Dün ofiste çalışırken telefonum çaldı, "Bülent Hoca vefat etmiş" dedi genç meslektaşlarımdan biri.
Belli ki son mezunlarından. İnsan ister istemez etkileniyor. Mesleğe dair ilkleri öğrenmeye başladığın yıllarda hayatına ne kadar dokunmuş olduğunu farkediyorsun, uzakta olsa da onca yakınlık duyduğun birinin.
Kütüphaneden hemen Yorumlar kitabını çıkartıyorum. Kaç senedir açılmamış. Bunca birikimine rağmen neden yazarlığın devamını getirmediği için eleştirildiği aklıma geliyor. İçinden bir not düşüyor. Hafızamı zorluyorum. Avusturyalı bir mimarlık öğrencisinin adres ve telefon bilgileri. E-mail yok o yıllarda. İstanbul’a gelince hocası Bülent Bey’e yollamış, o da gelen yabancı öğrencilere sıkça yaptığı gibi İstanbul gezisine refakat etmem için beni takmıştı yanına.
Bülent Bey’in derslerine girmeye başlamadan ününü duymuş, büyük sınıflardaki arkadaşlarımdan farklı bilgiler edinmiş ve Yorumlar kitabını yarı anlayıp yarı anlamadan hatmetmeye başlamıştım. Derslerinde mimarlık tarihi dışında son derece derin bir görsel kültür aktarır, kentlerin durumundan, fiziki yetersizliklerden, politika yanlışlarına kadar geniş bir yelpazede sebep–sonuç ilişkileri içinde mimariyi açıklar, sıkça hiddetlenir ve sesi yükselirdi. Kaldırım yükseklikleri, çatıların bitirilememesi gibi basit yapısal sorunların aslında ne derece önemli bir kültürel problem olduğunu, dünyanın farklı şehirlerinden çektiği fotograflarla bizlere sunar, karşılaştırmalar yapardı. Çağdaş mimarlık tarihi derslerinde MSÜ’de bazı kürsülerde tabu olan Postmodernizm’i en derinine inerek felsefesi ile anlatır ve tamamını kendi çekmiş olduğu fotograflarla dersi zenginleştirirdi. Anlattığı binaları fotograftan değil bizzat gördüğü için yorumları çok gerçek ve netti. Bir binanın fotografı kadar iyi olmayabileceğini de, çok iyi bir projenin her zaman iyi fotoğraf vermeyebileceğini de öndan öğrenmiş, mimari yayınları daha bir şüphe ile izler olmuştuk.
Tasarım dersi vermediği halde mimari tasarımın bir metodoloji ile yapıldığını ve bir fikir üzerine kurulan tasarımın bir yöntemin devamı ile gelişeceğini yine ondan öğrenmiştik. Proje denen şey bir işlev şeması ve cepheden ibaret değildi artık bizler için.
Seksenli yılların sonunda çatılara takılan uydu antenlerle bazı Avrupa televizyon kanalları evimize ulaşınca dünya ile görsel irtibatımız artmıştı. Fransız televizyonu TV5 yayınlanan kültür programı “les toits et l’homme” (insan ve çatılar)’da karşımda Bülent Özer’i bulmuş, heyecan, hayret ve şaşkınlıkla Saarinen hakkında harika bir Fransızca ile anlattıklarını dinlemiş, öğrencisi olmaktan gurur duymuştum.
Amcamın yakın dostu rahmetli Melih Birsel ziyarete geldiği bir gün beni de orada görünce hemen eğitimim hakkında bilgi almak istemiş ve en sevdiğim hocamı sormuştu. Hiç düşünmeden “Bülent Özer” diyince “çılgın çocuk” diyerek gülümsemiş, amcama da kararım hakkında onay verircesine bir ifade takınmıştı.
Mezun olur olmaz beni MSÜ’deki şahane manzaralı rektör yardımcısı odasına çağırıp, okulda ve kürsüde asistan olarak kalmam için davette bulunma nezaketini göstermişti. Gurur duymuş, ancak “mimarlık yapmak istiyorum” diyerek reddetmiştim. “Bu ülkede mimarlık mı yapılır, en güzelini yapsan ne olur? Etraf rezalet!” demişti. Haklıymış.
Instagram’da onun, Frank Gehry’nin öğrencileri ile Türkiye’ye geldiği ziyaret esnasında bir yemekte çekilen fotografı paylaşırken Archidaily’de OMA’nın Venedik’te yaptığı yeni dönüşüm projesine rastladım. Rialto Köprüsü yanında 1228 yılında yapımına başlanan Fondaco Dei Tedeschi binasının çok katlı bir mağazaya dönüştürülme projesi ile ilgili fotografları inceledim. Fikren karşı olduğu ama iyi ve usta ellerden çıkan projelere yaptığı yorum onun kısık sesinden kulağıma çalındı birden: “Adam öyle bir yapıyor ki, yüzüne tükürse güzel tükürüyor, diyecek bir şey bırakmıyor. ”
Sayesinde çok şey öğrendik, mesleğimizi sevdik.
Nur içinde yatsın.