Cansever projeyi gördüğü anda adeta kükrer gibi Topbaş'a şöyle dedi: "Burası semtte kalan son yeşil alan. Senin kamu yöneticisi olman burayı kendi amaçlarına göre kullanma yetkisi vermez. Tam tersine, yeşil alanı koruma sorumluluğu verir!"
Cihangir’de, Roma Bahçesi’ne yapılmak istenen “Yeni Osmanlı” tarzındaki restoran-kafe yeni değil; 2000’li yılların başlarından kalma bir proje. O tarihlerde Beyoğlu Belediye Başkanı olan Kadir Topbaş, Beyoğlu’ndaki partisinin politikası icabı ilişki kurduğu Cihangir Güzelleştirme Derneği’nin bu yeşil alanı koruma mücadelesi verdiğini görmüştü.
Hatta bir keresinde Bilgi Üniversitesi’ndeki kültürel miras yönetimi başlıklı bir toplantıda, “Bugün Beyoğlu’nun son yeşil alanı, Roma Bahçesi’nde ağaç dikiyoruz, herkesi, Kadir Topbaş’ı da oraya davet ediyorum. Buradaki toplantıya ara verip, oraya gitmesini istiyor musunuz?” diye sorduğumda, salondan toplu bir “Evet” sesi yükselmişti (Aslına bakarsanız biraz da düzenlediğimiz ve sempozyumla çakışan bu ikinci etkinliğe de katılmak istediğim için kendimce böyle bir formül bulmuştum.) Topbaş da Roma Bahçesi’ne gelip, bizimle birlikte ağaç dikmişti.
Ancak daha sonra bu meseleye kendi yöntemiyle bir çözüm bulmak için aklına, bu alana bir sosyal tesis yapmak gelmişti. Tıpkı Kabataş’taki Martı gibi, “kendi bürom” dediği mimarlık ofisinde bir proje hazırlatmıştı. Bir gün derneği arattı ve kendisiyle sabah buluşuldu. Toplantı masasına paftaları serdi ve “İşte, korumaya çalıştığınız alan için size bir teklifim var” diyerek bugün karşımızdaki restoran-kafe projesini tanıttı.
Toplantıya katılan dernek temsilcileri biraz da ne yapacaklarını şaşırmış vaziyette bu projeye baktılar. İtiraz ettim, defalarca söz aldım. “Burası Beyoğlu’ndaki son yeşil alan. Çevresinde yeteri kadar bina var. Eğer restoran, kafe falan açmak istiyorsanız, siz de bir yer kiralayın ya da satın alın. Orayı dönüştürün. Ama bu alanı değerlendirmek için bir yönetim planı hazırlayabiliriz. Burayı daha bakımlı ve daha kullanışlı hale getirebiliriz.” dedim. Topbaş projesinde ısrarcıydı. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Roma Bahçesi’nin ancak böyle kullanıma açılabileceğini düşünüyordu. Dernek ise daha önce semtteki diğer yeşil alan olan Cihangir Parkı’nın belediye tarafından bağış koşullarını çiğneyerek nasıl otoparka dönüştürüldüğünü bildiği için bu konuda ikna olmamıştı. Baktık, başka çare yok, “Cihangir’de bürosu olan Turgut Cansever’e danışalım, o ne derse o olsun” dedim. Topbaş projesinden o kadar emindi ki, bu teklifi, Cansever’in görüşünün alınmasını, hakemliğini kabul etti. Cansever’e hemen telefon açıldı. Birlikte Cihangir Oba Sokak’taki bürosunun yolunu tuttuk. Topbaş Cansever’in bürosunda, masaya projeyi dersini çalışmış bir öğrenci edasıyla açtı. Cansever projeyi gördüğü anda adeta kükrer gibi Topbaş’a şöyle dedi: “Burası semtte kalan son yeşil alan. Buraya inşaat yapacağına git orada, hemen arkasında bulunan eski binayı satın al, restore et. Hayalini orada gerçekleştir. Senin kamu yöneticisi olman burayı kendi amaçlarına göre kullanma yetkisi vermez. Tam tersine, yeşil alanı koruma sorumluluğu verir!” Bunun üzerine Topbaş projesini geri sardı ve hiçbir şey söylemeden bürodan ayrıldı. Cansever ile ne önceden konuşma fırsatım olmuştu, ne de onun görüşünü biliyordum. Ama ne söyleyeceğinden adım gibi emindim. Muhtemelen Topbaş alıştığı ve çevresinde yer alan piyasa mimarları gibi “Belediye Başkanı ne istiyorsa yapsın, ben sesimi çıkarmayayım” diye düşüneceğini tahmin ediyordu. Ama yanıldı. Cansever Taksim’deki kışla projesini görseydi, aynı şeyi yapacağından eminim.
90’lı yılların ortasında, Birleşmiş Milletler Zirvesi öncesinde İstanbul’da geniş bir STK hareketliliği oluşmuştu. Şişli Otoparkı’nın üzerindeki büyük salonda, meslek odalarının düzenlediği bir toplantı için giriş holünde STK’lar için ayrılan masalarda kitaplar, broşürler sergileniyordu. Cansever’in, elinde büyük bir karton kutuyla kapıdan girdiğini gördüm. Yeni bastırdığı çalışmasını getirmiş, orada dağıtmak istiyordu. Oda Başkanı kapıda hemen önüne geçti, sert bir şekilde “Hayır, bunları burada dağıtamazsın” dedi. O da nedenini sordu. Cevap “İznin yok” oldu. Oysa oradaki hiçbir kişiye böyle bir şey söylenmemişti. Bunun üzerine elinden kutuyu aldım ve birlikte dağıtmaya başladık (Bu olay benim de Meslek Odası ile ilişkimin sonu oldu. Bu olaydan sonra neyle uğraştıysam, sürekli engellemek için uğraştı). O tarihlerde Meslek Odası çevresinin Cansever’e çok haksızlık yaptığını defalarca gözlemledim. Ne bir toplantıya davet ediliyordu, ne de yaptığı çalışmalar yayınlanıyordu. Oysa Cansever, muhafazakar bir kişi olmasına rağmen, kamu mekanizmalarını kendisine rant sağlamak için kullanan kişiler gibi davranmıyordu. Dediğim gibi Cansever Büyükşehir Belediyesi’nin danışmanıydı. Her alanda olduğu gibi, mimarlıkta muhafazakar bir entelektüel olarak saygı görüyordu. Ancak hiçbir zaman Büyükşehir’den bir proje işi almadı, ilişkilerini kullanarak kendisine bir çıkar sağlamadı. Oysa o sıralar, Erdoğan’ın danışmanının dile getirdiği gibi “Bunlara proje işi vererek susturun!” talimatıyla, sol görünümlü bir dolu mimara proje işleri veriliyordu ve bugün olduğu gibi bir dolu niteliksiz işler yapılıyordu. Cansever’in çıkarlardan bağımsız olarak kurduğu ilişkiler elbette ki bu çevre içindeki çıkar gruplarını da rahatsız ediyordu. Tarihi Yarımada’da yapılanları Cansever “cinayet” olarak niteliyor, sözünü hiçbir zaman esirgemiyordu. Tanınmış bir mimar için mütevazı denebilecek bir ofise sahipti. Ne zaman kendisinden bir katkı istense işlerini bırakıp seve seve koştuğunu gördüm.
Gördüğüm kadarıyla, imtiyazlı bir sınıf olarak iktidardan pay talep etmeye dayanan “mesleki siyasal paradigma” için, Cansever’in kamusal alandaki varlığı, iktidarla ilişki kurma biçimi her zaman ciddi bir paradoks oluşturdu. Muhtemelen Topbaş en çok anladığını, birlikte olduklarını zannettiği zaman bile Cansever’i anlamıyordu. Muhtemelen, meslek çevresini bir sivil toplum kesimi gibi kendi kamu yararı anlayışını temsil eden bir topluluk olarak konumlandıran, popülist siyasete güç veren siyasal topluluk da… Ancak “bu anlamama hali” her iki tarafa da güç veriyordu ve anladıkları iktidar modeli de zaten birbirleriyle aynıydı. Bu yüzden her iki taraf da onu dışladı. Birileri “Nasıl mimar olup da muhafazakar olursun” dedi. Diğerleri “Nasıl muhafazakar olup da bağımsız fikir sahibi bir mimar olursun”… Ancak zannedersem her iki tarafın da anlaştıkları nokta şuydu: Cansever’i dışlamak! Evet, onlar ayrı dünyanın insanlarıydı, ama bir konuda çok iyi anlaşıyorlardı!
Düşünsel olarak ne kadar farklı gözükse de aslında entelektüel işler üretenlerin iktidarla ilişkileri iki yönlü çalışıyor: “Bu ilişkiden kendime nasıl fırsatlar sağlayabilirim, nasıl ayrıcalık elde edebilirim?” ya da “İktidarla kurduğum bu ilişkiyi, yani bilgi donanımımı, birikimimi başkaları için nasıl bir gelişmeye dönüştürebilirim?” Bundan geriye kalan bütün sıfatların, siyasal etiketlerin hiçbir anlamı yok!
1 Yorum
“Birileri “Nasıl mimar olup da muhafazakar olursun” dedi. Diğerleri “Nasıl muhafazakar olup da bağımsız fikir sahibi bir mimar olursun”… Ancak zannedersem her iki tarafın da anlaştıkları nokta şuydu: Cansever’i dışlamak! Evet, onlar ayrı dünyanın insanlarıydı, ama bir konuda çok iyi anlaşıyorlardı!”
Turgut Cansever’i betimlerken kullanılabilecek en ayırt edici özelliği. Güzel değinmişsiniz.