Bu yazıyı oda seçimlerinden önce kaleme almıştım. Acıların üzüntülerin içinden rengarenk bir sanat çıkaran, kendi halindeki dost bir sanatçıyı uzaklardan bu sütunlarda gündeme getirmek istedim. Sonunda yazıyı tekrar okuduğumda hala devam eden tartışmalar, kan revan içinde kalmış umutları ile Tarja’nın Odası'nı hatırlattı. Yazı RH Sanart Dergisinin 48. sayısı ile aynı anda yayınlanıyor. ”Bir Oda” yı, Tarja’nın Odası’nı bu tartışmalara adıyorum. Adı herkese göre ne anlama geliyorsa mimarlık, ama dürüst bir mimarlık, ama çok renkli bir mimarlık umudu ile.
Sekiz, dokuz yıl önceydi. Sanatçılardan biri, sanat adına bir kediyi işkence ederek öldürmüştü. Haberin gündeme bomba gibi düştüğünü hatırlıyorum. Kedi ile geçirdiği son anları saniyesi saniyesine videoya çeken sanatçı sonunda hikayeyi bir sanat yapıtı olarak ortaya koymuştu. Bu olay toplumda sadece sanatla ilgilenen kişiler tarafından değil, sokaktaki insanlar tarafından da şiddetli tepkiler alırken, üzerine bir sürü yazı yazıldı ve bunu yapanı da anında ve belki de bir yaşam boyu meşhur etmeye yetti. Sanatçının istediği de buydu şüphesiz. Yaptığı sanatı bir yana, o artık kediyi öldüren bir sanatçı olarak belki de çok genç yaşta Fin Sanat tarihindeki yerini aldı. Sanatın bütün aşırılıkları, kişisel yorumları, uçlarda dolaşanların yaptıkları bir yana, her zaman onun yanıbaşında olan ve onu gözleyen birisi olarak sadece benim değil eminim bir sürü kişinin de can almaya yönelik bu olay karşısında, nutku tutulmuştu. Helsinki’ye yeni taşınmıştık. Buradaki sanat dünyası ile ilk tanışmamdı. Bu tuhaf hikaye ve hüzünlü senaryosu aklımda kaldı.
Nedense Tarja üzerine yazmaya karar verdiğimde, ilk bakışta bu zavallı kedinin kaderi, sanat adına kurban edilişi onun yapıtları ile biraraya geldi. Ama Tarja’nınkiler, sanki biribirinden binlerce yıl uzaklıktaki bir çizginin tam zıt tarafındaki bir yerlerdeydi. Tarja’nın sanatı ve yaptıkları sözü edilen sanatçınınkinden çok daha farklı bir çaba. Yukarıdakinin aksine Tarja böyle meşhur olmaların ötesinde kendi hızı ile, kendi taksimetresi ile giden, kendi ile yarışan biri. Fin Güzel Sanatlar Akademisi’nde hocalık yapan, deneyimlerini, yaşadığı hayatı öğrencileri ile paylaşan bir ressam, bir akademisyen ve çok da mütevazi bir kişi.
Tarja’nın bir resmini görmüştüm uzun süre önce. Aklıma ilk gelen Pollack oldu. Onunkileri anımsatan bir halı vardı önümüzde. Ama bu katlanan bir halıydı. Hem duvardaydı hem de yerdeydi. Pollack’ınki gibi savrulan sert hareketler yerine sonbaharda yavaş yavaş, biribirinin üzerine düşen yapraklar gibi idi, darbeleri. Biribiri ardına kalkıp konan hassas, milimetrik dökülüşlerdi, çok alışılmamış bir malzemeden, plastikten, her damlası düşünülmüş gibi bir birikintiydi. Sarının yeşilin, kırmızının, daha bir çoklarının bir sürü tonu, döşemenin bir parçasını, bir tarafı dairesel kontur oluşturan bir parçasını, kaplamıştı. Bir tarafı duvara kıvrılan bir landscape oluşturulmuştu. Sonra Monet geldi aklıma Pollack’ın yanında, sonra da bizim minyatürler. Perspektif veren o tür bir havası olduğunu düşündüm iki düzleminin kıvrılmasında. Perspektif sanki deforme ediliyordu bilinçli olarak. Kaçarkarı değiştiriliyordu. Doğa hem plandı hem cepheydi. Buralara özgüydü sessizliği ile. Çıt yoktu sanki resimde. Herşeyin ötesinde kederliydi yine buralara özgü bir tarafı ile. Her yerinden kanıyor gibi geldi daha da dikkatle bakınca. Ortaya yerleştirdiği, peyzaj ile, adeta kamufle olan bir çift kışlık bot ile, yalnızlık kokan bir havası, derin bir hüznü, derin bir üzüntüsü vardı resmin. Yok olan, bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi botlarını bırakıp giden birinin anı ve anısı vardı sanki. Ama botlar gidenin felaket anında oraya buraya dağılmış ayakkabıları gibi değil, planlı proğramlı bir gidişi ya da yalnızlığı hatırlatıyordu. Bu botlarda gidenin anısını yadeden iki şeydi ya da yalnızlığın. Tam ortada heykelleşmiş ama bütün panaroma içinde kamufle edilmişti yağmurda, karda giyilen iki bot.
Sonra çok geçmeden bu köşenin aslında bir bütünün parçası olduğunu anladım. Hikayenin büyükçe bir odanın içindeki diğer parçalarını bir bir takip etmeye başladım. Burası Tarja’nın odasıydı. Bu oda, Finlandiya’daki mimari yapıtlar içerisinde adeta nirengi taşlarından bir olan, daha sonra bir çok özel örneğe kapı açtığı söylenebilecek, Amerikalı ünlü mimar Steven Holl’un önemli bir binası, Modern Sanatlar Müzesi, Kiasma’nın yüksek sekiz dokuz metre yükseklikteki bir mekanında tasarlanmıştı. Katlanan peyzaj resim, odanın düzlemleri arasında kendi düzlemlerini oluşturuyordu. Kayalıklardan aşağı iniyordu. Diğerleri de, diğer yapıtlarda Dekonstruktivist bir şekilde, mesajları ile etrafa savrulmuştu. Anılar vardı parça parça her yanda. Bir bomba patlatılmış gibiydi mekanda. Yer, duvar, tavan ve kıyılar kullanılmıştı bu patlamalar anında. Mondrian vari dik açısal çizgilerin arasında yer alan iki dikdörtgenin olduğu küçük bir fragman gözüme çarptı. Bu gürültünün arasında döşemede bir yerlerdeydi. Küçük bir parçaydı, modern bir yapıttı. Bu gürültü arasında işi nedir diye düşündüm. Modernizme bir içten içe bir tepkimiydi. Karşılıklı iki duvardaki giriş boşlukları, arkalarındaki loşlukla leke oluşturan büyük bir düzlemler, büyük koyu parçalar olarak duvara tırmanıyor ve halımsı lekelerle bütünleşiyordu. Bütün döşeme buğulu gibi gözüken bir pleksi ile kaplanmıştı.
Her yer buz tutmuş havasındaydı. Bir başka dünya yaratılmıştı. Hafif açılı, dik açısallıktan uzaklaşan yere oyulan halı gibi iki koyu çizgiden birinin sonunda doldurulmuş bir köpek önünde kalkmış yarı geçirgen buğulu bir duvarla durdurulmuş gibiydi. Bunun yanındaki diğer koyu renkli halımsı, uzun döşeme kaplamasının iki yanında tasarlanmış bazı parçalar vardı. Uzantısında bir et parçası gibi rengarenk bir resim ya da resimsi bir heykel yatıyordu duvara yakın. Sanki peyzajın resimleri üzerine sinmişti, kamufle edilme duygusu yaratıyor, Tarja’nın da sohbetimizde vurguladığı gibi, bir gitar kutusu açılımını anımsatan bir havadaydı. Yerdeki diğer koyu çizginin iki yanındaki torbaya benzer objelerden biri dikkat çekiciydi. Sanki eski bakkallarda rastlanacak cinsten ağzı açık yarım bir çuval ve rengarenk içindekilerin düzeni, belki de atılacak çöpün bile önemine dikkat çekiyordu.
İki düzlemdeki farklı geometrik oynamaların yanında aynen sonuncusu gibi organik sayılabilecek daha serbest yine rengarenk parçaları vardı ve diğer lekelerle kontrast yaratıyordu. Bir tarafta daha önce tanımlamaya çalıştığım yine peyzajda sanki kamufle edilmiş botların ortada olduğu instalasyon ve karşı tarafta mızraklarla sanki duvara tutturulmuş bir gövdenin yerdeki döşemeye doğru kan revan içinde kalışını, yere doğru erimesini sembolize eden bir akma vardı.
Yerlere dökülüyor yayılıyor birikintiye dönüşüyor, peyzaj oluyor ortadaki iki botu boğazına kadar çamura batırıyordu. Yine ayakkabılar oyunun bir parçasıydı, bu defa peyzaj içine gömülmüşlerdi. Genel olarak bu çalışmaya bakınca bakılınca Tarja’nın çok değer verdiği birini duvara mıhlandığını düşündüm. Bir ukte vardı içinde ona karşı. Ama mızraklarla düşmesini engellemişti. Bir heykele dönüşmüştü. Resim miydi, heykel miydi ama memorial bir tarafı vardı. Bir savaş hali içinde olan, olmasa da zırhları ve silahlarını kuşanmış Ortaçağ sövalyelerini andırıyor gibiydi. Yaklaşıldığında spontane olarak seçilebilecek, yakın plan yapılabilecek bir sürü yeri de çok değerli fragmanlar ve resmedilmiş parçalardı. Ama bütünüyle akıyordu, eriyordu deneysel işler yapan Tapie yi aklıma getirdi. Daha sonra Tarja ile ilgili yazılanları okurken bunu annesi ile ilgili bir yapıt olduğunu anladım. Sohbetimizde yaptığının aslında bir yanı ile ait olduğu, eleştirdiği sanat kuruluşu üzerine bir yorum olduğunu da vurgulamıştı.
Sonuçta bir başkaldırıydı, mızraklama olduğu okunuyordu tekniği ve renkleri ile. Bunu hemen ilerisinde sağ üst duvarda, bir girişe yakın sanki bizim Topkapı Sarayı’nda kanlı bir şekilde yok edilen bir şehzadenin gömleğini anımsatan yine pembeleşen kırmızının ağırlıklı olduğu bir kompozisyon vardı. O da kan revan içindeydi. Bu kanların altında birşeyler vardı.
Mekanın ortasında ise kıpkırmızı olan bir başka parça sergileniyordu. Ayaklıklarla hafif yatırılmış kapılardan birinden, mekana girene doğru döndürülmüştü. Yanda yine biraz ileride yine eğimli yatırılmış tahtanın üzerinde sanki askılarından çarmıha gerilmiş gibi bir başka gömlek sergileniyordu. Herşeyin, sanki bütün olanların üzerinde, tavana yakın, pencerenin üzerine doğru duvara sürtünmüş, ortası kırılan bir kırmızı çizgi gidiyordu. Duvardaki kırmızı çizginin sonunda boşta bir parça vardı. Yukarıda, tavandaki mekanda merkeze doğru dönüyor, şeffaf bir yüzey olarak yine sonunda kullanılmış iki çocuk botuyla biten uçan bir çizgiye dönüşmüştü. Bu odadaki hikayeyi bütünüyle okuyabilmek için fragmanları bir araya getirmek gerekiyordu. Bu fragmanlar da Tarja’nın odasındaki geçmiş anılardı, düşüncelerdi. Tarja’nın odasında yapılanlar, objeler olmanın ötesinde sahnenin oyuna katılan parçalarıydı sanki. Yani burada gözleyen, gözlenen kavramı altüst ediliyordu. Bu bölüme girenin kendisi seneryonun kendisi oluyor ve etrafındaki parçaları izliyordu. Yanda, yerde, duvarda, tavanda yer alan bu parçalar bir bütünün parçalarıydı. Burada asılma düzlem değiştirme, asma, çekme gibi kavramlar fragmanlar halinde yanyana gelmişti. Bir anı haritası yaratılmıştı. Bazı semboller daha da ön plana çıkarılmış, ayrılık, birinin anısı, belki de botlarla heykeller gibi yapıtların eksenlerine, orta yerlerine oturtulmuş kompozisyonlara özel önem kazandırmıştı. Bir kenara koyma, unutma, kafasından çıkarıp atma, yok olma, yalnızlık gibi kavramlar belki de bir araya getirilmişti. Kırmızı bir tema etrafı kaplıyordu. Kan izlerinin damlaması, sürülmesi, duvarlara sıvanmış gibi görünmesi belki de acılı, üzüntülü anları hissettiriyordu. Her yana dönen düzlemler mekanı güçlendiriyor, bütün bunlar duvarda asılı klasik resimler gibi olmadığı için belki de bakanı sorguluyordu. Oyuna çekiyor, yapıtları gözleyenin yorumlarını istiyor, tepkilerini bekliyordu.
Her şeye karşın, Tarja’nın bazı yapıtlarını etrafa yayılmış kanları, delik deşik olmuş örgüleri gördükten sonra içimin biraz tuhaflaştığını söylemeliyim. Bunlar belki de bakanın çoğu kez içini buran hayatın içinden hikayelerdi. Dışa yansımalarının ötesinde anlamları vardı. Bu dil kişisel bir tercihti. Önemli olan Tarja varolanları, bir yerde birikenleri nasıl ortaya çıkarıyordu. Nasıl yapıta dönüştürüyordu. Duygularını ortaya döküyordu. Madalyonun iki yüzü gibi. Bir taraftan soyut olsa da bir taraftan gerçek. Bir tarafta sanat, bir tarafta yaşanan, yaşanmış olaylardı. Kışlık bot botun ta kendisi, kanda gerçek kan. Ama kan soyutlaşıyor, volüme dönüşüyor, kalınlaşıyor, büyüyor, akıyor, yayılıyor, boyanın kendisi oluyor. Boyaları çekiyor, sarkıtılıyor, adeta ölçek değiştiriyor, fırça darbeleri devleşiyor. Tuvale konulan fırça darbesi gibi kırmızı, değişiyor. Mekanda heykelleşiyor, bazende yayılıyor, hikayelere uygun peyzajın bir parçası oluyordu. Dikkatle baktıkça onları sevdim. Arkasını görmek istedim. Sadece kederli, hüzünlü parçalar olamadıklarını hatta cesaretle kullanılan renkler olduklarını bunların arkasındaki yaşama umudunu, yaşama tutunmayı, neşeyi, çoşkuyu sembolize edebileceklerini anladım daha sonra Tarjanında sohbetimizde vurguladığı gibi.
Tarja genellikle dinleyen birisiydi. Fırtınaları ise yapıtlarındaydı, içinde idi. Özel deneyimlerin, yaşananların hatta kendi özel dünyasının ne önemli bir kaynak olduğunu göstermenin daha da ötesinde, Tarja sadece keyfin ya da sevincin değil acının, üzüntünün de resmini yapıyordu belki de her defasında özenle ve kat kat. Bir anlamda içinde, içimizde anlatılamıyanları, ama hep çıkmaya hazır belki de hep bir yerlerde olanları çıkarıyor, yapıtlarında bir bir, apaçık bir şekilde ortaya döküyor bir psikologa anlatır ona danışır gibi onu seyredenlerle paylaşır gibi yerlere duvarlara asıyordu, bütün detayları ile sanki dakikası dakikasına. Ama bu yolla çoşkusunu anlatıyordu. Sohbetlerimizde sözünü ettiği gibi resim onun için kendisini çevreleyen bir barınaktı, bir bina idi. Bu barınaktaki herşeyi de, hatta eğitimini aldığı modernizmi de, etrafında olanları da, kaybettiği sevdiklerini de, tuhaflıkları da yaşamın bir parçası kabul ediyordu.
Tarjanın yaptıklarını gözlerken ve onu dinlerken, bir mimar olarak bunların mimarlıktaki karşılıklarının neler olabileceği aklımdan geçti. Onun gözü ile yapıtlarından aldığım ipuçları ile bakmaya başladım. Mutlu dekorlarla donattığmız rüya tasarımların yanında, üzüntünün, acıların mimarisi de olabilirmiydi, yer bulabilirmiydi gerekirse, zaman zaman. Hergün TV’lerde, gazetelerde gördüğümüz, bombalanmış delik deşik edilmiş mekanlar arasında yaşayanların, bugün dünyanın birçok yerinde açlık içinde yaşama tutunmaya çalışan insanların, parasızlıktan bırakın mekanı sadece ayakta kalmaya çalışan insanların mimarisi zaten böyle birşeyler değil miydi? Ya mimar olarak havalar uçmanın, derin bir sevincin mimarisi, üzüntünün, acının mimarisi, yapılabilir miydi? Eğer onu hisseden ya da yaşayan tasarlayıcısı varsa. Tarja’nın yapıtları arasında dolaşırken, masamın yanıbaşındaki son sayıları üst üste biriken 2007 yılının ARK (Fin Mimarlık Dergisi) periyodiklerine ve de yarışma eklerine hızla baktığımda herşey, neredeyse mimarlık adına bütün yapılanların makyajlı yüzler gibi olduğunu, herşeyin tornadan çıkmışcasına, hatta hatta estetik operasyonu yapılmışcasına yaratıldığını, tasarlandığını bir kez daha anladım. Asker postalı gibi her sabah içtima öncesi çilalanan yapıtlar olduğunu düşündüm.
Bütün bunlar güzel olmaya çalışan bol pudralı sanki hiç üzüntülere bulaşmamış üzüntülerini göstermeyen yapıtlardı, ya da onu yapanların, yaptırdıklarına beğendirmek adına, hep böyle olarak, duygularından soyutlanarak belki de işlerini yaptıkları, ürettikleri, inşa ettikleri yapıtlardı. Tasarım adına hep böyle hatasız, olan gıcır gıcır şeyler yapmak ya da yapmak istemek bizi acıları üzüntüleri olmayan kuralları çok açıkça konulmuş, başka bir fantazi dünyaya mı götürüyordu, gerçek hayattan koparıyor muydu aslında.
Mimari otoritenin, mimari örgünün sadece Finlandiya’da değil dünya üzerindeki, bir sürü yerde, mimarlık dergilerinde hep sürekli olarak gözlediğimiz gibi bilinçli olarak türlü örnekler arasından çoğu zaman olduğu gibi seçtiği yüzlerdi, yapıtlardı, cilalanmış hiç hatası olmamaya özen gösterilmiş, usta, fotoğrafçılar tarafından neresi ne kadar gösterileceği çok iyi hesaplanarak çekilmiş yapıtlardı, çoğu zaman insanın kendisinin resmedilmediği, bilinçli olarak soyutlanmış mekanlardı. Modacıların yarattıkları suni yüzlerdi, mumyalardı. Onlar zaten çoğunlukla üzüntülerin, acıların yansıdığı mekanları ve onun mimarisini göstermek istemezlerdi, o anlar savaş fotoğrafçılarının, savaş muhabirlerinin işiydi. Hiç mi çizgileri yoktu mimari yapıtların insan yüzü gibi. Hiç mi yaşlanmayacak, binlerce yıl kalacak gibi yapılıyorlardı daha doğduklarından tasarımlar. Hiç mi zaafları kötü tarafları yoktu, pırıl pırıl basıldıkları dergilerde. Olamazdı… Bu dünyada, bizim mimarlık dünyamızda belli ki Tarja gibilerine çok yer yoktu. Herkesin öyle ya da böyle yaşadığı acının üzüntünün ya da o tür duyguların bu dünyaya, mimarların özel dünyalarına aktarabileceği bir şey de yoktu bu güzellik yarışmalarının arasında. Herşey sonunda, bir şekilde cilalanmış gıcır gıcır olmalıydı.
Tarja’nın kaleme aldığı spontane bir yaratı anına ve onun uçları açık finaline rastladım onun hakkında bazı okuduklarımda. Çoğu kez bu deneyimin sanki tasarlarken yeni başladığımız bir projenin ilk esintileri ile ya da hiç programsız bembeyaz bir eskiz kağıdının önüne oturmamızı hatırlatan bir yanı var. Tarja bir yerlere alıp götürüyordu günün bir anında.
…Kucağımda bir kağıt parçası, elimde bir kalem, sessiz bir şekilde oturuyorum. Gözlerim mekanda dolaşmamaya gayret ediyor. Relaks bir şekilde kağıt üzerinde duygusal tahrikten yoksun dinleniyorlar. Özgürce, çok dikkat etmeden, oralı olmadan odaklanıyorlar. Gözlerimin altında, kağıt dümdüz olmaktan çıkıyor, Nefes almayı andıran, mekansız olma durumuna, benimle kağıdın arasında hiç bir farkın olmadığı, çizgi, nokta ve örgünün ortaya çıktığı bir duruma dönüşüyor.
Bu durumda, göz fonksiyonunu yitiriyor. Onun işlevi artık dış dünyadaki olanları gözleyen fonksiyon olmaktan çıkıyor. Onun işlevi malzemeyi hissetme ve hayal etme arasında ayrım yapmak değil. Göz artık tatilde. Sessiz, tepki vermeden o alıyor, boşluğun animasyonuna, dıştan gelenin üzerine projeksiyon edilen, içe dönmenin oluşmasına tanık oluyor.
Göz bu özel anın devamı için, dümensiz bir şekilde, mekanın ve zamanın koordinatları boyunca yolculuğa yelken açar. Görsel algılama onun kendi tarihi boyunca ileriye, geriye zoom yapabilir. Algılamanın kendisinin esas strüktürünü şekillendiren, kalıba döken gerekli tekrarını gözlemleyebilir. İç ve dış arasındaki algılama farklılığının kapısına varır.
Kağıt algılamanın ve aklın bir aynası oldu. Algılama nedir? Bu aklı yansıtan nedir? Özgür bir şekilde doğan bir imajı yöneten kurallar nedir ? Ve göz ile bu tuhaf gezintiyi gözlemleyen biri olarak bana ne oluyor.
Visit to the Monument to Presence, 1997, Berlin Paper
Tarja’nın yapıtlarında bakan için keşfedilmeyi bekleyen çok yanı vardı. Uçları açık bu yaratı anını açıklayan yazı gibi. Yapıtlarının provoke edici bir tarafı da gözleniyordu. Resimle ya da heykele dönüşen resimle, ona bakanın ilişkisi Tarja’nın ilgi alanı. Bu iki taraf arasında interaktif bir mekanda, bir özel alan yaratmayı hedefliyordu sanki. Çalışmalarında resim sanatındaki geleneksel öğretiye, onun araçlarına farklı biçimlerde başkaldırılar okunuyordu.
Yuvarlak boyalar, pasteller, krayonlar eleştirisel bir yaklaşımla bazı tasarımlara dönüşüyor, biraraya geliyor, şaşı gözler oluyor, çekilip deforme ediliyordu. Tüplerden paletlere, fırça ile sürülüp kanvasa dökülen boyama teknikleri, vuruşları irdeleniyor, boyamanın doğasını değiştirmeye yönelik çabalar izleniyordu.
Sıradan, kısacık kalmış boya kalemleri dişlerin bir araya gelişini hatırlatan bir düzende yapılmış bir sıralamaya, irili ufaklı krayonlar küçük bir heykele dönüştürülüyordu.
Bir başka çalışmada rengarenk yuvarlak boyalar düzeni parçalanıyor, yarılıyor, tuvallerde görülen fırça darbeleri, birikintiler dev ölçeklerde galeri içlerine giriyor, ipleşiyor, duvarlardan yerlere akıyor, birikiyor, üç boyutlaşıyor, peyzajlara dönüşüyor, boyanın sürülmesi adeta ölçek değiştirip büyütülüyor, devleşiyordu. Bir klasik resimdeki peyzaj aynı renkleriyle, yeni yorumuyla, çifçisinin küreği ile galeriye akıyor, diğerlerinde yastıklar kanıyor, karolajın arkasında rengarenk boyalar hapsediliyor, üzerinde resim yapılan şövalyeler lılıktan kılığa giriyor, boyalar duvarlara sıçrıyor, kağıt üzerinde sınırsız rengarenk noktalamalara gidiyordu.
Kullandığı malzemelerin özelliklerinden de alabildiğine faydalanmıştı Tarja. Daha önce kullandığı balmumu daha sonra yerini daha daha elastik özelliği olan çekilebilen, uzayabilen aktıkça akan damlayabilen plastik elyaflı bir malzemeye dönüşüyordu. Kullandığı renklerin duyguları uyarıcı bir tarafı da vardı. Hassas dokunmaları hatırlatan asal renklerin oluşturduğu tasarımlar, kanı anımsatan kırmızılar ve tonları, bu yolla yaralanma, incinme, hatta birilerinin yok olmasını, acıları hatırlatan kompozisyonlar bir araya geliyor, bunlarla birlikte yaptıklarının arkasında çoşkuları da, yaşamanın enerjisini yapıtlarına yansıtıyordu. Sonraki çalışmalarında daha erken yapıtlarında görülen belirgin geometriden, ona özgü formal anlayıştan uzaklaşıyor, formal örgüler yerini sensual tarafı ağır basan yapıtlara bırakmıştı. Onun işi iç dünyalar ile ilgiliydi. Bilinen formların ötesinde kendi özel formlarını yaratıyordu. Objektif olmanın ötesinde sanatında kişisel olmaya, kişiselliği belirginleştirmeye yöneliyor, belirgin kalıpların dışında kendi kalıplarını ve sanatını yaratıyordu. Belki de bütün bu çabalarla sanatın bir tarafıyla eğitimini aldığı modernizmden uzaklaşıyor, modernizmin köklerini değerlerini sorguluyor, gözden geçiriyordu. Yaptığı doktora çalışması da bütün bu çabaların bir uzantısı kendi yapıtlarını teorik olarak incelediği daha da detaylı bir çalışması oldu.
Tarja’nın yaptıkları genellikle büyük ölçekte, anıtsal işler değil. Dev ölçeklerdeki instalasyonlar denemiyor. Dereleri, tepeleri, meydanları kent mekanlarını da kullanmıyor bu anlamda, bazı çağdaşının yaptığı gibi. Ama atölyesinde, sergilerini halka sunduğu galerilerde, kendi köşesinde adeta özel landscape’ini oluşturuyor. Kendisi için onu çevreleyen özel bir mekan yaratıyor. Bu sadece raflardaki kitaplardan ustalardan değil kendi özel deneyimlerinden yola çıkarak adım adım gerçekleştirdiği bir şey. Belki de kendisini yaşadıklarını sorguluyor. Yaşadıkları, bulguları günlük yaşamından. Aniden kaybettiği köpeği onunla birlikte yapıtlarında, annesi de, yakınları da, toplumda olan üzüntü veren günlük bir olayın kahramanları da sanki. Tarja Pitkänen – Walter bunların ötesinde boyamanın doğasını değiştirmeye çalışıyor sanki kendi özel vocabulerite’si ile. Bunu yaparken de zorlu, sıradışı çok kolay olmayan, belki de çok cesaret edilemeyen birşeyi gerçekleştirmeye çalışıyor. Fiziksel mekanın, formal mekanın dışına taşıyor. Resmetmenin, boyamanın kendisini heykelleştiriyor, ya da adeta resmin heykelini yapıyor mental bir landscape içinde.