Bir Varoluş Gerçeği Olarak Deprem

Varoluş Gerçeği: Bir şeyler yer değiştirir, yenilenir, tazelenir. Bu olması gerekendir.

Tanrı Gerçeği: “Sen değiştirmez, dönüştürmez, yenilemez, tazelemezsen ben yaparım zaten.” der. “Unutma sabit olan yalnızca benim. Kabe’yi düşün.Tavafı düşün…”

Dünyanın varoluş gerçeği ile insanın varoluş gerçeği temelde aynıdır. İster tüme varın; ister tümden gelin. Baktım,gördüm. Kendi varoluş hikayemi buldum.

Sene 66. Yer Varto. (Bilmeyenler için Muş ilimizin nadide bir ilçesi olur kendisi) Ağustos sıcağı.

Bir çocuk bir köyde, Yılanlı Köyü’nde çobanlık yapıyor. Sürekli yaptığı bir şey değil. Hayvanlarla arası da pek yok zaten. (Hele de yılanlarla.) Git, bak demişler; gitmiş. Bir an oluyor ki önce hayvanlar adeta çıldırıyor, sonra öyle bir ses geliyor ki yerin altından toprak dayanamayıp çatlıyor. Bizim çaylak çoban (babam olur kendisi) o korkuyla köye doğru bir koşu tutturuyor…

Babamın hayvanları otlatmaya götürdüğü sıralarda annem, (ilçenin sinemacısının kızıdır aynı zamanda) kız kardeşi, erkek kardeşi ve komşularının kızları ile bilmem kaçıncı kez aynı filmi izlemek için kapıda bilet kesen iki abisinin önünden geçip toprak damlı kerpiç sinemaya girmektedir. Babam köye doğru koşmaya başladığı anlardaysa dedem, yıkılan sinemasının altında kalmış üç çocuğunu kurtarmak telaşında boğulmaktadır. Aynı zamanlarda toprak altında kızlar arasında tuhaf bir sohbet başlamıştır. Komşularının kızı bizim kızların kollarındaki renkli bileziklerin güzelliğinden bahsederken bir yandan da bilezikleri okşamaktadır, en son, ölmeden önce. Hepsi çocuk işte.

Varto’da depremden sonra devlet, bir yandan yurtdışında çalışmak isteyenlere kolaylık tanırken bir yandan da okumak isteyen çocuklara Türkiye’nin dört bir yanındaki yatılı okulların kapılarını açar. İlk kez köylerinden, ilçeden çıkan çocuklar bambaşka coğrafyalarda bambaşka hayatlarla tanışırlar. Hiç yemediklerini yer (ya da babam gibi kandırılıp güzelim kayseri sucuklarını at eti sanıp yememiş de olabilirler!) hiç gezmedikleri yerleri gezer ve en nihayet kürkçü dükkanına geri dönerler. Dönerler ama beraberlerinde getirdikleri bohçalarının içindeki “başka dünyalar”dan kardeşlerine de pay etmek için… Memleketinden korkuyla çıkan çocuklar, gururla birer genç avukat, mühendis, öğretmen olarak geri dönmüş ve akabinde kardeşlerinin de okumasını sağlamışlardır. Bugün Türkiye’de okur yazar oranının en çok olduğu ilçe Artvin’in Şavşat ilçesinden sonra Varto olarak bilinir.

Eğitimde böylesi bir açılım yaşayan Varto’nun evleri, sokakları ise o günden bugüne pek değişmez. Depremden sonra yapılan deprem konutlarına bugün bile rastlarsınız. İnsanlar yaşamaktadır hala içlerinde. Düşünün bir; 66’da yapılan deprem konutu nasıl olur, bugünkülerin bile hali ortadayken. Hala yıkık dökük, bakımsız, sonradan kırk tane ek yemiş bir dizi ev vardır. Fransa’lara Almanya’lara çalışmaya gidip orada kalmışların, emekli olunca döner kalırım düşüncesiyle yaptırdıkları iki üç katlı bazı evler sayılmazsa yapılaşma sıfıra yakın bir yerdedir. Kısacası bizim Varto’nun depremden sonra “Mekansal Dönüşüm”ü hikaye olmuş ve zaten yerini hızla “Siyasal Dönüşüm Süreci”ne bırakmıştır. (Bambaşka bir makale konusu olur kendisi)

Depremden çok şükür sağ salim kurtulan babam Şereflikoçhisar’a, annem Ağrı’ya eğitimlerini devam ettirmeye gider ve Varto’ya birer öğretmen olarak geri gelenlerden olurlar. Teferruatsız bir aşk hikayesinin akabinde evlenir, tayin ister ve benim biricik Adapazarı’ma doğru yol alırlar.Yani alırız, dördümüz…

Kendimi Adapazarlı sanmam boşa değil. 99 Marmara Depremi’ne kadar varoluşumun 2. kısmı buraya tekabül eder.

Yine bir Ağustos sıcağında Allah beni mimarlık stajımı yapmak üzere Adapazarı’ndan ta Van’a yollamıştır. (Ailem o gün Muş’tadır) Biz doğunun havasını koklarken batı havasız, nefessiz, takatsiz kalmıştır. Olanlar olmuştur, dünyanın varoluş gerçeği harekete geçmiştir. Bir televizyon kanalında helikopterler şehrin üstünden uçarak durum bildirmesi yaparken Erenler Tepesi’ndeki apartmanımızı görmüş ve sanırım o an anlamıştım. Benim de varoluş gerçeğim harekete geçmişti. Tüm çocukluk ve gençlik anılarım, orda bir yerde, şehre tepeden bakan Erenler Mezarlığı’nın dibinde, Sakar Baba Türbesi’nin az üstünde, bir kayanın üstüne kurulmuş apartmanımızda, muhtemelen evimizin şehre bakan yan balkonunun daracık kullanım alanında kalmıştı.

Şehre girmek mümkün olduğunda annem ve babam eşyalarımızı bir kamyonun arkasına resmen bir top gibi atmış aynı gün Ankara’ya doğru yol almışlardı. Şehrin toparlanması çok, çok uzun zaman alacağa benziyordu. Gördükleri, dinlemek için bile fazlaydı.

99 Marmara Depremi Türkiye için bir milat oldu. Büyük acılara tanıklık edildi. En kötüsü bize acıların sonradan sonradan daha çok ortaya çıktığını öğretmesi oldu sanırım. Psikolojik olarak depremi yaşayanları o kadar çok sarstı ki; devlet, memuriyetlerde mesela nokta tayin hakkı tanıdı. (Askeri okullar bile asker adaylarına tazminatsız ayrılma hakkı tanımıştı.) Sadece adı sınıf olan mekanlarda, o psikoloji ile ne öğretmen tam öğretmendi ne öğrenci tam öğrenci. Yerli olanlar hariç öğretmen aile dostlarımız da tıpkı bizim gibi başka şehirlere göçtüler. O ilk korku dolu kaçış, zamanla yerini bazıları için geçim sıkıntısına bazıları içinse dost yokluğuna bıraktı. Dayanamadılar, başka şehirlerde tutunamayanlar geri döndüler. Bir kez daha Ada’ya tutunabilme umuduyla.

Sulak bir ovaydı Ada. Bize ne olduğunu hatırlatmıştı. O’na yüklediğimiz bütün yükleri bir gecede omzundan atıvermişti. Atlas silkinmişti. Ardında sayısız fotoğraf, sayısız makale ve sayısız yemini şahit bırakarak. Bir daha inşa edilecekler adına. Yalan yeminler… Neyse ki insanın kendi yalanında rahat boğulduğunu bilen bir kaç iyi adam az kat kararı almış depremden sonra. En zenginleri bir gecede fakirleyen meşhur Çark Caddesi mesela şimdilerde iki katlı mağazalarla dolu bir bulvar niteliğinde. Ama bugün baktığınızda kararları kararlarla yıkmak isteyen isyankar bir grup var tabii müteahhitlerden ve ilginçtir ki arsa sahiplerinden de. Oysa bu sefer toprak değil, kerpiç değil, betonarme karkas binalardı çöken, yıkılan, ezen, ezilen. Kandırmaca evraklarla ayakta kalmış, güya güçlendirilmiş, deprem öncesinden kalma bir yığın ev duruyor orada hala. En çok da öğrencilere kiralanıyor, ucuz ya. “Ders almak, öğrenmek” diyoruz ya hep, hafıza kayıplarımıza yeniliyorlar işte.

Gel zaman git zaman “ekmek nerede biz oraya” denir, halı Van’a serilir. Sene 2002. Doğu’nun birçok ilinde olduğu gibi burada da ekonomik sıkıntılar insanların yüzünde dolanır durur. Fiziki haritadan başlar siyasi haritalarda devam eder alın yazıları. Şöyle tepeden bakınca şehre kış akşamları, herkes de bir siyah palto görürsünüz. Sahi başka şehirlerde bu kadar siyah palto var mıdır? Merak edersiniz. İnadına bir beyaz palto almak istersiniz, benim gibi. Alırsınız. Çabuk kirlenir… Zamanla alışırsınız. Şehre gelen her yeni marka mağazaya (ürünlerine ne kadar doğu zammı eklemiş olursa olsun), uyduruk iki film getirse de yeni açılan sinemaya, yola girse de çocuk parkı olan bir sitenin yapılıyor olmasına, bitişik nizam olup pencereleri ışıklığa açılıyor olsa bile yeni bir iş merkezinin varlığına, sahilde açılan yeni bir köfteciye sevinirsiniz. Bir şeyler yenileniyor, tazeleniyor, şehir nefes alamaya başlıyor gibidir. Ah artık 5 yıldızlı bir otelimiz bile vardır, hem de göl manzaralı! Bu gidişle büyükşehir de oluruz biz…

Sene 2011. Van’ın Edremit ilçesi. Edremit’in tepesinde göle bakan yemyeşil bir bahçede saha araştırması yapıyoruz müşterimle. Babam ve erkek kardeşim de yanımızda. Babam çocukluğunda ayaklarının altından hızla ona ulaşan titreşimi hissediyor bir kez daha. Biz daha ne olduğunu anlamadan O “deprem” diyor. Sonra bir anda büyük bir gümbürtü. Herkes artık deprem olduğunu biliyor.

Biz kendi elimizle yıkmaya kıyamıyoruz. Deprem olmasa bile kendi kendine tepemize yıkılıncaya kadar yıkmak istemiyoruz evlerimizi, dükkanlarımız. (Modern mezarlarımızı diyor babam) Beklemek, yüzyıllardır olduğumuz yerde durmak istiyoruz. Oysa olmaz ki, o sadece “Kabe”.

Depremin ardından ilk şok atlatılıp da, herkes göçüp gidip her zamanki gibi geri döndükten sonra (bu göçlerde Varto’dakine benzer bir durum gözlemledim. Tatvan’dan öteye gitmemiş binlerce insan soğuk sebebiyle devlet tarafından çoğunlukla Akdeniz ve Ege bölgelerinde misafirhanelere yerleştirildiler. Döndüklerinde diğer coğrafyalardaki insanlarınpek de siyah palto giymediğini fark etmiş ve bunu sorgulamaya başlamışlardı, çok şükür!) bir dizi seminer, konferans vs vs düzenlendi. Şehrin geleceği (şimdi anlıyorum ki masalı) için. Aklımda o aptal heyecanım ve iş adamları derneklerinden birinin bir psikolog arkadaşından alıntıladığı cümle kalmış: Depremin artçıları iki yıl sonra belli olur. Ertelenen borçların, sigorta primlerinin, verilen faizsiz deprem kredilerinin geri ödemelerinin başlayacağı tarihler intihara kadar sürükleyebilir iş adamlarını, diyordu. Marmara Depremi’nden sonraki süreçten örnekler veriyordu. O toplantıda iki yıl sonrayı düşünmek istemiyorum, ama o iki yılı yaşıyorum…

O iki yıl devletin ve belediyenin Van’a dair kendi tarzlarında tuhaf politikalarıyla, binaların ağır hasar mı orta hasar mı tartışmalarıyla (yalnız dikkatinizi çekerim daha önce dask yaptırmış olanlar ağır hasardan; yaptırmamış olanlar orta hasardan yana oldu hep!) carot değerlerinin doğrusunu anlamaya çalışmakla (aynı siteden carot örneği alan iki firmadan biri ortalama carot değerini 9 bulurken diğeri 23 bulabildi inanır mısınız?) insanları doğruya ikna etmeye çalışmakla, soğukla, çadırla, prefabrikle öyle öyle geçti işte.

Sene 2014. Van artık bir büyükşehir. Yıkılan hemen hemen bütün sitelerin arazileri boş. Ev sahipleri artık Toki’lerdeki evlerinde makul fiyatlarda oturuyor, eski arsalarındaki eski haklarından taviz vermiyor; müteahhitler kar edemeyeceği için inşaata yanaşmıyor; deprem vesilesiyle üçkağıdı ortaya çıkan (tapusuz evleri iki kişiye aynı anda sattığı anlaşılanlar gibi örneğin) bir iki müteahhit ortadan kayboluyor; “Bize depremde bir şey olmadı, daha da olmaz” rahatlığına gömülen “başka şehirler düşünsün” mantalitesine sahip yeni profil müteahhitlerimiz ortaya çıkıyor. Ama tüm bunların üzerine “BÜYÜKŞEHİR OLMA KAOSU” gelip oturuyor. Ve biz topluca intihara hazırlanıyoruz da ağlayanımız yok.

Belki bilmeyenleriniz vardır. Van’ın en büyük ve neredeyse tek geçim kaynağı inşaat sektörüdür. Ama bizim depremle duran inşaat sektörümüz, bu kez de kentin siyasi kimliği ve alışmakta zorlandığı büyükşehir olma sürecine takılmış, durmaya devam edeceğinin sinyallerini vermiştir. Aslında biz burdan bakınca boşanma noktasına gelmiş problemli bir çiftin bir anda üçüz çocuk sahibi olması gibi bir durumdayız ya, hadi bakalım; çocuklar bu evliliği kurtaracak mı?

Benimki kendi varoluşumun nasıl devam edeceğine dair bir merak şimdilerde. Geleceği öngörebilmek adına mı döndüm baktım geçmişe? 1966 nere 2011 nere? Bir şey değişmiş mi sizce?

Sene 2014. Ekim’in 23’ü münasebetiyle.

Etiketler

Bir yanıt yazın