Bütün yaşananlar belki de yaşamın tam ortasından alınabilecek en önemli bir mimarlık dersiydi.
Mimarlık içiyle, dışıyla, önüyle arkasıyla, yaşamın tam ortasında, yaşamla iç içe, el ele, kol kola olmalıdır. Eğitimi ile, öğrencisi ile, hocası ile, dekanı, rektörü ve okulları ile…
Bütün bu olaylardan, “Gezi Mucize”sinden sonra benim gördüğüm Türkiye de, yaşamın da, mimarlığın da, ve sanatın da, politikanın da artık dün gibi olmayacağıdır. Bu bir kırılma noktasıdır, bu bir milattır. Bunu da başaran o isimsiz yığınlar yani öncelikle “Gençler”, gezideki o artık adeta tarihi eser olan ağaçları hala bekleyenler, ve o gençlerin arkasından dalga dalga gelenler, onlarla birlikte onurla meydanları dolduranlar, sabahın köründe, alaca karanlıkta barış adına yollara dökülüp, yavaş yavaş iki kıtayı geçenlerdir, adeta iki kıtayı, bu ülkenin iki yakasını birleştirenlerdir… Geleceğe cesaretle köprü olanlar, geleceğe cesaretle ışık tutanlardır.
Bizler, başka bir milat olan 80 lerin öncesinde öğrenciydik. O yılları, sanki görünmez bir elin, ellerin, Türkiyenin geleceğini çizdiği yılları yaşadık. Dramatik yıllardı. Sağdan soldan her yerden bir çok genç yaşamını yitirdi. Cezaevlerinde çok kişi yok olup gitti. Yoğun üniversite yılları, dersler, sınavlar, projelerin telaşeleri arasında, kimbilir kaç yıl, her gün sayısı artarak, yaşamını kaybedenlerin haberleri ile, yürüyüşlerle, sloganlarla, gösterilerle, kavgalarla geçti. Korku insani bir duygudur. İşte o, kol geziyordu, her yerdeydi. Ama yaşam da bomba ihbarlarıyla, boykotlarla forumlarla herşeye karşın sürdü gitti. Bu yaşamın yanında, allahtan mimarlık vardı da bir çoğumuz ona sarıldık. Kendi bu gürültüler arsasında bulmaya çalıştık. Evlere gitmeye korkardık, otobüs duraklarında durmaya da, okulumuzdan çıkmaya da. Çünkü hele öyle bir dönem vardı ki, kim olduğuna bakılmadan adeta her yer, her an taranıyordu, taranabilirdi. Ve bir nesil adeta yok oldu, perişan oldu, kim vurduya gitti her taraftan, sağdan soldan. 80 de ise bir gün her şey bir anda nedense bıçak gibi kesildi. Silahlar sustu. Neden daha önce susmamıştı. Herşey, her yer bir anda güllük gülistanlık oldu, gösterildi. Başka şeyler olmaya başladı. Türkiye artık yeni aktörleri ile farklı farklı dönülen köşe hikayeleri ile başka bir dünyaydı. Ve devamı geldi. Adeta bu ülkenin insanları, hep birlikte bir gün, görünmez bir elin bir gecede tasarladığı ya da çekmecelerde zaten yıllar önce planları yapılmış, kendileri için tasarlanmış, aniden inşa edilmiş, hiç karşılaşmadıkları büyük bir evin kapısından içeri girdi. Orada, orada tasarlanan odalarda yaşamaya başladı yepyeni kuralları ile, eğitimi ile, öğrencisi ile, hocası ile, mimarlığı, sanatı, politikası ve yaşamı ile herkes bu, yeni yaşama uymaya başladı. Hafızalar bir anda sıfırlanmıştı, silinmişti ya da silinmek istenmişti. Arada otuz yıl geçti.
Sanki geçen hafta sonu bir sabah hepimiz uyandık ve herşey yeniden başladı, olanlardan, geçmişten arındırılmış, ya da arındırılmaya çalışılarak yetiştirilen yepyeni gençler ile. Bu gençlerin çoğu daha doğmamıştı bile. Yeni bir nesil yetişmişti. Bu farklı bir nesildi. İşte bu gençler bu hafızası silinen, ya da silinmiş olduğu düşünülen dönemlerden gelen gençler, yıllardır adeta etrafında olanları gözleyen, sabırla herkesi dinleyen gençler, düşündüklerini, son sözlerini, kendilerine katılan binlerce kentli ile omuz omuza söylediler adeta hiç birşey demeden, sessizce İstanbulun kalbinde. Üzerine çok şey tartışılan, yazılan, çizilen Taksimdeydiler, biribirini tanımayan kendilerine katılan sıradan insanlarla, yığınlarla… Büyük çoğunluğu bayraksız, sessiz sedasız, sanatçısı, ile, mimarları, öğrencileri farklı meslek grupları ile. Hatta öncesinde ülkesindeki bir çoğu kanaldaki izleyicilerin haberi olmadan, yaptıkları pek yayınlanmadan. Gezide başından beri orada ağaçları bekleyenlerle buluştularlar, her türlü önleme sınırlarını, insani sınırlar kat ve kat aşan, o bitmek tükenmek bilmeyen göz yaşartıcılara, gaz fırtınasına ve su püskürtmelere karşı, yaşamları bahasına.
Ya mimarlık… Bütün yaşananlar belki de yaşamın tam ortasından alınabilecek en önemli bir mimarlık dersiydi. Hem ahlaki açıdan, hem de mesleki açıdan… İş işi getirir, iş kaçırılmalı kavramını sorgulayacak sorgulatacak, rafa kaldıracak bir dersti, tarihe bu tartışmaları ile tarihe geçeceği kesin Topcu Kışlası düşünülünce. Bir tarafta bu yıkılan kışlayı yeniden restore eden çoğu kişinin şaşırıp kaldığı meslekdaş, mimar, ona izin veren en üst kademeler dahil yeniden yapılacak, yeniden burada olacak diyenler ve bütün olanlardan sonra hala ısrar edenler, bir tarafta da bu yeniden diriltmeye, yeşili yoketmeye, azaltmaya hem de kentli olarak, hem mimar olarak buna karşı çıkanlar. Hatta bunlara ek bu gürültülere ek olarak en yetkili ağızdan o üzerine çok tartışılan, sergileri yapılan değeri yerli yerine oturtulmaya çalışılan Atatürk Kültür merkezini yıkıp yerine nedense modern olmayan bir opera binası yapılma planı ve yeni bir cami yapılmasını da içine alan daha başka yeni tartışmalar.
Bunlara en iyi cevabı veren hala o ağaçlara yanlarından ayrılmadan sarılan gençlerdi. Tabii bir ağaç bile çok önemliydi de, bu gençler, bu hayalperest ama bu hayalin arkasındaki gerçeği gören, her zaman her yerde olanları belki de yetişkinlerden, yaşlılardan daha net görenlerdi. Yaşamı özgür bir ağaç olarak ele alıyorlardı. Her ayrı ağaç gibi, birey olarak yaşamak istiyorlardı. Özgür olmak istiyorlardı. Bu yaşamdan güle oynaya keyif almak istiyorlardı. Asık yüzlü olmak istemiyorlar, aynı elbise giymek istemiyorlar, yaşam için kendi seçimlerini kendileri yapmak, farklı farklı renkler seçmek istiyorlardı. Farklı farklı inançtaydılar. Farklı farklı düşünmek istiyorlardı. Yakıp yıkmadan sessiz pretestoları, olanların arkasından kırılanları, kalkan taşlarını kaldırımlara koyarak, fırtınanın arkasından arta kalan çöpleri, duvarlardaki küfürleri bile temizleyerek, tartışarak, doğruyu arayorlardı. Bu gürültüde sertlik yanlısı olanları durmaya çalışıyorlardı. Verilen reçetelere bağlı olarak yaşamak istemiyorlar, bir gecede gelen yasaklamalar, dayatmalar istemiyorlar, kim olursanız olun, ben yaptım oldu istemiyorlardı. Hakları da vardı. Farklı düşünden bir kişi bile olsa dikkate alınmak istiyordu. Kentlerinde olanlardan kendilerine de sorulmasını, fikirlerinin de alınmasını, kentlerinin kalbinde yapılacaklara katılmak istiyorlardı bütün kentliler ve meslek adamları, mimarlar gibi. Yani kısacası herkesin biribiri kabul edeceği barış içinde yepyeni bir dünya istiyorlardı. Umutlarını, kendi dünyalarını arıyorlardı.
Para, her gün inip çıkan borsa onlar için önemli değildi, hatta hiç umurlarında değildi. Köşe dönüşler ile alakaları yoktu. Para bir yanda, paraya bağlı değil onurlu yaşamak istiyorlardı. Yepyeni bir tasarım, yepyeni bir yaşamın mimarisi, ve yepyeni bir anlayış istiyorlardı. Bu herkesi, eminim baştakileri de, başta olmayanları da, sıradan insanları da, ülke içindekileri ve dışından olanları izleyenleri şaşkına çeviren kendine özgü, bildiğimiz kalıplara uymayan başka türlü bir patlamaydı. Yani bütün bu olanlarla yıllardır mimarlıkta sözü edilen tasarımdaki “public participation”ı yani gerçek yaşamın mimarisindeki halk katılımı yaşamın ortasında getirip koydular. “Mimarlık” bir anlamda bütün diğer kentlerden duyulan bu sessiz çığlığın orta yerinde, olanların lokomatifi oluyordu. Yepyeni bir tasarımın taa kendisi haline geliyordu.
Başta bulunanlar şimdiye kadar bütün yaptıkları, kimine göre eksileri, artıları ile bir on yıl ya da kaç yıl daha kalır mı, gider mi bilinmez ama umalım, bütün bu olanlar herkesce, önce en üst yetkililerden en alta doğru, her türlü kademe ve kuruluş tarafından dikkatle izlenir, hassasca yapıcı olarak değerlendirilir gerçekten mesajlar bütün detayları ile alınır. Ve Türkiye bu defa, kendine özgü yeni bir yol bulur. Bu genç yürekler ve cesaretli, onurlu gençler ve bütün onlarla birlikte, yıllardır girilemeyen Taksimin yolunu açan ve tabuları yıkan kentlerine sahip çıkan diğer katılımcılar ile.
“Çapulçu” ilginç bir sıfat. Üzeri yırtık pırtık, elbiseleri lime lime olmuş, saçları yağ, kir pas içinde kokan, işsiz, güçleri hatırlatıyor. Ama bunlar tam tersiydi. Okuyan, okumasa da sorgulayan düzgün çapulculardı. Ben bu “Çapulçu”ları ve “Çapulcuların Mimarlığı”nı gençlerin yaşam adına tasarımlarını çok sevdim, onları destekleyen kentlileri, tencereleri, tavaları, ve pencerelerden gece yarılarında kentin kaldırımlarına dökülen yaşamın içinden spontane müziklerinin havalarını da, ve karanlıklardan gelen unutulmayacak Taksim Senfonilerini ve zihinlere kazınan unutulmayacak resimlerini de, yüzde kaç olurlarsa olsunlar.
Bu ülke tarihinde eminim çok önemli bir yere oturacak, bir anda umulmadık bir kasırgaya dönüşen, bizi demokrasinin orta yerine atan, demokrasimizi acımasızca sorgulamamıza neden olan Taksim deneyimi belki de yaşamın orta yerinden alınmış en umutlu eskizlerden, hatta eskizinde ötesinde kağıda dökülüp binalaşan çabalardan biridir ve yaşamın içindeki en önemli mimarlık olaylarından olmuş, umudun sesi olmuştur. Kimbilir şimdi yepyeni çizgilerle çizilen yaşamın içinden bir mimarinin, yepyeni bir eğitimin, hoşgörünün, biribirini anlamanın belki de başlangıcı ile karşı karşıyayız. Umalım artık bu ülke de kimse artık kimseye karşısındakinin yaşamını hedef alarak elinde gazıyla, TOMA sıyla ya da hiç bir şekilde saldırmasın. Fikirlerinden ötürü, düşündüklerinden ötürü kimse kimseyi, her ne şekilde olursa olsun yok etmeye çalışmasın. Bırakın ekonominin ne kadar iyi gittiğini bir yana, işte şimdi Türkiye önemli bir sınavın eşiğinde. Bu topraklarda demokrasi adına hem de birlikte yaşama adına unutulmayacak, geri dönülmeyecek, geri döndürülemeyecek bir destan yazılmalı, kim gelirse, kim giderse gitsin… Bu gençler kendilerine diğer katılan yığınlarla birlikte İstanbulun kalbinde ve kalbin sesini duyan uzaklarda çok önemli, yok edilemez bir iz bıraktılar…