Elif Sokullu bu yazısında, çocuklukta başlayan kendini ifade etme isteğinden yola çıkarak sanatın kökenleri, grafitinin toplumsal algısı, sanat ve vandalizm arasındaki sınırlar ve mekânın kişiselleştirilmesi gibi konulardan söz ediyor.
Oradan buradan renkli kalem bulan çocuklar yalnız kaldıkları ilk anda en yakındaki duvarı boyamaya başlar. Rengârenk çizgiler, yerden boyunun yettiği noktaya kadar ulaşan dünyalar, belki bize anlamsız gelse bile hiçbir şeyi, ama aynı zamanda her şeyi anlatan şekiller… Fakat bu ifade özgürlüğü kısa sürelidir, az sonra anne gelecek ve kızacaktır. İyi de, daha geçen hafta boyacı amca gelmiş, uzun uzadıya duvarı boyamıştı; o niye böyle boyayamıyordu ki? Hem onun muralları renklerle dolu ve anlamlıydı; boyacı amca gibi dümdüz fırça sürtmemişti duvara…
Hepimizin temelinde, derinlerde bir yerde vardır bu istek. Çok öncelerden, özümüzden gelir bu; daha yarınını garantileyemeyen, tek bir ateşin etrafında, taşın derinliklerine sığınan bir toplumun izleridir bunlar. Kendini sözleriyle anlatamayan insan başka yöntemlere başvurur. Bulduğu renklerle yaşam alanını renklendirmeye başlar. Başarılarını, yaşadıklarını ve uyarılarını… Bitmeyen kaygılarından biri de budur: deneyimlerini aktarıp küçüklerini korumak.
Fırça tutanların birçoğu aynı problemle yola çıkar. Sözle anlatamadığı duyguları, kendi gördüğü dünyayı belki sayfalarca hikâyeyi tek renkle anlatmayı amaçlar.
Sanat tarihine hızlıca baktığımızda bu mağara resimlerini ilk resim ve sanat örneği olarak görebiliriz. Sonralarında çanaklarda çömleklerde, duvarlarda ve taşlarda karşımıza çıkan kimi zaman abstrakt bitki ve doğa desenleri kimi zaman kahramanlık hikâyeleri, zamanın süzgecinden geçerek günümüze kadar ulaşır. Göreceli olarak yakın sayılabilecek boyanın gelişip farklı formlar almasıyla yeni bir boyut kazanır sanat sektörü. Artık taşınabilir olan sadece sanat eserleri değil sanat gereçleridir. Doğayı doğada resmeden ressamlar, tebeşirle yerleri boyayan çocuklar ve ellerinde sprey boyalarıyla, işte çağdaş “Vandallar”…
Kendini anlatamama, görülmeme, düşüncelerini aktaramama korkusu sanatçıya mahsus değildir. İfade etmenin bu kadar çok yolu varken, herkesin elinde renkli renksiz kalemler varken bile anlatamamamız çoğumuzun iliklerine işer, en gizli damarlarımızda akar. Bu korku ile mücadele belki de farkında olmasak bile birçok seçimimizi etkiler. Çocuk sahibi olmak, kitap yazmak, cami ve okul gibi yapılar yaptırmak, ağaç kabuklarına isimlerin baş harfini kazımak, duvarları boyamak… Yeter ki biri bizi hatırlasın, biri ismimizi bilsin; bütün isteğimiz sadece budur, adımızı yaşatmak…
Belki de grafiti dediğimiz, taşınabilir boyalar ile sınırsız tuvallerde “sanat” icra eden “vandalların” amacı budur. Duyuramadıkları sözleri söylemek, gösteremediklerini insanların gözüne sokmak, hayata olan kızgınlıklarını başkalarıyla paylaşmak. Peki neden yadırgarız bu muralları? O gencin çizdiği duvar ona ait olmadığı için mi? Yaptıkları sanatı beğenmeyip görmek zorunlunda kalmak istemediğimiz için mi? Ama azıcık ileriye, mimarsız beton yığınlarına da bakmak zorundayız. Oysaki kimse onları kovalayıp üstlerini yeni boya ile kapatmaya çalışmıyor. Grafiti dediğimiz sanat ise tam olarak bununla savaşıp, kendi yaşam alanını renklendirip onu kişiselleştirmez mi? Köylerde kullanılmış tenekeleri boyayıp içine çiçek koyanları sosyal medyada paylaşmıyor muyuz? O zaman sorun kişileştirilmiş alan ya da kötü eserler ile bakışmak değil. Asıl görmekten korktuğumuz belki de elinde yağlı boyaya parası yetmediği için sprey şişesi tutan o toplumsal kesit…
Eski mahallelerde, yıkıntıların arasında karşılaştığımız grafitileri eğitimsizlik, geri kalmışlık ile bağdaştırırız fakat gelişmiş bir bölgede gittiğimiz kafelerde duvara boyanmış kanatlar gördüğümüzde hepimiz önünde fotoğraf çekiniriz, selfi yaparız.
O sanatçının boyadığı ilk duvar bu mudur? Şehir merkezinde her gün yanından geçtiğimiz duvarı boyamak için para alan sanatçı ile bu kadar şanslı olmayan “vandal” arasındaki fark nedir ki? İki duvarı da her gün görüyoruz, ikisi de boyanırken her gün bunu görmek ister miyiz diye sorulmadı, ikisini de beğenip beğenmemek bize kalmış. Mozaik ustası olarak görünen kişi ile grafiticinin kanvası aynı değil midir? Aradaki fark belki de biraz şanstan başka bir şey değil.
Ha hepsi sanat mıdır orası tartışılır tabi. Sanatın ne olduğuna ne olmadığına kesin bir çizgi çekmek gerekir bunun için. Duvarlara hızlıca yazılmış kelimeler dışında grafitiler de estetik bir kaygı içinde yapılır. O zaman biz kimiz ki onlara sanat demeyelim, saatlerce uğraşılarak yazılanlara kaligrafi diyemeyelim? O hızlıca yazılmış yazılar ne kadar “aptalca”, “basit”, ya da “çirkin” de olsa onlar da tuvalini seçerken hata yapan birinin görülme ve duyulma çabasıdır. Genelde kamu alanı sayılan parkların duvarlarına, viyadüklerin altına yazılan bu yazılar; seçim dönemlerine gökteki her boş direğe asılan çevre kirliliğinden başka bir şey olmayan bayraklardan, milyon milyon liralara büyük caddelerde kiralanıp çirkin reklamlarla donatılan panolardan farksızdır.
Böyle vakitlerde hayat şansa dayanır. Verilen lakaplar bulunduğunuz bölgeye göre değişir, icra ettiğiniz sanatın ismi değişir, çevrenize verilen size ve dışarının size bakışına göre şekillenir. O zaman bu noktada bize düşen görev kafamızı çevirmeden önce boyanın ilerisine bakmak, anlamaya çalışmak, illa görsel kaygımız varsa da resme değil, arkasındaki tuvale yanındaki direğe bakmak olacaktır.