Bulanıklığa Övgü…

Bayram tatili sonrası işe güce odaklanmakta zorlanıyorsunuz. Kafanızda, tatil uykusu, sıcak havada puslu güneş gözlüğü takmak gibi bulanık fikirler dolaşıyorsa... Bu yazıyı rahat, azıcık uzak, sessiz bir zamanınızda, serin bir yerde bulanıklık adına okuyun...

Bu yazı, şiir, mimarlık, hayat ve bulanıklık üzerine, belki bazı açılardan kolay kabul edemeyeceğiniz, ama düşününce bana hak vereceğiniz ya da belki “zaten biliyoruz Selçukcuğum” diyeceğiniz, bazı uç, tuhaf fikirler içerebilir. Her ne kadar yazı mimari üretim, onun düşünce dünyası üzerine gibi görünse de bana göre hayata biraz puslu bir pencereden bakmanın olumlu ve olumsuz (daha çok olumlu) yanlarına dair parçalar içeriyor.


Damlaların ardında bulanık İstanbul

Ben de belki bazılarımız gibi en son lise yıllarımda ergenliğin son dönem baskısı altında şiir yazdım. Şiirden çok anlamam ama içimizden bazıları devam etmiş olabilir bu onların bu baskı olmadan da yazabilecek bir ruh hali ve kabiliyete sahip oldukları anlamına gelir ki; bu iyi bir şey.

Dikkat ettiniz mi? Birçok iş disiplini, mesleğini icra ederken şiire özenir, “Şiir gibi” olmak ister. Şiir gibi yemek, şiir gibi resim, şiir gibi sinema, şiir gibi futbol ve hatta şiir gibi mimarlık… Biraz sığ geliyor kulağa kabul edelim. Ama poetik deyince dünya da bir anda değişiyor özellikle mimarsanız. Mesela ne kadar “Poetik bir mimarlık.” Yine de illa kullanılacaksa şiir ya da şairane daha güzel bana göre.

Buna mukabil kimse “mimarlık gibi yemek” ya da “mimarlık gibi şiir” demez. Belki resim, heykel kitap denir ama mimarlık asla. Çünkü mimarlık üstün bir eylemi nesneyi tanımlamak için çok sığ kalır, daha da ötesi çok hayatın içinde, çok madde, çok dokunulabilecek ve dolayısıyla mükemmel olmak için fazlaca kusurlu ve bizden bir şey. Yani bir “insan gibi” de diyebiliriz. İnsan işte dediğimizde tüm kusurları ve yanılgılarıyla bir varlığı tanımlarız ve vasatlığını kabul ederiz ya… Mimarlık da öyle baştan kusurlu! Her gün göreceğiniz bir insana hayran olamayacağınız gibi hep karşınızda duran dibine kadar maddeleşmiş bir mekan örgütlenmesine bu üstün fikirleri bağlayamazsınız.

Aslında biraz düşününce şiirin avantajı muğlaklığı olabilir mi? Şiir bulut gibi, hava gibi uçuşan tülsü bir duyguysa mimarlık taş, ahşap beton gibi ete kemiğe bürünmüş maddeden belki birkaç adım öteye gidebilir. Her ne kadar mimarlıkta muğlak bir şey olmaya çabalasa dünyevi kurallar onu her defasında yere bağlayıverir. Nasıl şiir istese de maddeye dönüşemez ise mekanda asla bir bulutsu şiir olamaz.

Bu anlamda şiirin gücü tüm tariflerinin muğlak ve bulanık oluşunda olmalı. Yani bir düşünün, bir şiir maddeleşse tutup hepimizin anlayacağı kadar basit, kelime oyunlarından ve harmoniden kurtulsa bu kadar çekici olur muydu? Mesela kitap şiir gibi değil, okunduğundan her ne kadar, her zihinde bambaşka dünyalar tanımlasa da bütün o kelimeler insanlar ve mekanlar bir yere zemine oturmak üzerine gelişir. Bu yüzdendir ki bir kitap, sinema filmi ya da tiyatro olurken bir şiir hep şiir olarak kalır. Sanıyorum mimarlıkta hep mimarlık olarak…

Dil zihin dünyasının, sosyolojinin, toplumun ruh halinin ve kavrayışının kaçınılmaz bir tezahürüdür. Türkçe’de değil ama İngilizce’de, nesnelerin, metinlerin ve düşüncelerin mimarisinden bahsedilir. Örneğin “Architecture of a novel” ya da “A complex architecture of an engine”. Bu ifadeler mimarinin sistematik kurgusunun ne kadar ön planda olduğuna dair ipuçları veriyor. Tabii ki mimarlığın bir sisteme, sıkı bir anatomiye tekabül ettiği coğrafyalarda. Coğrafyamızda mimarlığın böyle bir pozisyonu, ağırlığı ve duruşu olmadığı için dilde de bunun bir karşılığı yok sanıyorum.

Şiirin bu muğlak, bulanık dünyasına açıktan ya da alt zihinlerde özenilmesinin sebebi zannediyorum hayalsi boşluklarının, anlamının belirsizliğindeki tat olsa gerek. Bir çeşit dilin sarhoşluğu gibi. Mecazen de gerçek anlamıyla da hülyalara dalmak, bulanmak için sarhoş olunur. Gerçeklikten ve bizim bağlandığımız şu fiziki fani dünyadan kurtulmak için. Belki diğer anlamıyla, Hayyam gibi bakarsak, daha da gerçeğe varmak için. Çoğu zaman bir metin olamayacak kadar kısa, bazen de olabildiğine doğrudan bir araya getirilmiş birkaç tane ya da birkaç düzine sözcük.

Susmanın İkinci Yüzü
Şimdi bütün anmalar bir susmanın içinde..
Şimdi bütün susmalar bir odanın içinde..
Anlatmaya bir sözcük, bir bakış arıyorlar,
Önce sakladıkları, bir adamın içinde.
Özdemir Asaf

Bu şiire bakış şeklinin tek taraflı ve kendime göre büktüğüm bir anlamı olduğunu kabul ediyorum. Peki değilse o vakit, bir de sis ve kar altında yaşadığınız kenti düşünün. Onun o düşsü halini, sisin yoğunluğuna göre bir var olup bir yok olan ağaçları ve evleri, kar altında hiç olmadıkları gibi görünen mahalleleri ya da vapurda giderken su damlaları ardından bir İstanbul silüetini… Uyandığınız bir rüyanın bulanık tatlı sularına geri dönmek için içinizde duyduğunuz hüznü hayal edin. Hepimiz çocukken tekrar uyuyuverip o tatlı rüyanın bulanık sularına dönmeyi düşünmedik mi? Mide bulantınız hariç, sarhoşken baktığınız dünyanın ilgi duyduğunuz ve boş verdiğiniz bölümlerini zihninizden geçirin.


Kış Uykusu filminden sisli bir sahne

Bulanıklık ve muğlaklık esasta bu kadar özlenen dalınmak istenen bir şeyken, netlik ve keskinliğin dilde ve zihinde her daim bu kadar övülen her açıdan tutunulmak bir şey olması tuhaftır.

Son bölümde gelelim mimarlığa. Mimarlığın da üretilirken son derece bulanık halleri vardır aslında. Sözcüklerin kavramların başka bir fikirlerin muğlak bulanık dünyası, mimarlığa dair üretimin ilk adımları. O anlar tasarımın mekanın ilk olgunlaştığı zihindeki son derece puslu belirsiz dünyaların sözcüklere karalamalara döküldüğü zamanlardır. Bir embriyo bile olmayan fikirlerin nasıl gelişip olgunlaşacağı tam olarak bu bulanık dünyanın nasıl yönetileceğine bağlı.

Aslında insan bünyesi icabı (çoğu zaman şiir dışında :)) bulanıklığı sevmez. Hep sadeleştirmek, elemek netlemek ister. Bu bir çeşit iç huzurdur, eşyaları, insanları, takvimi düzenlemek; defterleri, kitapları derlemek. En dağınık olanımızın bile zihninde hep bir düzen hissine, kararlı bir duruma evrilme, stabil hale getirme dürtüsü var. Oysa mimari tasarım için bu düzenleme anı çarçabuk verilen ve sabitlenen kararlar, hiç net olmadığı halde çizilen yollar ve umarsızca mekanlaşan o kavramlar çoğu zaman ölümcüldür. Zihinde sabitlenen imgeler artık geri dönülemez saplantılara, görüp kanıksanmış şablonlara ve sevilen imgelere bağlanmıştır bile. Bulanıklığın giderilmesi ile rahata eren mimar şimdi bambaşka bulanık resimleri netleştirmek için çalışmaya başlayabilir.

Oysa o bulanık hayalsi dünyaların içinde keşfedilmeyi bekleyen ne engin dünyalar, ona bir türlü sıra gelmeyen hayaller vardır, kim bilir? Böyle bakarsak Woods’un bu dünyadan hiç çıkamayıp orada yaşamasını anlayabiliriz. Sizce bir tanesini inşa etseydi bu büyü bozulur muydu?


Eskiz Lebbeus Woods

Yalnız bulanık kalmayı tembellikle karıştırmayın ki flanör de aslında kendi içinde bir miktar bulanıklık barındırsa dahi belli bir seviyede bulanık kalmak tembel olarak nitelendirilemeyecek bir güç ve irade gerektirir.

Mimar da çoğu zaman en büyük yardımcısının bu bulanık, belki şiire en yakın olan anın varlığı olduğunu bilmez. Hayalleri yönetemediğinden, bir dalarsa tekrar çıkamayacağından, umduğundan farklı bir şey bulacağından ya da bunun için vakti olmadığından… Hızla kurtulmak istediği bu durum, araf, tüm tasarımların, yaratımların çelişki ve tutarsızlıkların kol gezdiği ıssız, puslu, bu bulanık bölge aslında her şeyin kaynağı içinde yaşanacak en acayip, tuhaf yerdir.

Farkında olmadan terk edip gittiğiniz bir mekanın hayatınızı baştan aşağı dönüştürebilme gücü olduğunu hayal edin ama ne siz onu tanıdınız ne de o sizi. Yaşansa hiç bitmeyecek belki sırf bu yüzden yaşanamayacak bir aşk hikayesi gibi…

Etiketler

1 Yorum

  • Ahmet Turan Köksal says:

    Şimdi tabii ben bu yazıyı, yakın arkadaşım Ömer Selçuk Baz”ın o karşıdakini ikna eden, yumuşak ve duygulu, tabanı sapasağlam olduğu belli alt düşünmelerinden çıkmış dinginlikteki rahatlatıcı haliyle okudum.

    Bir konuyu düşünmüş, düşünmüş ve sonra o düşündüklerini sentezleyip sana sunarmış gibi bir emeğin içinden çıkmıştır ya.

    O kendini açtı ben de açayım bakalım.

    Ben şiirden anlamam. Hususi şiir okumam. Gençken şiir yazmadım. Kütüküm ben.

    Yalnız itiraf edeyim bazı şairlerden bazı özlü öz gibi vurucu işler beni de mutlu eder. Cemal Süreya bazen yuh dedirtir bana. Oscar Wilde da mesela.

    İsmet Özel”i önceden çok severdim şimdi hiç sevmiyorum demiyorum. Çünkü önceden de idolüm değildi, Müslüman teröristtir derken de değil. Ben şair ruhlu biri değilim.

    Tam tersi biraz böyle teknik, felsefi, malumatfuruşluk peşinde (kötü bir şey bu) hızlı görmek anlamak ve çok şey üzerinde bilgi sahibi olmaya odaklı, pratik ve tabii mizahi komik ve dalgacı (olmayı severim.

    Ömer Selçuk Baz ile ortak yönlerimiz çok fazla. Fakat “şiir gibi” genel için övgü niteliği taşırken benim için taşımaz. Sadece anlamlandıramadığım bir güzellik fark ettiğimde ben de mutlu olur heyecanlanırım ama bunun için “şiir” “sıfatını” kullanmam.

    Posta Gazetesi”nde de şairler çarpışıyor çünkü ve bazen onları çok beğeniyorum. hehehe.

    Şiir kısıtlı kelime (malzeme) ile geniş anlam ve duyguyu ifade etmeye odaklanır. En ağdalı divan şiiri bile Failatun failun failatuna uyacağım diye kasılsa bile yine de kompakt bir yapıya sahip. Mimari ve şiir dediğimizde minimalizm aklıma geliyor da bulanıklık gelmiyor.

    Bunu burada belirteyim. Bu genele değil özele yani bana öyle geliyor. Yoksa her koyun kendi tininin tözündendir.

    Şiir şerhimi buraya koyup, bulanıklığa övgüye katıldığımı belirtmek isterim. Öyle değil ama böyle olmanın ama ayrıca şu şekilde de bulunmanın ve bunu da içermenin ayrıca eskiden kalan bir parçanın etkisinin görülmesi ve karmaşıklığın ortaya koyduğu bulanık olma hali.

    Entropi patlaması demek bu.

    Güzel yazı ve güzel adam Ömer Selçuk baz.

Bir yanıt yazın