Danimarka’nın Aarhus kentindeki Aros Müzesi’nin 3 Aralık’taki Hypernature sergisinin açılışına gitme fırsatını yakaladım geçenlerde. İzlandalı sanatçı Arnardóttir’in “deneyim sergisi” olarak tanımladığı sergi; farklı neon renklere boyanmış saçlardan oluşan, hayal alemine, punk kültürüne, pelüş oyuncaklara, büyülü paralel evrenlere, efsaneleri refere eden bir mekan sunuyor ziyaretçilere.
Sergi holüne girdiğim anki ilk tepkim “Evet etrafta renkli renkli tüyler var, peki. Hadi çıkalım” şeklinde olmuştu. Ancak ziyaretçilerin sergi alanında yere oturup veya uzanıp vakit geçiriyor olmaları dikkatimi çekti ve ilk izlenimimi bir kenara bırakıp boş bulunduğum bir köşeye gidip oturdum. Yarım saate yakın vakit geçirdim oturduğum köşede, kendime sorular sorarak ve mekanın üzerimdeki etkisini anlamaya çalışarak. Öncelikle fark ettiğim şeylerden biri mekana dair boyut kavramının akışkanlığıydı. Neon renklere boyanmış saçların oluşturduğu mekanın hangi boyutlardaki bir sergi holünün içerisine konumlandırıldığı kavrayamıyordum. Evet, fiziksel anlamda sınırları olan bir mekanın içerisindeydim ancak mekanın bana verdiği bir boyutsuzluk hissi vardı. Bir şekilde mekanın tepe noktasına dokunmaya çalışsam sanki mekan genişleyecek ve ben o tepe noktaya asla ulaşamayacaktım. Öyle bir his uyandırıyordu ortam. Bu şekilde hissetmeme neden olan veya mekanın bu etkiyi vermek istemesine yardımcı olan en önemli faktör materyal ve renk kullanımıydı bence. Mekanı yeniden boyutlandıran farklı neon renklere boyanmış saçlar, ortama gerçeküstü bir etki katıyordu kesinlikle. Arka planda çalan katedralik ve psychedelic müzikler de mekanı bu şekilde algılamamda büyük rol oynuyordu. Sanatçının vermek istediği o hayal alemi ve büyülü evren hissi kesinlikle bende oluşmuştu.
Benimle beraber oturan, mekanı deneyimleyen en az on kişi daha vardı farklı köşelerde. Kendime sorduğum soru şu oldu: “Tek başıma olsam daha etkili bir deneyim yaşar mıydım burada?” Kendimden normalde bekleyeceğim cevap: “Evet tek başıma deneyimlemeyi tercih ederdim” şeklinde olurdu ama bu sefer durum farklıydı ve kendim de buna şaşırdım doğrusu. Etrafımda farklı insanların olması mekanın etkisini üzerimde daha yoğun bir şekilde hissetmeme yardımcı oluyordu. Bunun nedeni muhtemelen kendi içinde farklılıklar gösteriyor olsa da hepimizin ortak bir deneyim içerisinde olması ve her birimizin oradaki varlığının bu deneyime katkı sağlıyor olmasıydı. İlgimi çeken bir başka şey de benim gibi sadece etrafı izleyen ve mekanı içselleştirmeye çalışan kişilerin yanında arkadaşlarıyla sohbet eden hatta arka planda müzik olmasına rağmen ortaya müzik açan grupların varlığıydı. Sanat eseri ve tüketicilerin hiyerarşik ayrımının tamamen ortadan kalktığı bir mekanda olduğumu fark ettirdi bana bu. İnsanlar sergi alanını arkadaşlarıyla vakit geçirdikleri bir ortama çeviriyorlardı. Mekanı o kadar benimsiyorlardı ki mekan artık normalleşerek insanların günlük davranışlarını devam ettirdikleri bir ortam haline geliyordu.
Uzun süredir bir mekanın üzerimdeki etkisini bu kadar yoğun hissetmemiştim.
Sanatçının herhangi bir şekilde ziyaretçilerin mekanda vakit geçirmelerine yönelik bir yönlendirmede bulunmamış olmasına rağmen insanların doğal bir şekilde mekanı deneyimleme istekleri aslında mekanın çok etkili bir şekilde tasarlanmış olduğunun bir göstergesi. Hypernature, mekanın farklı bileşenlerinin etkili bir şekilde bir araya gelmesi sonucu nasıl bu bileşenlerin tek bir mekan yarattığının çok başarılı bir örneği. Renk, boyut, materyal, müzik ve mekanın kullanıcılarının bir araya gelerek hep beraber oluşturdukları bir mekan var Hypernature’da ve bunlardan birinin eksikliği veya başka bileşenlerin ortama eklemlenmesi mekanın algısını fark edilebilir şekilde değiştirme özelliğine sahip.
Çağdaş sergiler ve yerleştirme çalışmalarının yanı sıra günlük hayatımızda vakit geçirdiğimiz mekanların da üzerimizde böyle etkiler bırakması dileğiyle…