da oynuyorduk. Mutluyduk. O vakitler, şimdi bir temizlik markasının sloganı olan “kirlenmek güzeldir” kafasında yaşıyorduk. Bizimkiler izliyor, Mahallenin Muhtarları’nda Temel’e gülüyorduk. Cuma geceleri Süper Baba’yı iple çekiyorduk. Hele ki ödevleri son güne bırakma yok mu, o işte mahvediyordu bütün hafta sonlarımızı. Her defasında cumadan bitireceğiz diyip yine pazara bırakıyorduk. Dedim ya, haylaz çocuklardık. Kışın soba üzerinde kestane pişiriyor, közde patates haşlıyorduk öyle kabuklarını da soymuyorduk ha. Biraz tuzladın mı ondan güzeli yok. Hele sobanın kenarında uyuyakalma yok mu dünyanın en güzel şeyiydi. Sonra sokaklarımıza dönme dolaplar geliyordu, mısırcılar, muhallebiciler, elma şekerleri, ama en keyifli olanı da leblebi tozuydu. Güzel zamanlardı. Mutluluğun resminde bir figürdük ama farkında değildik. Sonra bir gün evimizin önündeki ayva ağacını kestiler, ilk oyunumuzu kaybetmiştik. Sonra birileri geldi incir ağacımızı kesti her ne kadar incirlerini yiyemesek de. O zaman anlayamamıştık bir gün bu güzelliklerin tümünün biteceğini. Yavaş yavaş çektiler bizi sokaktan, tıkadılar birkaç m²’lik odalara. Oysa pes etmezdik kolay kolay. Her gün topumuzu keserdi Bakkal Mustafa amca ama yine oynamaya devam ederdik. Sonra ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum. Pes ettik yenildik bir “Canavar”a…
Bizim sokağın hemen üst tarafında “Arka taraf” dediğimiz bir yer vardı. İçinde küçük bir kulübe vardı öyle hatırlıyorum. Her türlü ağaçların olduğu bir yerdi. Haylaz çocukların uğrak yeriydi orası. Hani şu annelerin balkondan çocuklarını çağırıp “oğlum oynama şu pis çocuklarla” dediği çocukların yeri. Yazın en büyük eğlencemizdi oradaki üzümlere ve eriklere dalmak. Büyük bir korkuyla her an oranın sahibi yaşlı amcanın çıkıp bizi kovalacağı korkusuyla toplardık erikleri, üzümleri. Sonra evden biraz tuz alıp dişlerimiz kamaşıncaya kadar yerdik. Çok fazla duramazdık orada, işimizi görüp hemen kaçardık. Bizim için çok gizemli bir yerdi aslında. Belki içinde başka ne güzellikler vardı kim bilir. “Arka taraf” bizim mahalledeki tüm çocuklar için en önemli arsaydı aslında. Belki de şimdi daldığımız o erik ağacının yerinde ismi lazım olmayan bir otelin 23 numaralı odası vardır kim bilir.
Zaman geçiyordu, artık büyümüştük. Sokaklarda oynama yaşımız da çoktan geçmişti. Bir bir yitirmiştik güzellikleri… Önce ayva ağacını, sonra incir ağacını aldılar elimizden, sonra önlüğümüzü çıkartıp kravat takmaya başladık. Artık uğramaz olmuştu mısırcılar, dönme dolapçılar, muhallebiciler. Sokakta da çok çocuk olmuyordu artık. Bu arada Haliç temizlenmiş kenarına da Miniatürk’ü kondurmuşlardı yanına da kocaman bir saha, suni çimden hem de. Çocukluğumuzun mekanlarından elimizde bir tek “Arka taraf” kalmıştı. Sonra bir gün bir baktık ki bir parti gelmiş oraya il başkanlığı binasını yapmış. Yavaş yavaş ‘”Arka taraf” da gidiyordu elimizden. Sonra bir gün bir uyandık bizim sokağın üstündeki onlarca ev çatlamış. Depremde bile zarar görmeyen bu evleri, “Arka taraf”ın da bulunduğu kocaman tepeyi otel yapacak firma traşlamak isterken çatlatmıştı. Bütün evler boşaltıldı. Herkes bir yerlere dağıldı. İnsanlar evlerinden mülklerinden oldu. Tüm binalar yıkıldı. Sonra bir gün bir uyandık otel açılmış. Şehrin ortasında bir kenar mahalle ve bu kenar mahallede yapılan lüks bir otel ve burada konaklayacak kalbur üstü insanlar… Elbette fakirler olmamalıydı burada. Rahatsız olabilirdi zenginler. Evleri çatlatılmalı, hemen buralardan gönderilmeliydiler. Yıkılan evlerin yerine derhal daha yüksek daha lüks konutlar yapılıp zenginlere verilmeliydi. Burada yaşamış olanlara da yeni evler verilecekti elbette. Ama onları da buradan göndermenin bir formülü vardı mutlaka. Bu insanlar lüks konutların masraflarını bir süre sonra karşılayamayacak, sahip olduğu bu daireleri de satıp buralardan gidecekti. Yani tam bir temizlik yapılacaktı.
Velhasılı “Arka taraf” da gitti elimizden. Şimdilerde orada, gözünü üstüne dikmiş bir canavara karşı inatla bir cami son demlerini yaşıyor. Yakında o da gidecek. Kısacası bir mahallenin hazin sonu. Sokaklarında bir vakit yankılanan çocukların sesleri yerine lüks araçların motor sesleri yükselecek. Belki de bir İngiliz turist otel odasında banyosunu yaparken, çocukluğumuzun tüm izleri, tozlu hatıraları da onun suyuyla yavaş yavaş akıp gidecek.