Londra yakınlarındaki Laverstoke Mill adıyla bilinen dereler mevkinde kurulu Bombay Sapphire Gin [Cin] İmalathânesine, tasarımcı Thomas Heatherwick birkaç yıl evvel yeni bir çehre vermişti.
İngiliz mimar-tasarımcı Heatherwick’in 1980’lerden beri burada cin imalâtı yapan firmanın yüz yıllık eski binaların yüzüne yapışıp köhnemiş görüntüyü modernleştirmesi, bizim mimarî camiada pek itibar görmemiş, sanıyorum.
Ben bu işlerin ustası olsam mimar kesilirdim, başınıza.
Şuncacık aklımla size tarif edeceğim, lâkin meraklısı Bombay Sapphire’in sayfalarına bakınsın, benim anlattığımla dalga geçmesin; benden mimarî yazarı bu kadar olur…
Aslına bakarsanız ben pek beğenmedim!
Camekân sanatını kullanıp güneşlik, kameriye, sera tarzı bir şey yapmış; Gazebo denilen taraça misali…
Dereler, ufacık çağlayanlar, ortada biriken bir gölet, ırmağa kavuşan kanalların arasındaki Laverstoke Mill semtinde cin imalâtı yapılan binalarla ne alakası var, ben bilmem, size sormalı!
Belki, imalathânenin, idare ve satış, tanıtım binalarının kırmızı tuğla-briketten duvarlarına, o duvarların ardını aydınlatan geniş camekânlı pencerelerine uygun olsun diye düşünmüştür. Zira binaların kocaman ve kare kare çerçevelenmiş küçük camlarından oluşan büyük pencereleri var…
Hele, ana binadan dışarıya sarkmış telgraf telleri gibi çıkmış borularla, türlü profil uzantılarla imal edilmiş bir gazebo var ki, bana daha ilk bakışta, içeride üretilen Cin bu boruların içinden geçiyor, damıtılıyor, öteki binaya kadar uzanıyor, yahut yer altındaki bir mahzende şıp şıp biriktiriliyor hissini verdi.
Baktım baktım, işin içinden çıkamadım; cin çarpışa döndüm.
Yok, hissiyatımda yanılmamışım!
Tasarıya ait İngiliz mimarlık sayfalarını sizin güzel hatırınıza okuyup vakit harcayınca, gördüm ki, evet Cin damıtılması bu borularla devam ediyor, bir binadan ötekine geçiyor, bu arada 65 dereceye varan sıcaklıkla gazebo ısınıyordu.
Boruların yamuk yumuk duruşu demek bundandı:
Kim bilir, belki de, tasarımcı mimar “Cin’le fazla kafayı bulursanız, işte dünyayı böyle yamyassı görürsünüz!” demek istemiştir.
Hem zaten, Bombay Sapphire firması turkuaz rengine yakın şişesindeki etiketine Kraliçe Viktorya’nın profilden görselini, nereden ve nasıl izin alıp resmettilerse, hemen altına, “Lütfen bu Cin’i aklınız başında kalacak gibi içiniz!” diye yazmaz mı, yazar!
Hem bunda pek haklıdır. Zira İngiltere’nin yakın tarihinde bir Cin Felaketi yaşanmıştır; yoğurda onun için üflenmektedir.
Cin ilk kez, anlatılanlara bakarsanız, “Ahaliye çaktırmadan içelim de güzelleşelim!” diyen 11.yüzyıl Ceneviz rahipleri tarafından manastırlarda imal edilmiş; kokusuz olduğundan iç içebildiğin kadar…
“Hoh de bakiiim!” diye alkol muayenesi yapan başrahip zaten çoktan zom olmuştur; işte o yüzden, koku moku alamaz…
Elbette manastırda keşişlerin, rahiplerin şişesinde Cinin tarifesi yok; alkol zehirlenmesinden kör olan, olana…
Ama bunu ilahî bir şey sayıyorlar; zira hemen tümü Stoacı Hıristiyan, çile çekmeye gönüllü, deyin ki Manastır’ın Orhan ağbisi hepsi…
Yeter ki Cin olsun!
Cin’in bugünkü biçimiyle üretilip piyasaya sürülmesi 16.yüzyıl başlarında Hollanda’nın marifetidir.
Amsterdam’a gelen gemicileri Cin’le sarhoş edip, kolonilerden cebe doldurulmuş çil çil altınları alıyor, meyhanecileri…
Cin, Juniper Communis diye Latince adıyla anılan Ardıç ağacı meyvesinden üretiliyor. Bakır imbiklerde damıtılan bir içki, yüzde 40 alkol hacmiyle adamı cin gibi çarpıyor.
İçimi rahat olduğundan Cin’i biberondan süt çeker gibi içenlerin sonu pek kötü!
O nedenle Bombay Sapphire firması, tıpkı diğer Cin imalatçıları gibi, tüketiciyi uyarıyor.
Geçmişte, dilleri yanmıştır…
17.yüzyılda, Cin Hollanda’dan İngiltere’ye yolculuk eder, İngilizler Cin’i pek sever, ama Cin Londra halkını yerlere serer.
Viskiye, Fransız Brandy’sine, biraya, şaraba ve diğer içkilere göre pek ucuzdur.
Üstelik Kara Veba salgınına karşı Cin’in koruyucu olduğuna ait bir yanlış kanı, halk arasında yaygındır; insan ruhunun aldatılmaya ihtiyacı vardır ve plasebo etkisiyle habire içerler.
Robinson Cruose‘nin unutulmaz yazarı Daniel Defeo, aynı zamanda gazeteci sayılmalı, Londra’nın o günlerini yazıyor:
“Cin imalâtçıları Genova Suyu adıyla şişelediklerini mâsum bir biçimde halka arz etti, bir anda ortalık açıkhava meyhanesine dönüştü.“
1736’da, İngiliz Hükümetinin sınırlayıcı yasalar koyacağı zamana kadar olanlar oluyor, Londra’da adam başına yılda 27 litre Cin tüketiliyor.
Adım başı Cin satıcısı dükkân açılıyor; 700 bin nüfusu olan şehirde 15 bin Cin satıcısı bulunuyor.
Çoluk çocuk, anneleriyle birlikte artık alkoliktir, sokaklarda dilenen dilenene, âsayiş zıvanadan çıkmıştır.
Bu döneme, İngiltere tarihinde, Cin Çılgınlığı, Modası– Gin Craze adı verilir; evlere şenlik bir şey…
O zamanların Londra sokaklarını en iyi tasvir eden meşhur resmi hatırlarsınız, William Hogart‘ın Cin Sokağı-Gin Lane adlı eseri bir felaket tablosudur; abartılı sanmayınız, Daniel Defeo eserinde aynı şeyleri yazar.
Halk arasında, döneme ait bir tekerleme gibi şiir de söylenmiştir; Türkçeleştirmeye, Arkitera’nın nitelikli okuru için gerek duymuyoruz:
“The principal Sin,
Of Gin,
Is,
among others,
Ruining mothers”
İngiliz Hükümeti zabıta ve polis gücü yanında, ağır vergiler koymak suretiyle Cin imalâtını sınırlamış, fakat sahte Cin yapımı yeraltına kaydığından, kısa sürede Londra’da körler ve sakatlar kâfilesi oluşmuştur.
Charles Dickens romanlarında yoksulluğu yazdığı zamanlardır, elden ayaktan düşmüş dilencilerle kaldırımlardan geçilmez olur.
Bugün böylesi sorunları yok Cin tüketiminin; ancak şişede saklı Cin’i ortaya çıkarmaya da gerek yok!
Cin başına vurmuş, kucağındaki bebeği yandaki boşluğa düşmekte görünen, göğüsleri ortada, yüzünde alkol kahkahası gezinen merdivenlere yayılmış kadına bir bakınız! Mahvolmuş Anne/Ruining Mother, işte O’dur.
Cin şişeden çıkmıştır, Şeytan’a iş düşmez artık; olan olmuştur…
Merdivenlerdeki sefaletin sağ arka tarafında bir kemiği sokak köpeğiyle iki ucundan paylaşmaya kalkışan sefil adamı, sol tarafta sokak içi kavganın Kilman Distellery adlı Cin deposu önünde peydâ olduğunu, bu arbedenin hemen üstünde, harabe bir binada kendini asmış zavallıyı, sol köşede çocuğunun ağzına Cin akıtan anneyi bu resimde, ne vakit seyrine dalsak, huzursuzluk içinde izliyoruz.
Evet, izliyoruz, sanki bir sinema sahnesi gibi…
Resim, sinematografik bir hareketlilik içindedir. Bir öncesi, hatta sonrası vardır; akıp giden zamanın bir ânlığıdır. Bu yüzden görsel sanatların en değerli yapıtları arasında yer alır. Üstelik, 17-18.yüzyıl görsel sanatlarında gazetecilik etkisinin, toplumsal yaşamı gözlemenin, gündemi iletmek çabasının güzide eseridir.
O günler tarihte ve resimde kaldı, biz bugün Cin modernitesi yaşıyoruz.
Modernitenin mimariye, tasarıma ihtiyacı var.
Heatherwick’i bu işe çağırdıklarında, tesisin dağınık 29 binasını incelemesiyle işe başlanılmıştır.
Binalar arasında kakafonik bir yapılaşma ve bağıntı-sızlık gören Heatherwick, bundan epeyi rahatsız olmuş ve yanına çevre düzenlemecisi, bahçevan başı, endüstriyel tasarımcıları da alıp proje masasına oturmuştur.
Bacardi firmasının sahip olduğu Bombay Sapphire Cin imalâthanesi, son 40 yılda, aklına estiği gibi binaları oraya buraya kondurunca ortaya çıkan tablo Çarşamba Pazarını andırır.
Arazi üzerinde 23 adet değişik boyutta bina görülür; her biri ayrı telden çalmaktadır.
Bunlar arasındaki çevre düzenlemesi bir yandan yapılırken, işte tam ortasında, derelerin havuz gibi gölet yaptığı bir alanda kendi tasarısını uygulayacaktır.
793 parça camın kullanıldığı bugünün Cin fabrikasına bağlanmış camekân mimarisinde, borulardan sıcak hava üflenerek, damıtılan cin akıtılarak, ortadaki Akdeniz Bahçesi adıyla yapılmış gazebo ılık tutuluyormuş; ne masraf, ne masraf…
Koy bir sera sobası, olsun bitsin!
Yok, olmaz! Cin fabrikasına bu yakışmaz…
Yılda 2 buçuk milyon kasa, her kasa bir düzine hesabıyla, o-hooo, epeyi bir Cin şişesi üretip satan firmanın senelik en az yüzbin civarında ziyaretçisi olan fabrika binasındaki gazebo’su böyle olmalıdır; yakışır…