Bu samimi bir yazıdır.
Bu yazı, rezidanslarda oturan, plazalarda çalışan ve haftasonunu AVM’lerde geçiren biz yeni yetmelerin anlamlandırmakta zorlandığı, zaman zaman da bilmediği değerleri biçmeyi çalıştığı sanatın mekanla ilişkisine kısaca bir göz atmayı, belki de bir özeleştiri getirmeyi hedefliyor.
Bu eleştiri ihtiyacı aslında günümüzden ve geçmişten doğuyor. Her gün TV ekranlarından gördüğümüz yatırım amaçlı konutlar, mekandan ziyade estetik ile ilişkilendirilen binalar, sanat bienallerine, gösterilerine konu olan AVMler, bir heykeltraşla mimarı, heykelle binayı yanyana getiren rezidanslar ve belki de araçsallaştırılan sanattan anlayamadıklarımız ama anlarmış gibi davrandıklarımızdan. Kısaca herbirinin altında yatan, geçmişten gelen sanat mimarlık ilişkisinin günümüz genç mimarında soru işaretleri oluşturmasından.
Zaha Hadid’i, Frank Gehry’yi, AVM ya da bir konut önünde sergilenen heykelleri, kamusal mekanı, mimarlığın ve sanatın günümüzde ne olduğunu tartışmadan önce gerekli zemini oluşturmak için topluca günah çıkarma diyelim. Tabii herkesi bir tutmak olmaz, ama şöyle bir etrafımda gelişen olaylara, yaşıtım meslektaşlarıma baktım mı bir ortalamadan bahsetmek mümkün gözüküyor. “Biz”i şöyle tanımlamak mümkün: Üniversiteyi bitiren, üstüne de 2 ila 6 sene piyasa deneyimine sahip olmuş, gelişmeleri takip etmeye çalışan ve ileriye dair zemini olmayan hayaller kuran mimarlar.
Neden “zemini olmayan” peki? Ya da ben neden zemini olmadığını düşünüyorum.
Öncelikle bunun bir his olduğunu söylesem herhalde çok da yanlış bir şey söylemiş olmam. Ama bu hissiyat neden?
Her birimiz benzer eğitimler aldık. Bir yandan tasarımın temel kıstaslarını benimsemeye çalışırken, bir yandan da tarihini öğrenmeye çalıştık. Tasarım/proje/stüdyo dersleri her zaman yıldızdı tabii, en çok çalışılan gerekirse sabahlanılan ve herkesin gözünde genelgeçer en önemli dersti. E öyle tabii, sonuçta her birimiz büyüyüp proje çizecektik. Her sınıfın bir “starchitect”i olurdu. Yetenek miydi, çok çalışma mı bilinmez muhtemelen her ikisi de ama; belki de günceli takip edip iyi araştırma yapandı o. O zamanlar anlamamıştım ben kendi adıma. Anlamaya başlamam mezun olduktan sonraya, “yahu bu Zaha Hadid ne yapıyor” gibi sorular sormama tekabül etti.
Peki ya “Mimarlık ve Sanat Tarihi” dersleri? Hep bir sürünceme. Önemli mi ki acaba? Neden mimarlık ve sanat? Neden birarada? Modern mimarlık iyi de, hadi Mondrian da tamam, ben napayım Delacroix’yı? Zaten bu kadar bilmeye de gerek var mı? Okuyarak napıyoruz, mezun olunca çizeceksin, bunları bilsen ne bilmesen ne?
Bu soruları ben çok duydum açıkçası. Teorinin mimari pratikle ilişkisi olduğuna dair o çok belirgin açıklamaya gönlümü kaptırmıştım tabii ki ama tam olarak da ilişkilendirememiştim muhtemelen. Ben seviyordum, okumak keşfetmek keyifliydi. Lisans bittikten ve teoride eğitime devam ederken bile aslında bize tarih derslerinde ipucu olarak gösterilen ama o dönem anlayamadığım birçok şeyi keşfetmiştim. Basitçe söylemek gerekirse, postmodernizmi ben okul bittikten sonra öğrendim. Bahsettiğim ördek şeklinde binaları keşfetmem değil elbette.1
Çektiğim çizgilerle yarattığım mekanların günümüzün pratiğinde kaç artı kaça denk geldiğinden ziyade mekanın formal olarak aldığı biçimler daha merak uyandırıcı oldu. Le Corbusier’yi, Mies van der Rohe’yi, Robert Venturi’yi anlamak, tartışmak daha mümkünken kendi zamandaşlarımız – hani sınıftaki starchitect bile – ne yapıyoru tartışmak hep zor geldi.
Tamam ben kendimi mekanın siyasasına daha çok kaptırmıştım, modern dönemde salınagelmiştim ama etrafımda dönenlere karşı kayıtsız kalmak beni gün geçtikçe daha da zorlamaya başladı.
Tam da bu noktada, tüm dünya Abu Dabi’de yapılan Louvre Müzesi’ni, Guggenheim’leri, Zaha Hadid’in stadyumlarını, kültür merkezlerini, kısacası daha çok coğrafi olarak doğuya kayan bu star mimar ve yapılarını, ya da etik kodları konuşadururken, Türkiye’de de aynı yoğunlukta kentsel dönüşüm çılgınlığı ve AVMler konuşulmaktaydı.
Zaha Hadid ve etik sorunsalı RIBA’nın getirmiş olduğu etik kurallar açısından inceleniyor, Ortadoğu’da Asya’da yapılan inşaatlardaki emek hırsızlığı tüm dünya basınında ve mimarlık-sanat çevrelerinde protestolara neden olurken, aynı şekilde Torun Center’da yaşanan kaza ile birlikte ölen işçilerin sorumluluğu Türkiye’nin star mimarı Emre Arolat üzerinden tartışılıyordu. Tüm bunlar olurken, sokakta yaşanan orta halli kentsel dönüşümü – orta hallinin ortak olmaya çalıştığı rant pazarını – es geçerseniz, ülkenin ekonomisini döndüren VARYAP, DUMANKAYA gibi büyük inşaat şirketlerinin, gayrimenkul yatırım ortaklarının konut sektörünü nasıl var ettiği, konutun AVM ile ortaklığı, kamunun kamusal mekanının kontrollü AVM’lerde ne yaptığı ve neye evrildiği de Türkiye’nin gündelik sorunlarıydı.
Bu yazının samimiyeti birlikte bir cevap aramak üzerine kurulu. Arayış devam edecek ve belli okumalar üzerinden değerlendirilecektir. Bir sonraki samimiyet denemesi haftaya.
Not: Bu -di’li geçmiş zaman tamamen “biz/ben”in öncesi ve sonrası ayrıştırmasının bir gösterimi olarak ele alınabilir. Olaylar tamamen günceldir.
*Andy Warhol
1 Hiç unutmam yüksek lisans yaptığım sıralarda, okuduğumuz bir kitap üzerinden bir şey konuşurken Ali Cengizkan bize bakıp “siz onu daha yeni mi okuyorsunuz” demiş ve şaşırmıştı. Bir önceki jenerasyonun teorik bilgiyi bize nazaran daha önce sindirebilmiş olması acaba mimarlık ve teorinin/felsefenin daha mı birarada oluşuyla bağlantılıydı?