Bizim Mahallenin Çocukları: “Kusurluluk” ve “Musibet” Sergileri Arasında Camiler, Kiliseler ve Diğerleri

Vasil bizim mahallenin çocuğuydu ya da bir bakıma öyle sayılırdı.

İlkokuldan liseye, oradan üniversite yıllarına, karşılaştığımız arkadaşlar, dostlar ve birlikte yaşadığımız diğerleri gibi… Bir zamanlar yaşamı paylaşıp sanki hep birlikte sonsuza dek yaşayacakmışız gibi… Aynı şekilde düşünseler de düşünmeseler de bize benzer insanlar gibi… Kimisi azınlıklardan kimisi çoğunluk olanlardan, kimisi müslüman, kimisi hıristiyanlardan ya da diğer dinlerden, başka şeylere inananlardan, hatta inanmayanlar gibi… Başka kentlerde, başka ülkelerde, şimdi yaşadığımız yerlerde karşılaştıklarımız, alt alta gelseler, herhalde sayfaları dolduracak, yaşamımızı renklendiren, renklendirecek kişiler gibi… Adeta mekanlar gibi, bize devredilen kentler, bizim bıraktıklarımız, ayakta kalan sokaklar, yıkılan evler, bugün hala var olan ya da izleri silinmiş, yok olan binalar gibi…

Zoğrafyon Lisesi’nin merdivenlerini çıkarken işte bu Vasil’i hatırladım. Sanki onunla birlikteydim. Basamakları, konuşa konuşa, bir bir adımlayarak, her birinde sohbet ederek çıktık. Onunla ilk defa Mersin’de karşılaşmıştım. Sonra yaşamımızın resmine girip çıkan birçokları gibi uzun yıllar hiç haber alamadım.

Akşama doğru… Loş bir salon… Işıkları açtılar. Narin topların farklı farklı raketlere ve masalara vuruşları, bitmez tükenmez vuruşları saatlerce devam etti. Bütün gün maçlar yaptık. Kim bilir kaç karşılaşma oynandı. Heyecan dorukta. Dikkatli bir kalabalık masanın etrafını sarmış. Son maç… Çıt yok… Sadece topun masaya ve raketlere vuruş sesi mekanı belirliyor. Yavuz ve ben yanyana heyecan içindeyiz. Kendi maçlarımızı tamamlamış toplamda hatırı sayılır puan toplamışız ki takım halinde masa tenisinde son maçlara kalmışız. Her takım üç masa teniscisinden oluşuyor, Bursa Bölgesi Liselerarası Masa Tenisi Şampiyonası’nda. Bizim takımdan Mustafa’nın son maçı. Karşısında, İnegöl Lisesi’nden, hiç tanımadığımız bir masa tenisçisi var. Maç kafa kafaya gidiyor. Son set. O da kafa kafaya. Çok kritik sayılar. Maç gidiyor, geliyor. Bu seti kim alırsa takımı şampiyon. Ve biz alıyoruz. Genel puanlamaya göre takım halinde birinci oluyoruz. O gün yıllardır Bursa’da şampiyonaları açık ara önde bitiren İnegöllüleri Gemlik Lisesi olarak toplamda alt ediyoruz. Takımlarda bizim lisenin dönemi başlıyor. Önce Konya’da sonra Mersin’de ve Denizlide’ki Türkiye Şampiyonaları’nda ülkenin her yanından gelen lise takımlarıyla yapılacak turnuvalar da sıraya giriyor. İstanbullular, Ankaralılar, İzmirliler ve Fenerbahçe, Galatasaray, Zoğrafyon Lisesi (yani bugünkü İstanbul Rum Lisesi) ve diğerleri, David Kumrular, Teofanisler ve Vasil… Vasil Alexsandiridis…

Lise yıllarında, derslere paralel vakit bulup oynadığımız, maçlara hazırlandığımız masa tenisi, önemli bir hobi ve çok ciddiye aldığımız bir çabaydı bizler için. Yoğun sınavların, çalışmaların arasında başka türlü bir tempo veriyordu herbirimize. Beden hocamız unutulmaz Faruk Bey’di. Ayrıca takımdaki her birimiz de biribirimizin antrenörü olmuştuk. Bu deneyimimde üç yakın arkadaş olarak kazandığımız o geceki şampiyonluğunun ardından unutamayacağım diğer iki andan biri geçtiğim turlardan sonra finallere kalmak için karşılaştığım Denizli bölgesinden hala soyadını bugün gibi hatırladığım Baldağ ile yaptığım maçı 2-1 kaybedişim ile belki de geçebileceğim son turdan sonra orada açılacak kampa kalıp, Bulgar milli takımı ile yapılacak maçlarda yer alacak milli takıma girebilme şansını kaçırmamdı. İkincisi, hatta belki de en önemlisi fikstür gereği Mersin’deki Türkiye Şampiyonası’nda karşıma çıkan Vasil ile bir sabah seansında yine bireysel karşılaşmalarda yaptığım ve kaybettiğim iki setlik maçtı. Başlardaki karşılıklı servis atışlarından sonra öne geçişim, Vasil’in beklemediği tedirginlik. Sonra öne geçsem de geri kalışlarım, tekrar yakınlaşmalarım arasında bu muhteşem masa tenisçisi ile oynarken hissettiğim duygulardı, bu iki sette saatlerce oynarmışcasına aldığım zevkti… O anları bugün bile hatırlıyorum. O bir şampiyondu… Unutulamayacak efsanevi bir şampiyondu…

İstanbul Bienali’nin Zoğrafyon Lisesi’nde yapılan sergilemelerine bilet almak için üst tarafında galerileri koridoru ile çevrili ana mekanı geçip, solda en dipdeki köşe odasına giriyorum. Gözüm orada bazı yayınlarda gördüğüm lisesinin bomboş mekanları ile fotoğraflarına takılıyor. Hiç öğrenci yok. Her an öğrenciler bir yerlerden çıkacak ve yine mekanları dolduracaklarmış gibi. Ama şimdi her yer burada Bienal yapıtları ile dolu. O boş hali aklımdan çıkmıyor. Bütün İstanbul, bütün dünya oraya gelse de, yapıtlarla dopdolu olsa da, yine de, aslında bomboş mekanlar. İşte dev bir maket… Beyaz… Bembeyaz… İstanbul altüst olmuş. Ama boğaz orada, eski İstanbul orada… İstanbul’un iki yakasını bağlayan çizgilerle, köprülerle, onların üzerindeki çalışmalarla, “Köprü Kent” bir bulut gibi dolaşıyor tam tepemizde. Metabolistler aklıma geliyor. O ünlü petrol bunalımı öncesi kentler için o büyük hayali yaratan metabolistler… Parça parça kağıtlar üzerinde yazılan mesajlar iniyor İstanbul’dan aşağılara, gezenlerin olduğu mekana. Gökten vahiy iner gibi… Ya da mesajlar, yazılı parçalar toplanıyor İstanbul oluyor, İstanbul’un parçalarını Boğaz’ın üzerinde bir araya getiriyor. Yerdeki yastıklardan birine oturduktan sonra, neredeyse uzanarak kente, herşeye alttan bakıyorum oradaki birkaç kişi gibi. İstanbul burada ama binanın eski, gerçek sahipleri yok. Vasil de yok. Kaybolmuşlar. O zaman yok olmuş. Silinmiş, yaşayanlarıyla birlikte.

Büyük mekanın köşesindeki birkaç basamakla yükselen karanlık bir kapıdan bir odaya giriyorum. Nereden nereye… Yine başa, geldiğim yere, Finlandiya’ya dönüyorum. İşte Helsinki’den bir video. Bildiğim mekanlar… Bir yaz günü, Finli kız tezgahtar, tezgahının başında yanında birlikte çalıştığı arkadaşı ile yaz aylarında açılan yemek yapma, yeme içme gününü kutluyor mikrofona konuşurken. Hep duyduğum dille şimdi yaşadığım yerlerden anekdotlar… Merakla üst katlara çıkıyorum, merakla sanki bu okuldan birşeyler bulmak için. Bütün dünyadan getirilmiş çalışmalar… Başka dünyaların yapıtları… Neler yok ki… Ama İstanbul pek yok. Ya da biraz var, İstanbullular da az… Merdivenlerden çıkınca kapıların açıldığı ortadaki büyük mekanda silahlardan bozma parçalarla yeni tasarımlara, müzik aletlerine dönüşen yapıtların yanından yola bakan büyük odaya giriyorum. Keşke dünya yüzündeki bütün silahlar enstümanlara dünüşse, silah fabrikaları da, bütün dünyayı diken üstünde tutan nükleer santrallar temizlenip konser salonları olsa derken, bitişikteki büyük odada biribirinden farklı çalışmaların arasında dolaşırken, yolun karşısında bulunan, o dışarıdaki alacakaranlık atmosferde olduğundan daha da devleşen kilise arkada silüet ve ışıklarla sanki odanın içeri girecekmiş gibi gözüküyor. İşte İstanbul’un resmi, resimlerinden biri karşımızda. Hayallerden çıkıp gelir gibi. Sanki gece karanlığında sahilden üzerimize yavaş yavaş yaklaşan dev bir gemi, dev bir duvar gibi kilise. Yaklaştıkça yaklaşıyor. Yaklaştıkça büyüyor. Onunla, göz göze, burun buruna gelirken bütün camiler, kiliseler, havralar, mescitler, türbeler, müslümanlar, hıristiyanlar, Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve İstanbul, İstanbul öncesi Gemlik ve diğerleri akan trafiğe aldırmadan iç içe giriyor bienalin sergilemeleri arasında…

İlkokulun üçüncü ya da dördüncü sınıfına doğruydu. İstanbul’dan taşınmıştık… Dede evine… Yunanlılardan kalma bu ahşap evde çok yakın akrabalar, büyükler, büyüklerin büyükleri, iki teyzem ve aileleri ile birlikte yaşıyorduk. Burası uzun yıllar önce gidenlerin eviydi. Onlar yoktu ama çok şey bırakmışlardı, aynen yıllar önce onların yerine Balkanlar’dan gelen bizimkiler gibi. Duvarlar, döşemeler, tavanlar, kapılar, merdivenler olduğu yerde kalmış ama anılar onlarla birlikteydi. Kısacası yaşananlar saçılmıştı, oraya buraya. Yıllar yılı hep kulaklarımdan çıkmayan büyüklerin sohbetleri, parçaları bir araya topluyordu. İşte bu ev, alta dededen kalma dükkanı ile bir tarafından Gemlik’ in kalbinin attığı ana caddeye, bir tarafından da evin giriş kapısının olduğu avluya açılırdı. Avlu da taa dönemeçlere, sahilden doğduğu yere doğru kıvrıla kıvrıla koşan, az ilerimizdeki tarihi köprüsüyle akıp giden dere boyunun yanındaydı. Bizim ev gibi bazı evlerde bu boşluğa açılırdı. Planında sanki birisinin bir ucundan çekip uzatmasıyla ince uzun evin diğerleri arasında oluşan çizgisi, içinde yaşadığımız, yaşamın adeta bütün renklerinin geçtiği özel bir kesitti. Akşamları kapıya bir uçtan bir uca gürültülerle siyah bir kol demirinin çekildiği ve önde ana caddeye açılan dükkanındaki yine gürültülerle kepenklerin indirildiği, sessizleştiği, gece kendi kabuğuna döndüğü, sabah erken saatlerinde her gün olduğu gibi tekrar kapılarını dış dünyaya açtığı anlamlı bir çizgiydi. Bizimkilerden önce kimbilir kimlerin kullandığı kol demiri arkadaki dış dünya ile bizi ayıran giriş kapısının üzerindeki gizemli hali ile hep dikkatimizi çekerdi. Oldukça ağırdı ve üzerinde izler vardı. Ona değerken bir tuhaf olurduk. Sembolik bir değer taşırdı.

Daha sonraki yıllarda bir anda ortaya çıkan para babası mütahitler ve sonrasında, daha yıkılmamış, yerle bir edilmemiş, katları bir bir alınmamış ve de sanki işkence ile o güzelim kirişleri tek tek kesilerek içi boşaltılmamış hali öncesi adeta bizim için sürprizlerle dolu adeta hepimizi geleceğe hazırlayan bir mekandı. Eskiden yemeklerin üst üste konularak taşınan sefer tası misali, 4 katlı yandaki komşu evlere yaslanmış, onlarla birlikte depremlerde salıncak gibi sağa sola gıcırtılar arasında sallanan, eni dört metreden daha dar, uzunlamasına yirmi yedi metreye yakın uzun mu uzun bir yerdi. Orada yıllar geçti mimarlık okulu öncesi. Ama aslında belki de genelde o çevre geleneksel ve modern yanları ile tam bir mimarlık ve mekan okuluydu. Ya da bu okulun sırları üzerine ipuçları veriyordu. Türkiyeyi de çok anlatıyordu. O zaman bana dev gibi gelen bu ahşap evin, yüksek tavanları arasında esrarengiz köşeleri yer alırdı. Katlar arasındaki hiç bir merdiven diğerine benzemezdi. Herkesi bu merdivenleri çıkışlarından bilirdik, tahmin ederdik. Evin hiç unutamadığım bir kokusu vardı. Uzun tahta döşemeleri arap sabunları ile yıkadığında gelenleri başka bir karşılayışı, başka bir hoşgeldin deyişi vardı. Yüreği geniş bu evin önde ve arkada herkese göre, her aileye göre özel bölümler sıralanmıştı. Ortadaki uzun sofalar ise bu evin sanki gerektiğinde seremonilerinin yapıldığı iç meydanlardı.

Bizim ev çarşının içinde, cami de bizim evin içinde gibiydi. Yapım sırasında ya da sonradan eklentileri ile orijinal projesinden eser kalmasa da Cumhuriyet’in ilk modern camilerinden olduğu söylenen, yanılmıyorsan Arkitekt’in bir sayısında şansına rastladığım, Seyfi Arıkan imzalı, dikdörtgenler prizmasi şeklindeki mekanının üzerinde hafif sıvazlanmış gibi kubbesi ile çarşı camisi vardı az ilerde. Meydanın köşesinde İstiklal Caddesi’ne bakan bizim evin cumbasından 200 metre kadar uzaktaki camiyi şimdi sanki alacakaranlıktaki kiliseyi gördüğüm gibi ama çaprazdan görürdük. İşte bu kalabalık caddeye bakan dükkanından, zeytin fıçılarının olduğu ardiyesine oradan aşağı taşlıklı mutfağından dış avlusuna yatay olarak bağlanan, katlarıyla ise düşey eksende aşağı yukarı inip çıkılan evde ramazanlar yaşanır, cenazeler kalkar, gidenlerin arkasından dualar, mevlitler okunur, yıl başları kutlanır, tombalalar çekilir, evlilik sünnet törenleri olur, değişik siyasi partiler, farklı futbol takımları tutulur, tartışmalar olur farklı yaşamlar yaşanır, her türlü kitap okunur, Minerva radyosundan radyo tiyatroları, her türden müzik dinlenir, danslar edilirdi.

Çocukluk yıllarında, cami ile olan ilişkim, yaşlı genç, büyük küçük bütün erkeklerin katıldığı geleneksel bayram namazlarına gelmelerle, kaybettiklerimizin arkasından o camide toplanmalarla ve kaybettiklerimizin son yolculukları ile ilgiliydi. Camideki hocalar arasında bayram namazlarında hutbeye çıkan ve namazın ardından duaları ve sözleri ile adeta bayramın kapısını açan Kani Hoca bir başkaydı. O dimdik duruşu ile, ciddi görünse de içten gülümsemesi ile farklı biriydi çocuk kafamda. Özelikle akşamları günlük yaşama tempo tutan ezanlar bizim evin içinde okunur gibiydi. Bir de sıklıkla duyduğumuz camiden selalar verilirdi hiç unutamadığım. Biraz hüzünlüydü, başka bir hava kaplardı etrafı duyunca. Sela kimin aramızdan ayrıldığı ve ne zaman son yolculuğuna uğurlanacağının söylendiği iki üç kere tekrarlamayla biterdi. Ama bütün bunlarla o günkü kafamda, merkezdeki tek bir çarşı camisinin etrafında, taa Balıkpazarı’na, Kumluk Mahallesi’ne, Kulaktaşı’na kadar bu merkeze bağlı bazıları kiliseden bozma cami ile birlikte bütün Gemlik büyük bir mabeti ya da derinde kutsal bir mekanı andırırdı. Belki İstanbul’da çok farklı bir ölçekte olduğu gibi. Adeta hep yanıbaşımızda olan uhrevi bir dünyanın hissi günlük yaşamla iç içeydi. Din, inanç bir yana (ki benim yakın ve uzak çevremde, arkadaşlar arasında hiç kimse bu konuda kimseye karışmazdı, pek konuşulmazdı da) bu his geleneğin de bir parçasıydı. Balıkpazarı’nda şimdi bütün asırlık çınarların kesilip garip metalden dev kolonları ile üstü kapatılan kahvelerin arasında kalan uzun meydanın hemen yanındaki kiliseden bozma camiye girerken çok korkardık. Her yerde herhalde daha önce ikonaların, haçların konduğu nişler olur, o kafamızla başka bir atmosferi çağırıştırırdı bizlere. O da bilmediğimiz bir dünya olduğu için di belki de. Bayram sabahlarında en hızlı namaz kıldıran hocanın Kulaktaşı’ndaki camide olduğu aklımda kalmış aynı anda namaza geçmeden önce. Namazdan sonra hemen yakındaki Samanlı Dağı’nın eteklerindeki zeytinliklerin yanından mezarlığa koşar, kaybettiklerimizi ziyaret eder, hızla eve dönerdik geleneksel bayram harçlıklarını almak için… Bütün bunlar, bize yaşamı öğreten o uzun, dapdaraçık ev de dahil çoğunun bir anda yok olduğu izlerdi, ama bugün gibi taze anılarımızdan da silinmeyecek izlerdi.

Oxford Mimarlık Okulu’nun bir odası… Bahara açılan ilk günlerden biri … Yanımda benim gibi tezlerini yapan Mohammed Sherzad ve Amr El Sherif ile birlikte bir pencereden etrafa bakıyoruz sohbet ederken… Baharın ilk günleri ve güneşi ile öğrenciler, üniversitenin sakinleri orta avludaki çimenlerde… Öğle zamanı… Ramazan ayı gelmiş… Amr ile Mohammed oruçlu. Konu nereden açıldıysa Amr’ın söylediği cümle bugün gibi aklımda… Siz (Türkler) gerçek Müslüman değilsiniz. İslamı modernleştirdiniz… Amr Mısır’dan gelmiş bir meslekdaşımızdı. Oldukça entellektüel, yetenekli, bir mimar, bir akademisyendi. Mohammed de öyleydi, o da Irak’tandı, Türkçe de biliyordu Arapça’nın yanında. Ama yıllar sonra bugün Amr’ın sorusunu yılların üzerinden atlayarak tekrar düşündüğümde, Ayasofya’nın kapısından çıkıp, İstanbul’un aynı efsanevi sırtında tekrar yürüdüğümüzü hayal ettiğimde, Sinan’ın bazı camilerine gittiğimizde, Süleymaniye’yi gezdiğimizde o mekanın iç dünyasının, hacminin belki de süslü olsa da süssüz, Ayasofya’nın atmosferi ile karşılaştırılınca, steril halini düşününce, kendi müslümanlık tarifinin cevabını kendisine kendisine bırakarak, Amr’ın yorumunun ikinci yarısında belki de haklı olabileceğini bir kez daha hatırladım… Belki de Türklerin, Mimar Sinan’ın o dönemlerde gördüklerinden ilham aldıkları, Ayasofya’dan süzülen yorumları ile İslam dünyasının modernistleri olarak nitelendirilebileceği bile aklımdan geçti… Sanki Ayasofya’nın o zamanı olmayan (timeless) atmosferinden sonra süslerine, dekorasyonlarına, kubbelerine rağmen beyaz küplere döndürülen cami mekanları, Süleymaniye’deki atmosfer hatta hatta çocukluğumun ortası havuzlu Bursa Ulu Cami tekrar gözümde canlandı…

Zoğrafyon Lisesi’ndeki serginin bütün katlarını, her köşesini geziyorum. Merdivenlerden inerken bütün gördüklerim, silahlarlardan bozma parçalar, hepsi yerlerinden bir bir yok oluyor, kafamdan siliniyor. Sanki yıllar geçiyor aşağı varıncaya dek. Merdivenleri eski sahipleri ile indiğimde çıkış kapısına vardığımı farkediyorum. Kapıda basamakların başında hala Bienal görevlileri gençler var. Bir kıza görevliye yaklaşıyorum. Vasil Alexandridis’i tanıyıp tanımadığını soruyorum. Gözleri açılıyor. “Evet” diyor kendisinin bu okulu bitirdiğini, eski okulunda yapılan bu bienalin onur konuğu olduğunu, hatta dün iki çocuğu ile ve bazı ilgililerle birlikte sergiyi gezdiklerini ve bir toplantıya katıldığını anlatıyor. Vasil’in babasının da bu okuldan mezun olduğunu söylediğini ve çocuklarına eski okulunu göstermek için birlikte geldiklerini ilave ediyor. Genç görevlinin sözleriyle yıllar önce karşılaştığım Vasili bu kadar zaman sonra kimbilir kaç yıl adım adım çıkıp indiği bu merdivenlerde buluyorum. Hatta onun babasını, çocuklarını, arkadaşlarını, hocalarını ve okulunun o yıllarını, bugün yok olan, yok edilen, akıllardan silinen zamanları tekrar buluyorum, daha sonra gideceğim Bienal’in ikinci ayağının sergilerinin olduğu, biraz ilerideki antrepolardaki İstanbul Modern’in “Musibet” sergisi öncesi.

Sonunda dikkatle izlediğim her iki sergi de bana biri olmazsa diğeri olmayacakmış gibi geliyor. Her iki serginin de dramatik yanları var kurguları ile. Musibet sergilerinden de koridorlarda yaratılan gerilimli hava, burada yaratılan bu terk edilmişliklerin arasındaki ister istemez etrafa çöken hüzün ve onlarla kontrast ama oldukça ilginç mesajlar veren yapıtlar… Birbirlerini çok farklı açılardan bütünleştirdiklerini ve de en önemlisi yapıtları ile, tasarımları ile izleyenleri düşündürdüklerini hissettiriyor. Fakat hemen mekanlarından ayrılıp kapılarından çıktığımda da aslında bu bir yanı ile çok hüzünlü İstanbul Bienali’nin öncesinde ve de sonrasında hiç durmadan sanki canlı olarak devam ettiği gözümün önünde canlanıyor. Hepimizin önünde çok yeni olan olan tartışmalarıyla, mekanları güçlendirme adına perişan olan Mimar Sinan Güzel Sanatları, yine zaten sırada olan çilekeş AKM, Topçu Kışlası ile İstanbul’un kalbi Taksim ve ardından Süleymaniye’yi ve o silüeti elinin tersi ile bir kenara itip, sessizce yükselen devasa Haliç Köprüsü, Tarlabaşı, Sulukule ve Eyüp-Balat ve bazı Sinan kopyalerinin ayrı ayrı dramatik hikayeleri ve diğerleri ile tabii ki belki de hepsini aşan büyük final ve bütün tartışmalara, karşı yorumlara karşın, yine de yapılması düşünülen Çamlıca Camisi mimarlık gündemini bir yerden bir yere savurup duruyor. Bir de üstüne üstlük bütün bunlara adeta bir yandan acıklı bir ritim veren, biribiri ardına gelen, o eski geleneksel İstanbul yangınlarına benzer trajik sahneleri hala gözlerimizin önünde yanan Haydarpaşa Garı’yla ve geçen gün bir kaç saatte kül olup iskelet haline gelip yok olan, ihmallerle yok edilen, Galatasaray Üniversitesi herşeyin üzerine tuz biber oluyor.

Bir pazar sabahı… Helsinki, Roihuvuori’deki bizim mahallede, durakta bizim otobüs 82’yi bekliyoruz metroya gitmek için. Çan sesleri başlıyor pazar seremonisi öncesi, karşı köşedeki kiliseden… Beyaz her yeri sarmış. Tiz vuruşlar, karın üzerinde daha bir berrak. Her yana dağılıyor, havada uçuştukça uçuşuyor. İstanbul’dan bir kaç gün önce dönmüşüm. Dünya ne küçük aslında diye düşünüyor insan… Oraların ezanları, buraların çan sesleri olmuş, zaman tünelinde bir aşağı bir yukarı dolaşır gibi. Uhrevi bir hava her yere çöküyor. Yıllar önce karşılaştıklarım, tanıdıklarım, birlikte yaşadıklarım, dostlar, sevgili Vasil Aleksandridis, bizim Akademi’den Emre Arolat, İngiltere yıllarımdan Joseph Grima, kusurluluklar, kusurlar, yanlışlıklar, musibetler, Gemlik, İstanbul, Oxford, Helsinki ve diğerleri ile… Dünya ne kadar küçük ya da ne kadar büyük diyorum bizim mahallenin çocukları arasında…

Not: Vasil Aleksandiridis 1970’li yıllardan başlayarak, Masa Tenisi Türk Milli Takımı’na Akdeniz Oyunları’nda, Balkan ve Avrupa Şampiyonları’nda dereceler, sayısız şampiyonluklar kazandırmış bir efsanedir. Yazıda konu edildiği gibi İstanbul Bienali’nin iki büyük sergisinden birinin yapıldığı Zoğrafyon Lisesi’ni bitirmiştir. Daha sonra Yunanistan’da yaşamını sürdürür. Gürkan Haçir’in “İstanbul’da Rum, Atina’da Türk olmak” makalesindeki onunla ilgili çarpıcı bir bölüm belki de çok şeyi özetlemektedir.

“… Tarihin ne garip cilvesi! 1955’teki 6-7 Eylül olaylarında Rumların mağazalarını dükkan ve evlerini yağmalayan kalabalığın ellerinde Türk bayrağı vardı. Ve sık sık durup İstiklal Marşı söylüyorlardı. Kovmaya çalıştıkları Rum cemaatinin mensubu bir genç ise o bayrağı gururla defalarca göndere çektirmeyi başarmıştı. Hem de yüzlerce kez. Vasil Aleksandiridis, babasının Kınalıada’daki yazlıklarına aldığı masa üzerinde masa tenisi oynamaya başladı. Onun arkasından kardeşi Teofanis de bu spora ilgi duydu. İki kardeş Beyoğlu Spor Kulübü’ne yazıldılar. Onlara orada bir de Musevi arkadaşları eklendi; Davit Kumru! Vasil’e stili nedeniyle arkadaşları ‘Duvar’ lakabını takmıştı. Kısa sürede milli takıma yükseldi. Tam 10 yıl Avrupa’da hiç maç kaybetmedi. Uluslararası alanda en parlak sporcumuz oldu. 600’den fazla milli oldu. Onun ardından kardeşi Teofanis Aleksandiridis ve Davit Kumru da milli takıma seçildi. Hatta öyle tuhaf durumlar yaşandı ki; bazen sahada Türk milli takımının hangisi olduğu bile karıştırılır oldu. Hatay’da Suriye ile oynadığımız bir maçta tribündekiler şaşkındı. Çünkü rakip takımın oyuncuları Ahmet Mustafa Osman, Türk milli takımı ise Vasil, Fani ve Davit! “

Makalenin tamamı ise bu linkden de okunabilir:
http://aksam.medyator.com/2009/06/15/yazar/12976/gurkan_hacir/istanbul_da_rum__atina_da_turk_olmak.html

Etiketler

1 Yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Oooo bu ne güzel bir yazıdır. Bir daha okuyayım aralardan seçmece. Mahallenin çocukları şahane bir yazı.

    Keşke öğrencilerimize de “zorlamadan” okutabilsek. Ben bir deneyeceğim. Çaktırma.

Bir yanıt yazın